Eylül, Anadolu da bir başka güzeldir. Toprak tüm bereketini Anadolu insanına sunar.
Sebzeler, meyveler, üzümler insan eli değdiği her yerde ben burdayım dercesine sergen
bir halde insanı dört gözle bekler.
Eylülde Anadolu insanının yüzü güler, ruhu dolar. O yakıcı Güneş’in altında kavrulan tenlerin, çatlayan dudakların ve nasır tutmuş ellerin “İşte, her şeye değer ! “ dediği zamandır
Eylül; bir annenin çocuklarına;
“Şükürler olsun ! Bu gışda gaydımız tamam çocuklar !” dediği aydır.
.
Eylül Nevşehir’in Nar Kasabası’nda bir başka güzeldir; karınca misali çalışan insanların
dört gözle beklediği hasrete kavuşmasıdır. Eylül, Nar da umut arayan gözlerin
berekete doymasıdır.
.
Ve işte o güzel insanların memleketinde geçen GERÇEK ÖYKÜMÜZ;
.
O günlerde Eylül ay’ı bitmek üzereydi.Tüm sebze ve meyvelerin çoğu toplanmış
kayadan oyma kayıt damlarına konmaya başlanmıştı. Bağlarda ki üzümler kesilmiş bir halde
toprak sergilere serilip kurumayı bekliyordu.Nar Kasabası’nın temel gelir kaynaklarından en birincisi kuru üzümdü..Kuru üzümü olmayan evin çocukları kanadı kırık kuş gibi boynu bükük olurdu.
Çünkü kuru üzüm para demekti. Kuru üzüm Narlı çocukların ceplerini dolduran çerez, annelerin ise hoşaf yapımında vazgeçilmez ürünüydü.
Yani kuru üzüm o yıllarda altın gibi kıymetliydi
…
O gün Güneş Erciyes’den henüz doğmuş ve Nar Kasabası’nın arı kovanı gibi oyulmuş kaya yüzeylerini işte ben geldim dercesine sıcaklığı ile okşuyordu.
Aşağı mahallede kara dutun hemen üstünde ki Dülgerler’in evinin duvarlarına istiflenmiş bağ çubuklarına tünemiş serçe kuşları Güneş’in tadını çıkarırcasına cıvıldaşıyor hemen aşağıda kara dut ağacında ki bülbülleri kıskandırırcasına kendi dillerinde şarkılar söylüyorlardı. Çenesi düşük bir saksağan karşıda ki evin damına konmuştu. Saksağan bu küçük geveze kuşları zevk ile dinliyordu ki ahşap kapılı evin önündeki at arabasının kasasına “Tak !” diye bir şey düştü.
Kuru bağ çubuklarında ki kuşlar bu sesi duyunca telaşla uçuştular.Saksağan kaçışan kuşlara “Sizi korkaklar “ dercesine bir süre baktıktan sonra o da havalandı ve çay mahalleye doğru uçup gitti.
İsmail Dülger at arabasına bıraktığı ağır çekici eline tekrar aldı,
“Kahreetsin !” diye söylendi “Ne zaman uzak bir yere gitsem bu arabaya bir hal olur “
At arabasının tekerlerine şöyle bir göz attı; fazla bir şey yoktu ama yine de canı sıkılıp karısına,
“Gııız Fadime ! Öğlen oldu öğlen ! Taa Bulhazbaşı’na gidecek !” diye bağırdı.
Halbu ki Güneş henüz çıkmıştı. Nar insanı tez canlıydı.
Fadime kadın elinde su testisiyle kapıda göründü.. Kocası İsmail’e ;
“Şu herifin bugün tersliği üstünde” diye söylendi. Sonra devam etti “Sanki yatıyoh ! İnek sağ, etrafı topla, yiyecek hazırla hep Fadime’nin üstüne.!”
Hemen arkasında uykulu gözlerini oğuşturan oğlu sarı Mustafa’yı görünce,
“Laan Mıstafa ! Bostan korkuluğu gibi dikilme ! Garın Melek geline söyle ocağın yanında yiyecek bohçası var, gapıp getirsin” dedi
Sarı Mustafa’nın karısı Melek’in içerden sesi duyuldu;
“Getirdim anne !”
“Askıda süzme yoğurt var, onu da getir ! “
“Tamam “dedi Melek gelin.
Fadime kadın oğlum sana söylüyom, gelinim sen anla dercesine;
“Şu oğlanda boy bos var amma düşünce yoh ! Her şeyi ben söylücem !” diye söylendi.
Sonrada kocası İsmail’in at arabasının tekeri ile uğraştığını görünce,
“ Gene ne oldu ? Teker mi çıhmış yosa ?” diye sordu.
İsmail Ağa başını tekerden kaldırmadan karısına,
“Yoh “ dedi “Tekerin çemberi gevşemiş. Şimdi bi tas su döktüm mü şişer kalır”
.
İsmail ağa işini bitirmiş olşacak ki derin bir nefes aldı. At arabasına yiyecek bohçasını
koyan oğlu sarı Mustafa’ya,
“Hani Memiş’in oğlu gelecekti ? Geç kaldı” diye söylendi.
Mustafa sarıya çalan saçlarını elleri ile karıştırdı; canı sıkıldığı belli idi; Mustafa’nın ne zaman canı sıkılsa ellerini saçlarına götürür çeki çekiverirdi. Sarı Mustafa parmaklarında kalan sac tellerine anlamsızca baktı. Halbu ki daha dün emmilerin Ahmet’e bağa erken gideceğiz, tez gel demişti.Babasına cevap verecekti ki iki eşek ile Ahmet’in geldiğini görünce içi rahatladı
“Kardeşin Hüseyin’e sor, boş üzüm çuvallarını arabaya koydu mu ?” dedi İsmail ağa
Oğul Hüseyin, Mustafa gibi değil unutkandı. İsmail ağa oğlunun bu huyunu bildiği için sormuştu.
Hüseyin at arabasının yanında elinde üzüm çuvalları ile bitiverdi; gülerek,
”Tamam baba !” dedi “Hepsini aldım. “
O sıra iki eşekle yanlarına gelen Memiş’in oğlu Emminin Ahmet, Hüseyin’e;
“Hüseyin emaneti aldın mı ?” diye sordu.
