Sulusaray kasabası da Nar kasabası gibi Nevşehir Merkez ilçeye bağlı kasaba olup, Nevşehir’in hemen altıda bulunan Nar vadisinin devamında yer almış, kızılırmak’a kadar uzanan tarım arazisine sahip bir komşu kasabadır. Kasabamızın Bağları Sulusaray ın hemen üzerine, sulu tarım arazilerimiz ise iki km kadar yaklaşır. Her iki kasaba arazilerinden bazıları da diğerinin sınırları içerisinde dir.
İki kasaba arasındaki komşuluk ilişkileri genelde iyi gitmekle beraber, Komşu rekabetinin, ekonomik sosyal sebeplerin ve istenmeyen olayların getirdiği çatışmalarda yaşanmıştır. Şunu göz ardı etmemek gerekir ki, kasabamızın Nevşehire yakın olması ve ulaşım yolunun muntazam olmasının sağladığı avantaj ile, halkın önemli bir bölümü Nevşehir de esnaf olarak ticari faaliyet bulunurken, bir kısmı memur ve işçi olarak çalışma imkanı bulmuştur. Kasaba çocukları, Ortaokul ve lise olanaklarından yararlanabildiği için okur yazar oranı daha fazla, Üniversite de okuyabilme şansı daha yüksek olmuştur. Kasabamız 1935 li yıllarda Nevşehir ile aynı zamanda elektriğe kavuşmuştur. Komşu kasabanın o dönemlerde sosyo ekonomik durumuna bakıldığında iki kasaba arasındaki sosyo- ekonomik açıdan bariz farklar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu gün Gülşehir yolundan ayrılarak, bulkaz başı üzerinden inen ve sulu sarayı Nevşehir’e bağlayan yol olmadığından, ulaşım olarak dere yatağını kullanarak Kasabımız içerisinden, at ve eşeklerle yöresel Kıyafetleri( Yakasız gömlek, uzun beyaz külah) ile genellikle Pazar günleri ihtiyaçlarını, gidermek için toplu guruplar halinde gidip gelirlerdi. Hemen tamamı bağcılık; sulu tarım ve tarla işleri ile uğraşırlardı.
Özetlemek gerekirse iki kasaba halkı arasında, istenmeyen olaylara bağlı durumlar hariç dün ve bu günde olumsuz sorun bulunmamaktadır.
İki kasaba arasında yaşanan ilk tatsız olay, 1949-1950 yıllarında dır. Yanılmıyorsam be ilk okul 4 veya 5 nci sınıftaydım. O zaman ismini ilk defa duyduğum Köy Enstitülerinin verdiği mezunlardan 3-4 öğretmen (Aslen Nar doğumlular) kasabamıza atanmıştı. Hepsini saygı ve rahmetle andığım bu öğretmenler, çeşitli bilgi ve beceri kazanmış, bu yönleri ile halka ışık tutan bu cevval, atılımcı, yenilikçi ve cumhuriyetin atılım ve gelişimini benimsemiş değerli gençler idi. Kısa bir süre sonra, Öğretmen okulu mezunu eski öğretmenler ile bunlar arasında tatsızlıkların olduğu duyulmaya başladı. Bunu akabinde, kasabamızda orta mahalle balcı sokaktan “Delialiler” olarak anılan ailenin oğlu “İbrahim Çiftçi” öğretmenin Komşu kasaba olan Sulusaray’a tayin edildiğini duyduk. Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum, bir gün Bizler okulda iken, İbrahim Çiftçi öğretmenin Sulusaray da vurulduğu Haberi kısa zamanda tüm kasabaya yayıldı. Kasaba halkı, öğretmen ve öğrenciler birlikte infial halinde, Sulusaraya doğru harekete geçildi. Kah yürüyerek kah koşarak olay yerine vardığımızda zaten biz varmadan kalabalık olan meydan mahşer yerine dönmüştü. İbrahim hoca kasaba ilk okulu önünde, öğrencilerin teneffüs sonunda okul içerisine girmesine nezaret ederken, nereden geldiği bilinmez bir kurşunla vurulduğu söyleniyordu Zaten kimseyi de olay yerine yaklaştırmıyorlardı. Sonraları Bu olayı kasti yada bir husumetle yapılmadığı, tesadüfi olduğu haberi yayıldı. Ne var ki bu olayın travması ile iki kasaba halkı arasında soğukluk uzun bir süre yaşandı.