Bunu duyan Fadime kadın kuşkulu gözlerle oğlu Hüseyine bakıp;
“Ne emaneti len ?” dedi. “Silah mı yohsa ?”
“……!”
Fadime kadın, onların sustuğunu görünce birden kaşları çatıldı.Çocukluğu İnallı köyü’nde geçmişti. İnallı, Nar gibi sulak bir yer değil, toprağın suya hasret kaldığı bir yerdi. Bundan dolayı çok ölümlü kavgalar görmüştü. Ne zaman bir silah görse saçları diken diken olur, elleri titrerdi.
Yine öyle oldu; elleri titrerken oğlu genç Hüseyin’e bağırdı;
“O dabancayı hemen yerine goy ! Dabanca namusdur ve ancak namus için daşınır !”
Hüseyin yumuşak huylu bir gençdi. Anası bişey dese hemen yerine getirir, iki etmezdi fakat, bu sefer öyle olmadı; annesine diklendi;
“Ana “ dedi “Ortalık iyi değil. Narlılar suyumuzu kesiyor diye Sulusaraylılar silahlanmış diyorlar !”
“Doğru söylüyor “ dedi Emmilerin Ahmet. Ahmet eşeğin üzerinde sözlerine devam etti;
“Narlıları vuracaz !” demişler”Gideceğimiz yer Sulusareay dibi. Ya bişey olursa ?”
“Bişey olmaz !” diye çıkıştı Fadime kadın. “Sen dediklerine bahma, Sulusaraylı bişey yapmaz. Biz gevurdan dönme miyiz ki, hepimiz Müslümanız !”
O sıra lafa İsmail Ağa girdi;
“Oğul “ dedi “Sen anayın dediğini yap. Silahı yerine goy ! Bi cahillik eder can yakarsın..”
“Ocağımız söner !” dedi Fadime kadın “ Söner de yüreğimize oturur. Ondan gari mapus damlarında oğul bekle !”
Hüseyin eşek üzerinde olanları izleyen Memişin oğluna baktı; Emmilerin Ahmet sen bilirsin dercesine Hüseyin’e kafa salladı.
Genç Hüseyin
“Tamam ana !” dedi “Lakin başımıza bi iş gelirse ?”
“Gelmez !” dedi Fadime kadın, omzunu dikleştirerek “Başımıza düne kadar ne gelmiş ki
bugün gelsin !”
“Sen bilirsin” dedi Hüseyin ceket altında ki şişkinliğe dokunup tekrar içeri girerken söylendi,
“İnşallah başımıza bi hal gelmez ! “
İsmail Ağa oğluna,
“Onu kaya dolabın yanındaki yüklüğün altına koy. Çoluk çocuk görmesin..”
Hüseyin babasının sözlerini duymadı bile; eve girip çıktığı bir olmuştu. Hüseyin’nin belinde şişkinlik artık yoktu.
Sarı Mustafa onlar tartışırken kırat’ı arabaya çoktan koşmuştu bile.
Melek gelin kocası Mustafaya yanaşıp usulca;
“Mıstafam !” dedi "Bu gece kötü rüya gördüm. Dikkatli olun emi !”
Sarı Mustafa pek nadir gülerdi; karısına bir şey demeden zorla gülümsedi.
…
Aile yola çıkmaya hazırdı. İsmail Ağa, oğlu sarı Mustafa, Karısı Fadime ve kızı Emine at arabasına binmiş Emmilerin Ahmet ve oğul Hüseyin ise eşeklere binmişti. İsmail Ağa kırat’ın çok sevdiği o cümleyi söyledi
“Haydi oğlum Bulhazbaşı’na ! Varır varmaz arpanı torbanda bil !”
Kırat sahibini anlamışçasına ileri atıldı. Yolun uzak olduğunu o da tahmin etmişti ama sahibine
güveni tamdı. Her adımda ayak kasları daha da şişiyor, bu yol ne ki dercesine arabayı kuş gibi uçuruyordu.
…
Dedik ya eylül sonları Anadolu da bir başka güzel olur. Yeşil asma yapraklı üzüm bağları gün doğumundan batımına değin sahiplerini bekler. Beyaz üzümlerin Güneş’e bakan yanakları utangaç gelin gibi al al olur. Misket, Parmak üzümü, ketengöynek, mor renkli buludu gibi üzüm çeşitleri sele ve kovalarla özenle toplanıp kamış örgülü küfelere konurdu. Bir kısmı kayadan oyma damlarda kuru çalı değneklere tek tek takılarak kış günleri sofralara hazır hale getirilir. Diğerleri ise pekmez yapımı için ateş üstünde büyük bakır leğenlere dökülüp kaynamayı bekler. Bu üzümlerden pekmez harici köftür, tarhana tatlısı yapılır. Köftür ve tarhana hasırlar üstüne küçük dilimler halinde konur ve Güneş’e nazır bir damda kurumaya bırakılırdı.
Siyah üzümler ise; sergi dediğimiz toprak tepelerde kurutulur. Her serginin göğsü mutlaka Güneş’e bakar. Kuruyan üzümler yağmur yaş değmeden özenle toplanır. Altında kalan topraklı üzümler ise delikli kalburlarda elenerek çuvallara konurdu.Sonraki yıllarda ise bu üzümlerin altına gazete kağıdı veya naylon serilmiştir. Böylece üzümün toprakla teması kesilmiş olur.
.
Anadolu toprağı bereket demektir. Anadolu onu seveni daha çok sever. Sevdikçe daha çok ürün verir.Sevdikçe ona gönül verenleri gücendirmez, gönüllerde taht kurar.
O gün Dülgerler’in Sulusaray yakınlarındaki Bulhazbaşı’n da ki kuru üzüm sergisi de böyledir. Sergide ki üzüm taneleri öyle güzel ve temiz kurumuşlardı ki İsmail Ağa eline kuru üzüm
salkımını alıp karısına gösterdi;,
“Fadime “ dedi “Şuna bah hele !”