Sulusaray ile ikinci gerilim su ihtilafından kaynaklanan sebep ile yaşanmıştır. O zamanlarda, büyük kısmı kasabanın başlangıcından çıkan vadi boyunca kaynak suları ile çoğalıp, Nar vadisinden akan su miktarı oldukça fazlaydı. Bu gün kup kuru gördüğümüz çaydan Giysimizi diz kapağına kadar toplayarak geçebilir, Çocuklar ebeveynlerinin yardımı ile ancak geçilebilirdi, Bu sular kasabamız tarafından bol bol istifade ederken, Sulu saray oldukça büyük sıkıntı çekiyor sulu tarım arazilerine buğday, arpa ekiyordu. O dönemlerde Kasabamızda, öne çıkan akil insanların ve dolayısı ile halkın inandığı ve ileri sürdüğü iddia, Mademki bu sular bizim kasaba hudutlarından çıkıyor o halde su bizimdir diyorlardı. Komşu kasabada, bu sular hoyratça kullanılmadığı takdirde Nar kasabasının ihtiyacı olanın dışında kalan suları Sulu saraya bırakılmasını istiyorlardı. Öyle bir noktaya gelindi ki Sulu saray kasabası bunu yargıya taşıdı. Kasaba halkı, köy tüzel kişiliği olarak, suların nar sınırları içerisinden çıktığını dolayısı ile kullanım hakkının bizatihi kendilerine ait 0lduğunu, Sulu Saray ise 1949-1950 yıllarında değişikliğe uğrayan yeni Türk Medeni kanununa göre, Yer altı kaynaklarının “Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğunu, hakça bir bölüşüm halinde, Nar Kasabasının Uygun kullanımı ile artacak suyun kendilerine akmasını istiyorlardı. Taraf iddiaları, toplanan deliller ve bilirkişi incelemeleri sonunda, Mahkeme suların geceleri Sulu Saraya akmasına karar verdi. O sıralarda Nar Belediye Başkanı olan Kazım Ünal, kasabanın hakkını yeterince savunamadı diye uzun süre eleştirildi. Verilen karar iki kasaba arasında uzun yılları alan gerginlikler, tatsız kavgalar ile devam etti.
İki Kasaba arasın da bu gerginlikler devam ederken, Çok vahim bir olay daha yaşandı. Daha önce değindiğim gibi Kasabamızın Bağları ve Bahçeleri Sulu Saray kasabasının hemen yakınına kadar uzanıyodu. Bu husumetin verdiği endişe ve korku ile insanlar mülklerine gidip gelemez olmuştu. Nitekim bir gün Bulkaz başı denilen, Sulu Saraya 1 km mesafede , eşi ile kuruyan üzümü kaldırmakta olan, Dülgerlerden İsmail ağa, nereden geldiği, kimi attığı bilinmez bir mavzer kurşunu ile vuruldu biz o sırada bir km kadar mesafede Halalarım ve ailesi ile kevenlik mevkiin de Bağ işleri ile uğraşırken, Aşağıdan koşarak gelen ve yardım isteyen kişiden vurulan İsmail ağa olduğunu öğrendik. İsmail ağa Halamın eşi Ahmet eniştenin kardeşiydi. Topluca olay yerine koşmaya başladık. Bir at arabası ile hastaneye götürüyorlardı. Çok kan kaybetmişti Hastaneye yetişmeden rahmete kavuştu. Bu olayla iki Kasaba arasında hava iyice gerildi. Nevşehire Nardan geçemez oldular. Uzun süre iki kasabanın çatışması devam etti. Zaman içinde Bulkaz başı üzerinden ulaşım yolları açıldı, zamanla yörede bağcılık önemini kaybettikçe ve insanlar tarımla uğraşmaktan uzaklaştıkça, sorunlarda yok oldu. Tahmin ederim ki Sulu Saray kasabası da bu gün her yönü ile gelişmiştir Her iki kasaba halkına saygılarımla.
Yaz mevsiminde bahçelerin sulanması sırasında suyun az gelmesi ve Sulusaray'a suyun az veya hiç gitmemesi ile kavga ve münakaşalar çıkmış ve cinayet işlenmiştir.Sulusaraylılar bize su vermiyorlarlar diye dava açmışlar davayı bizim Narlı tanıklar bı suyun Göre'den gelen çayın suyu olduğunu, kendi kaynaklarımızı ( Türkmen Aharı ve mahalle çeşmelerimizi , - Kavaçık Çayı ve pınarları, Çombuz daki ve diğerleri, - Gecçayı nı) söylemeyi bilemedikleri yani bu çayın büyük bir kısmının Nar'ın kendi arazilerinden çıktığını ifade edemedikleri için mahkemeyi kaybetmişler..O tarihlerde babam Kazım Ünal belediye başkanı seçilmiş bu kararı bozdurup yeniden dava açmak için beni dava edin diye akıl vermiş.Suyu sattı diye dava açılmış.Dava sırasında babam yeni tanıklar dinleterek yukarda yazdığım su kaynaklarımızı isbat ederek bu çaya ait suyun büyük bir kısmının Nar'ın kendi arazi kaynakları olduğunu isbat ederek ederek mahkemeyi kazanmış haftanın 1 gününde su hakkı Sulusaraya verilmiş..Bununla ilgili mahkeme kararı babamın evrakları arasında bulmuş ve okumuştum.Babam Hukuk Fakülte 2 den ayrulmış biridir.Ayrıca Kolsuz Hasan Bozkurt'un küçük oğlu Ali'dede aynı karar var.
Gündüz televizyon yayını yokken arkası yarın dinleniyordu. Gündüz yayınları başlayınca arkası yarınların yerini Brezilya dizileri aldı.
O zaman heyecanla izlediğimiz bu 15 ila 20 dakikalık dizilerden sadece bir tanesinin adını hatırlıyorum Rozalinda.
Boş oturmak diye bir şey asla yoktu.Ders çalıştıktan sonra Halk Kütüphanesi'nden ödünç alınan romanlar mutlaka okunur.
Dizi izlerken bile elişi yapardık.
Mevsim kış ise öğleden sonra herkes birbirine gezmeye giderdi. Öyle şimdiki günler gibi hazırlık yapılmazdı. Ya çat kapı gidilir, ya da yarım saat önce çocuk gönderilerek müsait iseniz size oturmaya geleceğiz denirdi.
Misafir gidilen evde genç kız varsa gezmeler güzel olurdu. Anneler sohbet ederken kızlar mutfakta ikramlıkları hazırlardı. Hem de sohbet ederdi. Sohbet konuları magazin, televizyon, okuduğun kitabın konusu veya dünürcüler olurdu en çok.
O zaman kızların sevgilisi olmazdı. Sevdiği olurdu. Buluşma, el ele tutuşmak falan olmazdı. Uzaktan bakışma, mektuplaşma olurdu sadece. Ailesi bilmez, çok yakın arkaşı bilirdi sadece. Sakladığı mektupları annesi bulupta bir araba sopa yiyen çoktu.
Bu kızların çoğu evlenemezdi sevdiği ile.
Seksenli yılların ikramlıkları kısır, kek, kurabiye ve bisküvili yaş pasta idi. Şimdilerde bunların adı anne keki, anne kurabiyesi, anne pastası oldu.
Kek tenceresi bir de davul fırınlar vardı ki, kocaman tepsisi ile yapılan kek sülaleye yeterdi.
Annelerimiz börek, çörek yapardı ama kızlar pasta yapmayı severdi. Tarif isteyince bazıları vermezdi pasta tarifi, devlet sırrı gibi saklar, ya da eksik tarif verirlerdi.
Doksanlara gelindiğinde ise özel televizyonlar ve gazeteler tarif vermeye başladı. Şimdiki gibi internet yok açıp bakacak.
Hafta sonu gazeteler kurabiye, pasta kitapçığı verirdi. Erkenden gidip alırdık yoksa tükenirdi.
Doksanlarda kakaolu ıslak kek moda oldu. Karakız pastası, kunta kinte gibi isimler verilirdi. Yaş pasta çeşitleri, değişik kurabiyeler, pasta kalıpları çıktı. Elmalı kurabiye, çiçek, kurabiye, tırtıl kurabiye...
İkramlar hazırlanır, çaylar içilirdi. Anneler kızların lafa karışmasını istemezdi. Çay faslı bitince bulaşık imece usulu çabucak yıkanıp elişiler alınır, kızlar kendi aralarında, anneler kendi aralarında konuşur, hemde elişi yaparlardı.
Ne güzel günlerdi.
Sunum çılgınlığı, alışveriş manyaklığı yoktu. Sosyal medyadan gösteriş yapmakta yoktu. Ama insanlık vardı, komşuluk, hak hukuk.
O yıllarda Nar da çalışma çoktu. Ortaokul üçüncü sınıfa gidiyordum. Arkadaşlarla Harman denilen yerde maçımız vardı. Ve geleceğime söz vermiştim. Ben aslında iyi bir futbolcu değildim. Hani top geçer adam geçmez denen tiplerdendim. Neyse… Söz mü söz ! İyi ama o gün Pazar, ne yapacağız ?
Kemerpınar da çok iş var. Sesler duyuyorum, babam kırat’ı ahırdan çıkarıyor. Ne etmeli ? Ne yapmalı da öze gitmemeli ?
Henüz yataktayım fakat beynim olağanüstü çareler arıyor.Derken gözlerim ışıdı; çareyi bulmuştum. Yatakta birden kıvranmaya başladım;
“Anaaam ! Karnııım ! Ölüyooom !”
Anam telaşla içeri girdi
“Noldu yavrııım ?”
Onun geldiğini görünce ben daha çok kıvranıyorum; öyle böyle değil yorgan ayak ucuma kadar gidiyor.
“Anam karnım ! Çoh ağrıyooorrr! “
“Tüüh ! Gördün mü oğlanı !” dedikçe ben,
“Öldüm ! Bittim ! Karnım !” nidaları artarak devam ediyor.
O sura avludan babamın sesi geliyor,
“Nolmuş gııız !”
“Nolucak garnı çoh kötü ! Bari nenesine götürümde bi ohusun !”