Fadime kadın kocasının elindeki kuru üzüm salkımına şöyle bir göz attıktan sonra
“Heriif ! Maşallah de ! Maşallah ! Tüm salkımlar aynısı. Bu yıl fırtına mırtına da olmadı.
Olmayınca salkımlar gelin eli gibi maşallah !”
Fadime kadının oğlu Mustafa kuru üzümleri çuvallara dolduruyordu. Annesine güldü;
“Ana “ dedi “Gelin eli üzüm gibi mi olur ?”
“He tabi !!! Başka nasıl olur ? Elbette gelin eli gibi temiz olur” diye söylendi. Sonra başını
Mustafa’ya döndürüp;
“Sen garının elini heç kirli gördün mü ?”
Mustafa doldurduğu üzüm çuvalını sırtlayıp arabaya koyar iken,
“Doğru valla !” dedi “Bizimkinin eli hep temiz olur”
Fadime kadın
“Aah ah !” dedi “Anaların lafını bi dinneseniz ! Analar evladını hep korur amma bunlar bilmez !”
Sonra oğlu Mustafaya
“Mıstafam !” dedi “Keşke Saffeti’mi de getirseydin. Çocuk toprakta goşar oynardı !”
“Ana, gıyamadım ! Hem mışıl mışıl uyuyordu “ dedi Mustafa
Fadime kadın derince iç çekti,
“Aaah ah ! Ben yanarım yavruma ! Yavrumda yanar yavrusuna ! “ dedikten sonra
gözleri küçük oğlu Hüseyin takıldı;
Hüseyin sergideki işini yarım bırakmış, ayakta dikili bir halde etrafa kuşkulu gözlerle bakıyordu.
Fadime kadın
“Ne oldu len ? Gene değnek gibi dikildin !” dedi
Hüseyin anasına cevap vermedi. Arkadaşı Emmilerin Ahmet’e dönüp;
Hüseyin elleri ile yüz, yüz elli metre ilerideki çalılıkları gösterdi,
“Aha, şu sivri kayanın ardındaki çalılıklar !”
Emmilerin Ahmet gösterilen yere dikkatlice baktı; bir şey göremedi.
“Hayal görmüş olmayasın ?” deyip güldü.
O sıra lafa babaları İsmail Ağa karıştı
“Az önce ben de gördüm. Fakat telaşta kalmayın diye ses etmedim “ deyince karısı Fadime kadın;
“Amanıııınnn !” diye hayıflandı. Sonrada devam etti,
“Aman ki aman ! Elinizi çabuk tutun ! Üzümleri sergiden toplar toplamaz buradan
hemen gidelim !”
Alel acele sergide kalanlarıda kalburla elemeden toz toprak içinde topladılar.
Sarı Mustafa inanmıyor, kırat’ı bağladığı yerden çözerken kendi kendine söyleniyordu;
“Yok canım !” diyordu “ Dört kocaman adamız, bize kim zarar verebilir ki ?”
Fadime kadın ise,
“Mıstafa dırlanıp durma ! Düşman uyumaz derler. İçime kurt düştü. Neme lazım
buradan hemencik gidelim !” dedi.
…
Öyle de yaptılar. At arabası ve eşeklere yüklenen kuru üzüm çuvalları hazırdı. Henüz elli altmış adım gitmişlerdi ki Fadime kadın;
“Tüüüh ! Kahretsin ! Kalburu sergide unuttum !” deyip gerisin geri yürüyordu ki İsmail Ağa,
“Dur kadın !” dedi “Ben şimdi alır gelirim !”
O gün hava gizemli bir haldeydi O gün Erciyes’in başı az bulutluydu fakat eteklerine
yerleşen sis onu belli belirsiz yapıyordu. Halbu ki başka zaman olsa Erciyes doruklarında ki karları gümüş bir madalya gibi doğaya yansıtırdı.Erciyes kendi bedenine saklanmış olacakları
görmemek için sanki yüzüne ince bir tül çekmişti.
“Tak ! Tak ! Tak !” Sonra bir daha
“Tak ! Tak !” etti.
Silah sesleri etrafı çınlattı. Çalılıklarda ki kuşlar korku ile havalandılar.
İsmail Ağa sıcak bir şeylerin vücuduna temas ettiğini hissetti. Vücudu ağırlaşmış, ayakları bedenini tartmaz olmuştu. Bu da neyin nesi dercesine elinden toprağa düşen kalbura bakıyordu.
O an vücudunu yoklamak aklına bile gelmedi.Belini doğrultamamıştı.
Bir ara karısı ve çocukların bulunduğu yere baktı; kendisine doğru koşuyorlardı. Ayakları altındaki toprakta kırmızı ıslak lekeler oluşmuştu.İsmail ağa bunlar bana mı ait dercesine şaşırdı. Ayaklarında takat kalmamıştı; dizleri büküldü ve bir çınar bedeni gibi toprağa devrildi.
“Babam !” diye bağırdı büyük oğlu sarı Mustafa “Babam sana gıydılar !”
Mavzer kurşunu İsmail Dülger yere eğildi ği an omzundan girip boynundan çıkmıştı.
Fadime kadın kendini yerden yere atıyor,
“Amanıınn ! Herifimi vurdular amanın !” diyor başka şey demiyordu.
Kendini ilk toparlayan sarı Mustafa oldu.; Babasının sırtından ve boğazından akan kanı
durdurmak istiyor diğer yandan kardeşine bağırıyordu
“Hüseyin at arabasını hemen boşaltın ! “
Hüseyin ve Emmilerin Ahmet bunu bekliyormuş gibi koşarak arabaya doğru gittiler.
Mustafa babasının kan akan boynuna boğça bezi sarıp onu kucağına aldı ve arabaya doğru
hızlıca yürüdü.
Gülşehir- Nevşehir kavşağına vardıklarında yaralı İsmail Ağa’nın iniltisi kesilmişti. Mustafa bunu farketmişti ama yanındakilere belli etmedi. Bir umutla belki yaşıyor diye düşündü. Nevşehir tarafına giden bir kamyon falan var mı diye baktı; toprak yol ıpıssızdı. Babası İsmail’in soluk alış verişleri belli olmuyordu.
Sarı Mustafa at arabasını süren kardeşi Hüseyin’e bağırır gibi;
“Hüseyin, atı kamçıla !” dedi.