Babam ters bir şeyler söylüyor..Anam beni kolumdan tutup üç ev ilerdeki emmimin karısı Ayşe neneme götürüyor. Ayşe nenem çok dürüst, inancı tartışılmaz bir Osmanlı kadını. Başı, karnı, sırtı bile ağrıyana derince okuyanlardan. Şaka değil, bir kısmını iyileştirenlerden. Neyse şimdi sıra bende; bu sefer karşısında rolünü süper oynayan bir çetin ceviz var. Yani Ayşe nenemin işi biraz zor. ilk sözü
“Gız Hayriye, bu deli oğlana nolmuş böyle ?” deyip beni iki dizi arasına alıyor ve başlıyor bildiği duaları okumaya.. Ayşe nenem okudukça esniyor. Okudukça daha çok esniyor;
“Gıız bacım ! Bu oğlan çoh kötü hasta valla ! Nazar mı değdi acep ? Beni nasılda esnetiyor böle bah bah !"
Anam başımda;
“Hele ohu ohu ! Bi daha ohu ! Belki geçer !” diyor.
Diyor amma ben kıvranıyorum. Şayet ağrım bir dinerse hapı yuttuk demektir. Harmanda ki maç da, arkadaşlara verdiğim söz de biter. Senaryo tam olmalı ki evde ki inanmalı.
Ayşe nenem bir taraftan okuyor, diğer taraftan esniyor. O değilde nenemin derin esnemeleri az kalsın beni uyutacak. O zaman tüm planım altüst olacak. Durur muyum;
"Anam ! Öldüm !" diye kıvranıyorum. Sonunda nenem pes etti,
Eve tekrar geldiğimizde babam kendi kendine söyleniyor,
“Bilmem ne yaptığımın oğlu, tam hastalanacak zamanı buldu !”
Ben yüksek sesle odada kıvranıyorum. Babam öyle kolayca ikna olacak tiplerden değil. Sesim avluya kadar ulaşıyor; başarmak üzereyim.
Kırat’ın arabaya koşuluşunu duyuyorum. Belli ki birazdan gidecekler. Anam tekrar odaya giriyor
“Yavrım, garnın iyi olunca öze gel emi !” diyor.
“Tamaaam !” diyorum karnımı tutarak.
Biraz sonra kulaklarım dış kapının örtüldüğünü duyuyor.Ve duyar duymaz zafer kazanmanın sevinciyle yataktan fırlıyorum;
“Heeyt be ! Başardım !”
O zamanlar herkeste spor ayakkabı yok; soğukkuyu ayakkabımı giyer giymez sokağa fırlıyorum. Ceket cebim ise kuru üzüm dolu; acıkırsam yiyeceğim. Heyecanla Harman’nın yolunu tutuyorum.
Maç mı ?
Yine defanstayım; top geçiyor, adam geçmiyor ama maalesef maçı yine kaybettik !
Kahretsin !
…
Akşam oldu. Senaryoyu devam ettirmem lazım. Ama nasıl ?
Düşünüyorum…
...
( Anılar bir çınar ağacı dibinde filizlenir ve yavaş yavaş boy atar. İşte o zaman yaşam yeniden soluk alır, ve kuş sesleri arasında canlanıp "Merhaba çocuklar !" der "Bizi unutmadığınıza öyle çok sevindik ki !" Ve bir süre sonra çınarlar gider. Filizler boy atar ve dünyada yaşam aynı duygular içinde sürer gider. Başka türlü ise filizler kurur ve o toprakta ot bile yetişmez . Onun içindir ki anılara yeşeren bir filiz gibi su vermek gerek...)
Bazen "İyi ki o topraklarda yaşamışım " diye söylenirim.Bizim Nar, Yaşar Kemal ve Necati Cumalı'nın anlattığı küçük Çukurova gibidir; tüm renkleri içinde barındırır.
Nar, Kızılırmak'a kadar uzayıp giden servi boylu, yeşile meftun saklı bir cennettir. Bülbül sesleri ile suların akışı öylesine ahenklidir ki burada yaşamaktan mest olursunuz
Başınızı kaldırır gökyüzüne bakarsınızda uçsuz bucaksız maviliğin içinde pamuk dokusu bulutlardan sıyrılmış Güneş size gülümseyerek " Merhaba çocuklar !" der. "Kaç zamandır nerelerdeydiniz ?"
Nar'ı anlatmak ve onun ince damarlarına dokunmak bir başka güzeldir. Aslında Nar; gidenlerin bize bıraktığı bir masal ülkesi gibidir; heyecanla açılan bir yonca çiçeğinin suya ve Güneş'e olan sevdasıdır.
Nar, bir karıncanın izinde yürüyen çocukların heyecan içinde sevinç çığlıkları attığı bir yaşam kaynağıdır .
Nar; gönüllerde harman olan efsanelerin hayat bulduğu tılsımlı bir dokunun gerçeğidir...İşte bundan dolayı onu anlatmaya devam edeceğim. .Selam ve Saygılarımla
Ne ilginçtir ne güzeldir sesi su gibidir taa yüreğinin içinde hissedersin gırtlaginda yaptığı nağmelerini dinlerde dinlersin o
bıkmadan usanmadan akan suların eşliğinde yeşillikler içinde devasa ceviz ağaçlarının gölgesinde birde aylardan Mayıs ayı ise sorma gitsin insanoğlunun keyfine.
İşte tam da burada başlıyor hatıralardan bir demet.
Yıl 1970 lerin ilk yarısı aylardan Mayıs sonu ve yeşil vadimiz Nar Kasabasında geçmektedir bu çok güzel yaşanmış bir olaydır.
Yaşı 40 ve 50 üzeri olanlar bilir.
Büyük Camii hocamız Salim hocayı tanımayan yoktur kendi ilminde agah bilgili entellektüel ve keyif adamı olan sesi son derece güzel Türk Sanat Musikisi aşığı dini bütün ama sosyal yaşantıyi kendi iç dünyasında pekistiren tam bir Atatürkçü ender din adamlarımizdan biriydi.
Bunu anlatmamdaki maksat hocanin kişiliği hakkında yeni yetişen gençlerin bilgi sahibi olmasını hatırlatmak istememdir. Kendi jargonunda vizyon ve Misyon sahibi bir insandır. Narımızın ender güzel simalarından biriydi.
Salim hocanın en büyük zevki işini layıkıyla yerine getirdikten sonra çok sevdiği kadirah mevkiine gidip kendisiyle başbaşa kalarak bir gazel okuması veya başka makamlar okuması Salim Hoca dalmış okurken nice oradaki bahçe için çalışmaya giden insanlar sesini duyup yavaşça fark ettirmeden huşu içinde dinlemeye koyulurlar ve sonrasında kendi aralarında sesinin güzelliğini konuşurlardi. Yine günlerden bir gün öğlen namazını cemeatla eda ettikten sonra hemen kadiraha gitmek için yola çıkar birazda peynir ekmek ceviz alarak çıkınına ikindi ye kadar bir an önce gidip gelmektir . Maksadı söyle bir dolaşıp gelmektir uzun uzadıya kalmadan ve kendine güzel bir yer bulur sırtını dayayabilecegi bir ağaç oturur biraz nefes alır dinlenirken birden bir gazel okumaya başlar şarkılar birbirini takip eder gider rast hicaz devam ederken bir bülbül gelir hocanın sağ omzuna konar hocanın şarkısını dinler hiç ses çıkarmadan ve hoca bitirdiğinde başlar bülbül o güzel gırtlak nağmeleriyle ötmeye epeyce şarkı söyledikten sonra bülbül susar ve başlar hoca okumaya bir bülbül bir hoca epey bir süre devam eder zamanın nasıl geçtiğini anlıyamaz hoca ve geceye doğru bülbül çok kıskanır hocayı orada bulunan orman üzümünün (böğürtlen ) dikenlerine batırarak intihar eder. Bu arada elde Fenerler hocayı aramaya çıkmışlar. İkindi olmuş akşam olmuş yatsı olmuş hoca yok epeyce bir aile meraklandıktan sonra arama sesleriyle kendine gelmiş hoca. ...
Bu olayı babama anlatmış oda bize nakletmişti. Nurlarda yatsinlar.
Nar Kasabası halkı eskiden çoğunlukla kayalar içine yapılan korku tünelleri gibi evlerde yaşadığı için hikayeler anlatılırdı. Bu hikayelerin çoğunluğu yaz aylarında geçsede kışın anlatılır, soba diplerine yanaşmış ihtiyarların bir gülümseme belirirken olayın gerçek veya gerçekdışı olduğu sorgulanmaz biz bir kedi yaveusu gibi kıvrılan çocuklar pür dikkat dinlerdik. Hikaye bittiğinde o hikaye bir kabus gibi gözlerimizde canlanır, geçici bir korku atmosferinden sonra sobanın sıcaklığında uyuya kalırdık.
…
Yıllar önce Nar Kasabası’nın bağlarında küfelerle toplanan şeker tadında sarı kayısılar Güneş’e nazır damlara serilir ve kuruması beklenirdi. Altın renginde bu doğal kayısılar şaklanır yani ikiye ayrılıp çekirdekleri alınıp kurutulurdu. Kışın yemeklerden sonra tandır ateşinde pişirilen bu kayısılar tatlı olarak soframıza gelirdi.
Hikayemiz işte o şahlama zamanında geçer.
…
Nar, aşağı mahalledeyiz. Rahmetli eniştem İsmail Taşçı’ya şöyle sormuştum;
“Yav eniçte !” dedim “Bana sizin damda geçen şu zelderi şaklama hikayesini bi anlatsana ”
Birden yüzü kasıldı; gözleri döner gibi oldu ve;
“Sus lan gevur !” dedi “Aklıma getirme !”
Eniştemin damarına bilerek dokunmuştum. Aradan yıllar geçtiği halde hala korkuyordu.