….
Nar belediye meydanına vardıklarında Fadime kadın kocası İsmail’in hala yaşadığını sanıyordu. İsmail Dülger’den ise ses seda yoktu. Narlılar bir anda at arabasının etrafını sardılar. Ve İsmail Ağa’yı bir dolmuşa koyup hastaneye götürdüler..Akşam üzeri aynı dolmuş İsmail Ağa’yı evinin yakınında ki kara dutun dibine getirdi.. İsmal Dülger ölmüş, evine cenazesi gelmişti.
Karısı Fadime, kendini yerden yere atıyor , canhıraş feryatları belediyeye kadar ulaşıyordu.
“Gomşular İsmail’im gettiii! “
İsmail Dülger’in kızı ve oğulları derin acılar içinde bir şey yapamamanın ıstırabını yaşıyordu.
Oğlu Hüseyin göz yaşları içinde yumruğunu sıkarak,
“Babamın intikamını alacağım !” diye bağırdı
Salihlerin Hayriye kadın Hüseyin’e can oldu
“Al guzum ! Babayın ganını Sulusaray’lıya goma !”
Barutcunun Hayriye de fitili ateşler gibi,
“Aah ah ! Aslan gibi İsmail’i vurdu gahpeler !” diyor başka şey demiyordu.
Nar’ın erkekleri ise derin ve ezik bir sessizlik içinde cenaze evinde toplanmıştı.
Ortalıkta çıt yoktu. Herkesin yüzünde keder ve meçhule gezinen bir anlam vardı.
Hiç kimse bundan sonra olacakları düşünmek dahi istemiyor gibiydi. Çünkü Nar ve
Sulusaray arasındaki bu su kavgasında ilk kan akmıştı. Ya bu kanın devamı gelirse ?
Kirişlerin Emine’in ortalığı çınlatan sesi duyuldu;
“Eeey Narlılar ! Bu kan burada galmıyacak ! Adam olan bu ganı yerde bırakmaz !”
İsmail Dülger’in oğlu Hüseyin yerinde duramıyor, insanlar ağıt yaktıkça daha çok kızıp köpürüyordu.
“Gan akacak “ dedi Hüseyin yere tütkürür iken “Öyle bi gan akacak ki !”
Hüseyin’in eli yüzü toz toprak içindeydi.Ağız kenarına bulaşan toprak çamurlaşmıştı.
Hüseyin sinirli bir halde yere bir daha tükürdü.
O sıra Muhtar, Hüseyin’in yanına yanaşıp, usulca;
“Hüseyin “ dedi “Biz de çok üzüldük. Bu mesele burada bitmeyecek lakin, önce babanı yarın
defin edelim. sonrası Allah kerim !”
Hüseyin muhtara cevap vermedi; ters ters baktı.
O gün ortalık çok gergindi. Bazı kişilerin ceket altları şişkin ve silahlı oldukları belli oluyordu.
Bu iş burada kalmayacak ilk kan sonrası kan akacak gibiydi.
Sarı Mustafa insanların yüzlerindeki öfkeyle karışık endişeyi görüyordu
“Allah kerim !” dedi Mustafa. “Muhtar doğru söylüyor;
"Yarına Allah kerim ! “
“Yarın ola hayır ola !” dedi tekrar muhtar. Muhtarın beli şişkin ve doluydu.
Sarı Mustafa çok hüzünlüydü. Babasının akan kanı hala elbisesindeydi. Değişmeye vakti dahi olmamıştı. Çaresizce parmaklarını sıkıyor, sıktıkça parmaklarından değil yüreğinden “Küt ! Küt !” ses geliyordu. Mustafa hırsla mırıldandı;
“Hele yarın bi olsun da !” dedi
…
.
Yarın oldu; Nar halkı göz yaşları içinde İsmail Dülger’i toprağa verdiler. Sonrası mı ?
Belediye başkanları, Jandarma komutanı, Nar ve Sulusaray ileri gelenleri toplandı,
Bu gergin ortamı yumuşatacak adaletli bir karar alacaklardı. .Ve aldılar.
Karar şöyleydi. Hiç kimse bir daha diğerine zarar vermeyecek. Su bundan böyle öğleden sonra Kemerpınar gölünden aşağı kısım Sulusaray’a akacak. Nar’dan hiç kimse suyu kesmeyecek.
Kesen olursa cezalandırılacak.
…
Olan güzel insan İsmail DÜLGER’e olmuştu.. Bulhazbaşı’n da kahpece sırtından vuruldu..
Bu olayı Nar halkı hiç unutmadı fakat, kinde gütmediler. Çünkü Narlıların tek bir amacı vardı; çocuklarını okutmak.
Olayı çocuklarına anlattılar. Çocukları da çocuklarına.
Ve bu dramatik öykü günümüze kadar geldi.
Bize de sevgili arkadaşımız Sedat DÜLGER’in bilgileri ve desteği doğrultusunda dedesi
İsmail DÜLGER’in acı öyküsünü yazmak kaldı.
Anısı önünde saygı ile eğiliyorum.
Ol hikaye budur.
Ruhu şad olsun !
.
Katilleri mi ? İki şüpheli beş yıla kadar ceza aldılar..Ve bir zaman sonrada çıktılar.
Muharrem Nalçacı
Görsel Hikaye Anlatıcı · 7 saat
İSMAİL DÜLGER’İN ÖLDÜRÜLMESİ ...1957
Nar – Sulusaray su kavgası… (Öykü )
…
İsmail’i vurdular Bulhazbaşı’nda;
Kuşlar ve karıncalar ağlar başında !
Can verir ooy, o can bildiği toprakta !
Etmeyin ağalar yiğidim ne etti ?
Getti de ol murada doymadan bitti !
M.N
…
Eylül, Anadolu da bir başka güzeldir. Toprak tüm bereketini Anadolu insanına sunar.
Sebzeler, meyveler, üzümler insan eli değdiği her yerde ben burdayım dercesine sergen
bir halde insanı dört gözle bekler.