Hikaye mi ? Anlatayım:
…
İsmail ağanın Bulhazbaşı yokuş mevkiinde çok kayısı ağacı vardı. O gün karısı Zeynep ile olgunlaşan kayısıları toplayıp küfelere doldurmuşlardı. Karısı Zeynep;
“Heriif !” dedi “Bu yıl dalları soğuk almadı ya maaşallah, zelderi pek çoh “
İsmail ağa karısı Zeynep’in küfeyi tutan ellerine baktı; nasırlaşmış avuç içleri çatlamıştı. Karısı Zeynep yetim büyümüştü. Henüz dokuz yaşında annesi ölmüş Nalçacı yeniden evlenmişti. On beşinde ise Zeynep kız kendisine gelin gelmişti. Zeynep’in elleri geldiğinde kız eli gibiydi. Oysa şimdi bir erkek eli gibi nasırlaşmıştıı. Çoluk çocuk ne yiyecek ? Ekmek aslanın ağzında; Nar gibi bir yerde çalışmazsan olmaz ki..diye düşündü.
İsmail ağa karısı Zeynep’e acıdı.
“Gıız Zeynep !” dedi “Küfeleri ben at arabasına goyarım, sen yardım et yeter !”
Zeynep kadın kocasının dediğini yaptı; kayısı küfelerini sırtına almasına yardım etti. At arabasında sekiz küfe kayısı vardı. Zeynep kadın,
“ Herif !” dedi “Evde beş küfe zelderi daha var. Bunları şahlamah zametli olacah !”
“Olsunda zametli olsun. Şu küfelere bah ! Maaşallah de !”
“Maaşallah !” dedi Zeynep kadın.
…
Eve geldiklerinde akşam ezanı okunuyordu. Namazlarını kıldılar. Zeynep kadının eli çevikti; bir çırpıda bulgur pilavı sofraya geldi. Pilavın sıcaklığına aldırmadan dolma turşu ile bir güzel yediler. İsmail ağa;
“ Zeynep” dedi “Akşamın serinliğinde küfeleri dama çıharalım. Heç olmazsa yarın şahlamaya hazır olur “
“Tamam, herif ! Sen bilirsin “ Dedikten sonra içi kayısı dolu tüm küfeler dama çıkardılar
…
Ertesi gün kayısı şaklama işi başlamıştı. Fakat bir türlü bitmiyordu. Karanlık basıncaya kadar yarısını ancak şaklayabilmişlerdi. Zeynep kadın;
“Herif !” dedi “ Gerisini yarın yapalım. Bugün her yanım gırıldı valla !”
İsmail ağa da yorulmuştu. Karısının sözlerini minnet bildi; şahlama işini bıraktılar.
…
Ertesi gün İsmail ağa erkenden dama çıktı. Çıktı fakat biraz şaşırdı. Çünkü şaklanacak zelderi beş küfe kaldı sanıyordu fakat üç küfe kalmıştı.
“Allah ! Allah !” deyip kendi kendine söylendi. “Yav ben saymıştım, beş küfe vardı”
O sıra komşusu Hacı’nın sesini duydu. O da kendi damlarına erkenden çıkmış birşeylerle uğraşıyordu. Hacı;
“ İsmail abi” dedi “Sabah sabah ne söylenip duruyon ?
“Yav Hacı şahlanacak beş küfe zelderi vardı fakat şimdi baktım üç küfe kalmış “
Komşusu Hacı
“ Yav İsmail abi “ dedi “ Dün gece yarısına kadar damda zelderi şahlıyordunuz. Ben ayak yoluna çıkınca sizi gördüm. Hatda kolay gelsin, yorulmadınızmı dedim, hiç ses etmediniz “ deyince İsmail ağa’nın yüzü kül gibi oldu.
“ Hacı ne şahlaması ? Biz ezanla birlikte aşağı odamıza indik “
“Valla bilmem !” dedi Hacı “ Gece yarısına kadar karanlıkta birkaç kişi damda zelderi şahlıyordu; ben siz zannettim “ deyince İsmail ağa’nın dizlerinin bağı çözüldü. Tam düşecekti ki yanındaki içi zelderi dolu küfeye tutundu.
“Lan, ha ha Hacı !” dedi “ O be be ben değildim !”
Hacı, İsmail ağa’nın şaşkın ve korkmuş halini görünce zorla güldü fakat o da korkmuştu.
“Yani şeytanlar mıydı ?” dedi
İsmail ağa ayakta bir an düşündü; beş küfeden ikisi şahlanmıştı. Bunu yapan ya şeytansa ?
Hacı’ya cevap vermeden taş merdivenlerden yuvarlanır gibi aşağıya indi. Karısı Zeynep çorba pişirmiş sofraya koymuştu. Kocasının telaşlı halini görünce;
“Noldu herif ?” dedi “Şeytan görmüş gibisin”
“Zel zel zelderiler gece şahlanmış “ diyebildi.
Zeynep kadın kocasının söylediklerinden bişey anlamadı;
“Dün biz şahlamıştık “
“Bizim Hacı söyledi; gece birkaç gişi sizin damda zelderi şahlıyordu dedi. İki küfe zelderi şahlanmış !
Deyince bu sefer Zeynep kadın;
“Süphanallah !” dedi “Hacı iyice görmüş mü ?”
“Görmez mi, elbet görmüş. Hatda golay gelsin demiş. Hiç ses etmemişler. Valla Zeynep, ben o dama bir daha ne çıkarım, ne de zelderi şahlarım !”
…
O yıldan sonra rahmetli eniştem İsmail Taşçı dama çıktı mı, çıkmadı mı ? bilmiyorum fakat espiri olsun diye sorduğum o soruya cevabı korku ile karışık;
“Sus lan ! O meseleyi açma !” oldu.
…
NAR da şimdi kayısılar oldumu bilmiyorum.
Bence geceleri kayısı şaklamayınız...
...
Eniştem de, babamız bir annemiz ayrı Zeynep ablam da vefat edeli yıllar oldu. O kaya kubbeli ev içindeki anılarla birlikte satıldı. . Hayat böyle; içinde şeytan bile olsa kısa bir hikayeden ibaret.
Cumhuriyet bayramı bizim çocukluğumuzda çok güzel olurdu. Siyah önlüklerimiz yıkanır, beyaz yakalarımız kömür ütüsünde bir güzel ütülenir ve o gün okula tertemiz giderdik. Kömür ütüsü kocaman bir demir yığını olduğu için zor kaldırırdım. Neyse..
O günlerdeki heyecan anlatılmaz güzeldi. Bizim evin bayır yolunu çıkarken kalbim güm güm atardı..Şaka değil valla gerçekten, şu an bile hatırlıyorum.
Okula vardığımızda arkadaşlarım arasındaki sıcaklık diğer günlerden çok daha farklı olur çocuklar o sabah bir başka güzel gülerdi. Hele görevli kolluğu takan arkadaşların yürüyüşü bile değişir havalara girerlerdi. Cebimizde ise tatlı benzeri şeyler alacak paramız mutlaka olurdu. O gün bayram ya her nasılsa harçlığımız istemeden evden verirlerdi
Çeşit'in bakkaldan bandırma lokumu alır güle oynaya yerdik
Yani biz çocuklar bayram günü bayram ederdik.. Şimdi o heyecan ve neşe çocuklarda çok az.. Bunun sorumlusu kim deyip derinlere inmeyeceğim.
İlkokul 4. sınıfta Rezan hoca bana bayramda bir şiir görevi vermişti. Şiirin adı ise "Bu vatan kimin ?" Bir gün önce şiiri ezberledim fakat bayram günü kürsüye çıkınca heyecanlandım..Hayatımda ilk defa kürsüye çıkıp şiir okuyacaktım fakat heyecandan yanaklarım al al oldu ve şiirin ortasında takıldım..Aman Allahım ! Toparlanmalıydım; çünkü meydanda herkes bana bakıyordu. Mesele benim utanmam değil, Rezan hocaya mahcup olacaktım. Bunu başarmalıydım. Bir gün önce ezbere su gibi okuduğum şiirde takılmıştım.. Neyseki aklıma geldi ve devamını okuyup alkışlarla kürsüden indim..
Kürsüden indim fakat yüzüm kıpkırmızıydı.. Hoca bana bişey demedi fakat o günki heyecanımı ve utancımı hala unutamam..
Şimdi düşünüyorumda o şiir bana edebiyatı sevdiren en büyük etkendi..Bu vatan kimin ? şiiri..
Bunlar iki kardeştiler lakapları"eski"eskinin Emine dudun'eskinin Abdullâğa, Abdullâ birinci sırada oturur Emine dudun ikinci sırada; Aylardan Ağustos ,Abdullâğân uşüyorum diye evin içinde çubuk odun yakar bunu sık sık yapardı bi bakarsın ki camlardan duman çıkıyo alevler dışarı taşıyo koşar gider söndürürüz bunu niye yapıyorsun Abdullâğa ! Üşüyom gıı üşüyom ! Bidaha yakma evi, sende yanarsın içinde tamammı yakarsan Bekci çağırırız Belediyeye şikayet ederiz seni tamam der ! Evin içinde hiç bişey yok iki minder iki tabak kapı pecede muntazam değil evde öyle ev işte Kayınvalidem Abdullâğanın yanına varır "Abdullââ tırnaklarını bi kesiyim sakalını bıyıklarını biraz keselim seni traş edelim; Abdullâğa cevap veriyo 'olur ! Tırnak kesilir sakal bıyık traşı yapılır el yüz temiz ortaya çıkar az sonra Abdullâğan Belgizar ! Ağzına scrm tırnaklarımı sakalımı bıyımı niye kestin Amanın Abdullââ buda el sağlıklığımı kusuruna bakılmaz Abdullâânın az sonra tekrar elinde ekmekle gelir,Belgizar ! Ekmeğimin içine kavurma koyda yiyim unutamadıklarımdan bir kaç daha var böyle kardeşi Emine dudunla var bir arada onu yazarım.....Selamlar sevgiler hepinize
Şaloğlu’nun Besim dayı biz yaştakiler için tanıdık biridir. Rahmetli Besim dayı Nar Kasabası’nın renkli simalarından biriydi.