Eylülde Anadolu insanının yüzü güler, ruhu dolar. O yakıcı Güneş’in altında kavrulan tenlerin, çatlayan dudakların ve nasır tutmuş ellerin “İşte, her şeye değer ! “ dediği zamandır
Eylül; bir annenin çocuklarına;
“Şükürler olsun ! Bu gışda gaydımız tamam çocuklar !” dediği aydır.
.
Eylül Nevşehir’in Nar Kasabası’nda bir başka güzeldir; karınca misali çalışan insanların
dört gözle beklediği hasrete kavuşmasıdır. Eylül, Nar da umut arayan gözlerin
berekete doymasıdır.
.
Ve işte o güzel insanların memleketinde geçen GERÇEK ÖYKÜMÜZ;
.
O günlerde Eylül ay’ı bitmek üzereydi.Tüm sebze ve meyvelerin çoğu toplanmış
kayadan oyma kayıt damlarına konmaya başlanmıştı. Bağlarda ki üzümler kesilmiş bir halde
toprak sergilere serilip kurumayı bekliyordu.Nar Kasabası’nın temel gelir kaynaklarından en birincisi kuru üzümdü..Kuru üzümü olmayan evin çocukları kanadı kırık kuş gibi boynu bükük olurdu.
Çünkü kuru üzüm para demekti. Kuru üzüm Narlı çocukların ceplerini dolduran çerez, annelerin ise hoşaf yapımında vazgeçilmez ürünüydü.
Yani kuru üzüm o yıllarda altın gibi kıymetliydi
…
O gün Güneş Erciyes’den henüz doğmuş ve Nar Kasabası’nın arı kovanı gibi oyulmuş kaya yüzeylerini işte ben geldim dercesine sıcaklığı ile okşuyordu.
Aşağı mahallede kara dutun hemen üstünde ki Dülgerler’in evinin duvarlarına istiflenmiş bağ çubuklarına tünemiş serçe kuşları Güneş’in tadını çıkarırcasına cıvıldaşıyor hemen aşağıda kara dut ağacında ki bülbülleri kıskandırırcasına kendi dillerinde şarkılar söylüyorlardı. Çenesi düşük bir saksağan karşıda ki evin damına konmuştu. Saksağan bu küçük geveze kuşları zevk ile dinliyordu ki ahşap kapılı evin önündeki at arabasının kasasına “Tak !” diye bir şey düştü.
Kuru bağ çubuklarında ki kuşlar bu sesi duyunca telaşla uçuştular.Saksağan kaçışan kuşlara “Sizi korkaklar “ dercesine bir süre baktıktan sonra o da havalandı ve çay mahalleye doğru uçup gitti.
İsmail Dülger at arabasına bıraktığı ağır çekici eline tekrar aldı,
“Kahreetsin !” diye söylendi “Ne zaman uzak bir yere gitsem bu arabaya bir hal olur “
At arabasının tekerlerine şöyle bir göz attı; fazla bir şey yoktu ama yine de canı sıkılıp karısına,
“Gııız Fadime ! Öğlen oldu öğlen ! Taa Bulhazbaşı’na gidecek !” diye bağırdı.
Halbu ki Güneş henüz çıkmıştı. Nar insanı tez canlıydı.
Fadime kadın elinde su testisiyle kapıda göründü.. Kocası İsmail’e ;
“Şu herifin bugün tersliği üstünde” diye söylendi. Sonra devam etti “Sanki yatıyoh ! İnek sağ, etrafı topla, yiyecek hazırla hep Fadime’nin üstüne.!”
Hemen arkasında uykulu gözlerini oğuşturan oğlu sarı Mustafa’yı görünce,
“Laan Mıstafa ! Bostan korkuluğu gibi dikilme ! Garın Melek geline söyle ocağın yanında yiyecek bohçası var, gapıp getirsin” dedi
Sarı Mustafa’nın karısı Melek’in içerden sesi duyuldu;
“Getirdim anne !”
“Askıda süzme yoğurt var, onu da getir ! “
“Tamam “dedi Melek gelin.
Fadime kadın oğlum sana söylüyom, gelinim sen anla dercesine;
“Şu oğlanda boy bos var amma düşünce yoh ! Her şeyi ben söylücem !” diye söylendi.
Sonrada kocası İsmail’in at arabasının tekeri ile uğraştığını görünce,
“ Gene ne oldu ? Teker mi çıhmış yosa ?” diye sordu.
İsmail Ağa başını tekerden kaldırmadan karısına,
“Yoh “ dedi “Tekerin çemberi gevşemiş. Şimdi bi tas su döktüm mü şişer kalır”
.
İsmail ağa işini bitirmiş olşacak ki derin bir nefes aldı. At arabasına yiyecek bohçasını
koyan oğlu sarı Mustafa’ya,
“Hani Memiş’in oğlu gelecekti ? Geç kaldı” diye söylendi.
Mustafa sarıya çalan saçlarını elleri ile karıştırdı; canı sıkıldığı belli idi; Mustafa’nın ne zaman canı sıkılsa ellerini saçlarına götürür çeki çekiverirdi. Sarı Mustafa parmaklarında kalan sac tellerine anlamsızca baktı. Halbu ki daha dün emmilerin Ahmet’e bağa erken gideceğiz, tez gel demişti.Babasına cevap verecekti ki iki eşek ile Ahmet’in geldiğini görünce içi rahatladı
“Baba ,Ahmet geliyor ! “ dedi “Ben atı ahırdan çıkarayım”
“Kardeşin Hüseyin’e sor, boş üzüm çuvallarını arabaya koydu mu ?” dedi İsmail ağa
Oğul Hüseyin, Mustafa gibi değil unutkandı. İsmail ağa oğlunun bu huyunu bildiği için sormuştu.
Hüseyin at arabasının yanında elinde üzüm çuvalları ile bitiverdi; gülerek,
”Tamam baba !” dedi “Hepsini aldım. “
O sıra iki eşekle yanlarına gelen Memiş’in oğlu Emminin Ahmet, Hüseyin’e;
“Hüseyin emaneti aldın mı ?” diye sordu.
Bunu duyan Fadime kadın kuşkulu gözlerle oğlu Hüseyine bakıp;
“Ne emaneti len ?” dedi. “Silah mı yohsa ?”
“……!”
Fadime kadın, onların sustuğunu görünce birden kaşları çatıldı.Çocukluğu İnallı köyü’nde geçmişti. İnallı, Nar gibi sulak bir yer değil, toprağın suya hasret kaldığı bir yerdi. Bundan dolayı çok ölümlü kavgalar görmüştü. Ne zaman bir silah görse saçları diken diken olur, elleri titrerdi.
Yine öyle oldu; elleri titrerken oğlu genç Hüseyin’e bağırdı;
“O dabancayı hemen yerine goy ! Dabanca namusdur ve ancak namus için daşınır !”
Hüseyin yumuşak huylu bir gençdi. Anası bişey dese hemen yerine getirir, iki etmezdi fakat, bu sefer öyle olmadı; annesine diklendi;
“Ana “ dedi “Ortalık iyi değil. Narlılar suyumuzu kesiyor diye Sulusaraylılar silahlanmış diyorlar !”
“Doğru söylüyor “ dedi Emmilerin Ahmet. Ahmet eşeğin üzerinde sözlerine devam etti;
“Narlıları vuracaz !” demişler”Gideceğimiz yer Sulusareay dibi. Ya bişey olursa ?”
“Bişey olmaz !” diye çıkıştı Fadime kadın. “Sen dediklerine bahma, Sulusaraylı bişey yapmaz. Biz gevurdan dönme miyiz ki, hepimiz Müslümanız !”
O sıra lafa İsmail Ağa girdi;
“Oğul “ dedi “Sen anayın dediğini yap. Silahı yerine goy ! Bi cahillik eder can yakarsın..”
“Ocağımız söner !” dedi Fadime kadın “ Söner de yüreğimize oturur. Ondan gari mapus damlarında oğul bekle !”
Hüseyin eşek üzerinde olanları izleyen Memişin oğluna baktı; Emmilerin Ahmet sen bilirsin dercesine Hüseyin’e kafa salladı.
Genç Hüseyin
“Tamam ana !” dedi “Lakin başımıza bi iş gelirse ?”
“Gelmez !” dedi Fadime kadın, omzunu dikleştirerek “Başımıza düne kadar ne gelmiş ki
bugün gelsin !”
“Sen bilirsin” dedi Hüseyin ceket altında ki şişkinliğe dokunup tekrar içeri girerken söylendi,
“İnşallah başımıza bi hal gelmez ! “
İsmail Ağa oğluna,
“Onu kaya dolabın yanındaki yüklüğün altına koy. Çoluk çocuk görmesin..”
Hüseyin babasının sözlerini duymadı bile; eve girip çıktığı bir olmuştu. Hüseyin’nin belinde şişkinlik artık yoktu.
Sarı Mustafa onlar tartışırken kırat’ı arabaya çoktan koşmuştu bile.
Melek gelin kocası Mustafaya yanaşıp usulca;
“Mıstafam !” dedi "Bu gece kötü rüya gördüm. Dikkatli olun emi !”
Sarı Mustafa pek nadir gülerdi; karısına bir şey demeden zorla gülümsedi.
…
Aile yola çıkmaya hazırdı. İsmail Ağa, oğlu sarı Mustafa, Karısı Fadime ve kızı Emine at arabasına binmiş Emmilerin Ahmet ve oğul Hüseyin ise eşeklere binmişti. İsmail Ağa kırat’ın çok sevdiği o cümleyi söyledi
“Haydi oğlum Bulhazbaşı’na ! Varır varmaz arpanı torbanda bil !”
Kırat sahibini anlamışçasına ileri atıldı. Yolun uzak olduğunu o da tahmin etmişti ama sahibine
güveni tamdı. Her adımda ayak kasları daha da şişiyor, bu yol ne ki dercesine arabayı kuş gibi uçuruyordu.
…
Dedik ya eylül sonları Anadolu da bir başka güzel olur. Yeşil asma yapraklı üzüm bağları gün doğumundan batımına değin sahiplerini bekler. Beyaz üzümlerin Güneş’e bakan yanakları utangaç gelin gibi al al olur. Misket, Parmak üzümü, ketengöynek, mor renkli buludu gibi üzüm çeşitleri sele ve kovalarla özenle toplanıp kamış örgülü küfelere konurdu. Bir kısmı kayadan oyma damlarda kuru çalı değneklere tek tek takılarak kış günleri sofralara hazır hale getirilir. Diğerleri ise pekmez yapımı için ateş üstünde büyük bakır leğenlere dökülüp kaynamayı bekler. Bu üzümlerden pekmez harici köftür, tarhana tatlısı yapılır. Köftür ve tarhana hasırlar üstüne küçük dilimler halinde konur ve Güneş’e nazır bir damda kurumaya bırakılırdı.
Siyah üzümler ise; sergi dediğimiz toprak tepelerde kurutulur. Her serginin göğsü mutlaka Güneş’e bakar. Kuruyan üzümler yağmur yaş değmeden özenle toplanır. Altında kalan topraklı üzümler ise delikli kalburlarda elenerek çuvallara konurdu.Sonraki yıllarda ise bu üzümlerin altına gazete kağıdı veya naylon serilmiştir. Böylece üzümün toprakla teması kesilmiş olur.
.
Anadolu toprağı bereket demektir. Anadolu onu seveni daha çok sever. Sevdikçe daha çok ürün verir.Sevdikçe ona gönül verenleri gücendirmez, gönüllerde taht kurar.
O gün Dülgerler’in Sulusaray yakınlarındaki Bulhazbaşı’n da ki kuru üzüm sergisi de böyledir. Sergide ki üzüm taneleri öyle güzel ve temiz kurumuşlardı ki İsmail Ağa eline kuru üzüm
salkımını alıp karısına gösterdi;,
“Fadime “ dedi “Şuna bah hele !”
Fadime kadın kocasının elindeki kuru üzüm salkımına şöyle bir göz attıktan sonra
“Heriif ! Maşallah de ! Maşallah ! Tüm salkımlar aynısı. Bu yıl fırtına mırtına da olmadı.
Olmayınca salkımlar gelin eli gibi maşallah !”
Fadime kadının oğlu Mustafa kuru üzümleri çuvallara dolduruyordu. Annesine güldü;
“Ana “ dedi “Gelin eli üzüm gibi mi olur ?”
“He tabi !!! Başka nasıl olur ? Elbette gelin eli gibi temiz olur” diye söylendi. Sonra başını
Mustafa’ya döndürüp;
“Sen garının elini heç kirli gördün mü ?”
Mustafa doldurduğu üzüm çuvalını sırtlayıp arabaya koyar iken,
“Doğru valla !” dedi “Bizimkinin eli hep temiz olur”
Fadime kadın
“Aah ah !” dedi “Anaların lafını bi dinneseniz ! Analar evladını hep korur amma bunlar bilmez !”
Sonra oğlu Mustafaya
“Mıstafam !” dedi “Keşke Saffeti’mi de getirseydin. Çocuk toprakta goşar oynardı !”
“Ana, gıyamadım ! Hem mışıl mışıl uyuyordu “ dedi Mustafa
Fadime kadın derince iç çekti,
“Aaah ah ! Ben yanarım yavruma ! Yavrumda yanar yavrusuna ! “ dedikten sonra
gözleri küçük oğlu Hüseyin takıldı;
Hüseyin sergideki işini yarım bırakmış, ayakta dikili bir halde etrafa kuşkulu gözlerle bakıyordu.
Fadime kadın
“Ne oldu len ? Gene değnek gibi dikildin !” dedi
Hüseyin anasına cevap vermedi. Arkadaşı Emmilerin Ahmet’e dönüp;
“Amet” dedi “İlerdeki çalılıklarda karartılar gördüm”
“Nerede ?” dedi Ahmet
Hüseyin elleri ile yüz, yüz elli metre ilerideki çalılıkları gösterdi,
“Aha, şu sivri kayanın ardındaki çalılıklar !”
Emmilerin Ahmet gösterilen yere dikkatlice baktı; bir şey göremedi.
“Hayal görmüş olmayasın ?” deyip güldü.
O sıra lafa babaları İsmail Ağa karıştı
“Az önce ben de gördüm. Fakat telaşta kalmayın diye ses etmedim “ deyince karısı Fadime kadın;
“Amanıııınnn !” diye hayıflandı. Sonrada devam etti,
“Aman ki aman ! Elinizi çabuk tutun ! Üzümleri sergiden toplar toplamaz buradan
hemen gidelim !”
Alel acele sergide kalanlarıda kalburla elemeden toz toprak içinde topladılar.
Sarı Mustafa inanmıyor, kırat’ı bağladığı yerden çözerken kendi kendine söyleniyordu;
“Yok canım !” diyordu “ Dört kocaman adamız, bize kim zarar verebilir ki ?”
Fadime kadın ise,
“Mıstafa dırlanıp durma ! Düşman uyumaz derler. İçime kurt düştü. Neme lazım
buradan hemencik gidelim !” dedi.
…
Öyle de yaptılar. At arabası ve eşeklere yüklenen kuru üzüm çuvalları hazırdı. Henüz elli altmış adım gitmişlerdi ki Fadime kadın;
“Tüüüh ! Kahretsin ! Kalburu sergide unuttum !” deyip gerisin geri yürüyordu ki İsmail Ağa,
“Dur kadın !” dedi “Ben şimdi alır gelirim !”
O gün hava gizemli bir haldeydi O gün Erciyes’in başı az bulutluydu fakat eteklerine
yerleşen sis onu belli belirsiz yapıyordu. Halbu ki başka zaman olsa Erciyes doruklarında ki karları gümüş bir madalya gibi doğaya yansıtırdı.Erciyes kendi bedenine saklanmış olacakları
görmemek için sanki yüzüne ince bir tül çekmişti.
“Tak ! Tak ! Tak !” Sonra bir daha
“Tak ! Tak !” etti.
Silah sesleri etrafı çınlattı. Çalılıklarda ki kuşlar korku ile havalandılar.
İsmail Ağa sıcak bir şeylerin vücuduna temas ettiğini hissetti. Vücudu ağırlaşmış, ayakları bedenini tartmaz olmuştu. Bu da neyin nesi dercesine elinden toprağa düşen kalbura bakıyordu.
O an vücudunu yoklamak aklına bile gelmedi.Belini doğrultamamıştı.
Bir ara karısı ve çocukların bulunduğu yere baktı; kendisine doğru koşuyorlardı. Ayakları altındaki toprakta kırmızı ıslak lekeler oluşmuştu.İsmail ağa bunlar bana mı ait dercesine şaşırdı. Ayaklarında takat kalmamıştı; dizleri büküldü ve bir çınar bedeni gibi toprağa devrildi.
“Babam !” diye bağırdı büyük oğlu sarı Mustafa “Babam sana gıydılar !”
Mavzer kurşunu İsmail Dülger yere eğildi ği an omzundan girip boynundan çıkmıştı.
Fadime kadın kendini yerden yere atıyor,
“Amanıınn ! Herifimi vurdular amanın !” diyor başka şey demiyordu.
Kendini ilk toparlayan sarı Mustafa oldu.; Babasının sırtından ve boğazından akan kanı
durdurmak istiyor diğer yandan kardeşine bağırıyordu
“Hüseyin at arabasını hemen boşaltın ! “
Hüseyin ve Emmilerin Ahmet bunu bekliyormuş gibi koşarak arabaya doğru gittiler.
Mustafa babasının kan akan boynuna boğça bezi sarıp onu kucağına aldı ve arabaya doğru
hızlıca yürüdü.
Gülşehir- Nevşehir kavşağına vardıklarında yaralı İsmail Ağa’nın iniltisi kesilmişti. Mustafa bunu farketmişti ama yanındakilere belli etmedi. Bir umutla belki yaşıyor diye düşündü. Nevşehir tarafına giden bir kamyon falan var mı diye baktı; toprak yol ıpıssızdı. Babası İsmail’in soluk alış verişleri belli olmuyordu.
Sarı Mustafa at arabasını süren kardeşi Hüseyin’e bağırır gibi;
“Hüseyin, atı kamçıla !” dedi.
….
Nar belediye meydanına vardıklarında Fadime kadın kocası İsmail’in hala yaşadığını sanıyordu. İsmail Dülger’den ise ses seda yoktu. Narlılar bir anda at arabasının etrafını sardılar. Ve İsmail Ağa’yı bir dolmuşa koyup hastaneye götürdüler..Akşam üzeri aynı dolmuş İsmail Ağa’yı evinin yakınında ki kara dutun dibine getirdi.. İsmal Dülger ölmüş, evine cenazesi gelmişti.
Karısı Fadime, kendini yerden yere atıyor , canhıraş feryatları belediyeye kadar ulaşıyordu.
“Gomşular İsmail’im gettiii! “
İsmail Dülger’in kızı ve oğulları derin acılar içinde bir şey yapamamanın ıstırabını yaşıyordu.
Oğlu Hüseyin göz yaşları içinde yumruğunu sıkarak,
“Babamın intikamını alacağım !” diye bağırdı
Salihlerin Hayriye kadın Hüseyin’e can oldu
“Al guzum ! Babayın ganını Sulusaray’lıya goma !”
Barutcunun Hayriye de fitili ateşler gibi,
“Aah ah ! Aslan gibi İsmail’i vurdu gahpeler !” diyor başka şey demiyordu.
Nar’ın erkekleri ise derin ve ezik bir sessizlik içinde cenaze evinde toplanmıştı.
Ortalıkta çıt yoktu. Herkesin yüzünde keder ve meçhule gezinen bir anlam vardı.
Hiç kimse bundan sonra olacakları düşünmek dahi istemiyor gibiydi. Çünkü Nar ve
Sulusaray arasındaki bu su kavgasında ilk kan akmıştı. Ya bu kanın devamı gelirse ?
Kirişlerin Emine’in ortalığı çınlatan sesi duyuldu;
“Eeey Narlılar ! Bu kan burada galmıyacak ! Adam olan bu ganı yerde bırakmaz !”
Başka bir ses;
“İsmailin ganı yerde galmaz ! Hesabı Sulusaray’lıdan sorulacak ! ” dedi
“Vah vah ! İsmail’i nerede vurmuşlar ?”
“Bulhazbaşı’nda diyorlar !”
“Çohlar mıymış ?”
“Bilmem. Gaç gişi olduğunu bilen yoh ! Alaman mavzeriyle vurmuşlar”
“Vah İsmail’im vah ! Boyunu posunu sevdiğim ! Sana nasıl gıydılar !”
“Vah ki vah !” dedi Milazımın Hayriye de
“Aslan gibi İsmail’i yediler ! Yedilerde bitirdiler ! “
Bir başka kadın ellerini dizlerine vurup feryat figan ediyordu;
“Vaaayy İsmail vaayy ! Elleri gırılsın ! Gırılsında gendi ganlarında boğulsunlar !”
İsmail Dülger’in oğlu Hüseyin yerinde duramıyor, insanlar ağıt yaktıkça daha çok kızıp köpürüyordu.
“Gan akacak “ dedi Hüseyin yere tütkürür iken “Öyle bi gan akacak ki !”
Hüseyin’in eli yüzü toz toprak içindeydi.Ağız kenarına bulaşan toprak çamurlaşmıştı.
Hüseyin sinirli bir halde yere bir daha tükürdü.
O sıra Muhtar, Hüseyin’in yanına yanaşıp, usulca;
“Hüseyin “ dedi “Biz de çok üzüldük. Bu mesele burada bitmeyecek lakin, önce babanı yarın
defin edelim. sonrası Allah kerim !”
Hüseyin muhtara cevap vermedi; ters ters baktı.
O gün ortalık çok gergindi. Bazı kişilerin ceket altları şişkin ve silahlı oldukları belli oluyordu.
Bu iş burada kalmayacak ilk kan sonrası kan akacak gibiydi.
Sarı Mustafa insanların yüzlerindeki öfkeyle karışık endişeyi görüyordu
“Allah kerim !” dedi Mustafa. “Muhtar doğru söylüyor;
"Yarına Allah kerim ! “
“Yarın ola hayır ola !” dedi tekrar muhtar. Muhtarın beli şişkin ve doluydu.
Sarı Mustafa çok hüzünlüydü. Babasının akan kanı hala elbisesindeydi. Değişmeye vakti dahi olmamıştı. Çaresizce parmaklarını sıkıyor, sıktıkça parmaklarından değil yüreğinden “Küt ! Küt !” ses geliyordu. Mustafa hırsla mırıldandı;
“Hele yarın bi olsun da !” dedi
…
.
Yarın oldu; Nar halkı göz yaşları içinde İsmail Dülger’i toprağa verdiler. Sonrası mı ?
Belediye başkanları, Jandarma komutanı, Nar ve Sulusaray ileri gelenleri toplandı,
Bu gergin ortamı yumuşatacak adaletli bir karar alacaklardı. .Ve aldılar.
Karar şöyleydi. Hiç kimse bir daha diğerine zarar vermeyecek. Su bundan böyle öğleden sonra Kemerpınar gölünden aşağı kısım Sulusaray’a akacak. Nar’dan hiç kimse suyu kesmeyecek.
Kesen olursa cezalandırılacak.
…
Olan güzel insan İsmail DÜLGER’e olmuştu.. Bulhazbaşı’n da kahpece sırtından vuruldu..
Bu olayı Nar halkı hiç unutmadı fakat, kinde gütmediler. Çünkü Narlıların tek bir amacı vardı; çocuklarını okutmak.
Olayı çocuklarına anlattılar. Çocukları da çocuklarına.
Ve bu dramatik öykü günümüze kadar geldi.
Bize de sevgili arkadaşımız Sedat DÜLGER’in bilgileri ve desteği doğrultusunda dedesi
İsmail DÜLGER’in acı öyküsünü yazmak kaldı.
Anısı önünde saygı ile eğiliyorum.
Ol hikaye budur.
Ruhu şad olsun !
.
Katilleri mi ? İki şüpheli beş yıla kadar ceza aldılar..Ve bir zaman sonrada çıktılar.
...
KAYNAK; Sedat DÜLGER (Torunu) ……..Emine Dülger KARACAKURT… (Kızı, 87 yaşında)
https://www.facebook.com/turgay.kozan.92