Yıllar önce “Topraksu” denilen mevkii altında değirmen işletirdi..Makinalı değirmenler çıktıktan sonra o işi bıraktı ve ayağındaki çizmeleri çıkarmadan aynı yerde oto yıkama işine girmişti. Çoğu insan arabasını başka yerde yıkatmaz sırf ona takılmak için onun yıkama yerini seçerdi. Aslında Şaloğlu bizim Nar da sevilen biriydi. Besim dayı iyi bir insandı fakat ona küfür ettirirlerdi. Daha gerçeği onun bu huyunu bilenler ona bilerek takılır küfür ettirirlerdi. Buna trafik polisleri falan dahil. Onu kızdırıp istediğini alanlar gülerek yanından ayrılırdı.
Besim dayı insanlara yardım etmeyi seven ve aynı zamanda çok cesur biriydi; tuttuğunu koparır hiçbir şeyden korkmazdı.
…
Gel zaman git zaman derken Besim dayı yaşlandığını farketti.
“Şu yalan dünyada günahımda çok, sevabım da ! Ölmeden önce kutsal topraklara gitsem bari .. “ deyip Hac’ca gitmeye karar verdi.
Karar verdi fakat kendinede güveni yoktu. Aslında kendine güveni vardı ama çevresine güveni yoktu.
“Ulan !” diye söylendi “Bu insanlar beni yine günahkar yapar ya, neme lazım ben görevimi yapayımda sonrası Allah kerim !”
Bir otobüs Narlı Hac yolunu tuttular..Kutsal yerleri ziyaret edip Hac görevlerini yerine getirmeye başladılar. Fakat gurubun içinde iyi niyetli olmayan birkaç kişi vardı. Onlar fırsat buldukça Şaloğlu’na takılıyor ve ondan bir şeyler duymak istiyordu. Şaloğlu ise;
“La havle !” diyor ses etmiyordu.
Derken Hac görevleri bitti ve otobüsün yönü Türkiye’ye çevrildi. Otobüsün içindeki o birkaç kişi yine doğru durmuyor kadınların içinde ona takılıyorlardı. Besim dayı sabretti sabretti..Otobüs Sureye sınırından vatan topraklarına girmişti ki o birileri yine takıldı. Şaloğlu gayri dayanamadı; ayağa kalkıp;
“Ulan ! “ dedi “Mekke de takıldınız ya sabır ! çektim. Medine de takıldınız ses etmedim. Ya sabır deyip sineye çektim ! Yolda takıldınız kulaklarımı tıkadım.. Vatan topraklarına girdik. Lan bilmem neyini bilmem ne yaptıklarım, en sonunda beni yine günahkar yaptınız !”
Ve sonrası otobüste bir kahkaha tufanı
…
Şaloğlu’nun Besim dayı böyle biriydi.. Allah rahmet etsin…
…
Oğlu Nihat abi Antalya’da yaşar. Yıllar sonra Nar’a gezmeye gelmiş. Gelmişleyin şu eski dostların yüzünü göreyim bari deyip kahveye çay içmeye girmiş. Hoşbeş kahvede sohbet bol. Yanındakine,
“Heriiiif “ dedi “Ayağımdaki lapcınım pek eskidi bazardan yenisini alsan”
Babam annemin ayağındaki lapçına şöyle bir baktı; ökçe kısımları açılmış belli ki artık dikiş tutmuyordu.
“İki sandık elma var” dedi “Haftaya götüreyimde dönüşte bir çift alırım” deyip bana ters ters baktıktan sonra devam etti;
“Bu oğlan lafdan annamıyor artık. Sandıkları bazara bırahsın ben satarım”
On beş tatildi. Dışarıda yoğun kar olmasına rağmen sadece Pazar için taşımacılık yapan birkaç araç vardı. Onların birine yüklerim diye düşündüm.
“Tamam” dedim “Ben pazara kadar götürürüm. Ondan ötesine garışmam”
Liseye gidiyordum. İskarpin ayakkabımın altı delinmiş su alıyordu. Bunu önlemek için içine naylon seriyor öyle giyiyordum. Babama bana da bi ayakkabı alalım desem ııh der oralı olmazdı..Yaza kadar böyle idare edeceğiz yazın çalıştığım parayla bir ayakkabı alacaktım..
Anadolu insanı kışın lapcınsız duramaz. Üstünden abdest kabul olduğu için işinede geliyordu.. Zemherinin o dondurucu soğuğunda abdest almak bayağı zordu..Bilhassa sabah namazı saati ibrikteki sular bile donuyordu. Ben kış aylarında çoğu zaman bir kazan suyla kocaman bir leğen içinde bir çocuk gibi ahırda yıkanıyordum. Hayvan dışkıları kayadan oyma ahırımızı doğal gaz gibi ısıtıyordu
Ahırdaki at, eşek , inek ve tavuklar bu çocukta ne yapıyor dercesine bana anlamsızca bakıyorlardı..Bense türkü çağıra çağıra yıkanıyordum.. Neyse..
Babam ertesi hafta yeni bir lapçın alıp gelmişti..
Annem lapçını inceliyor ve hoşuna gitmiş olacak ki yüzeyini nazik bir şekilde okşuyordu..
“Amaaan herif” dedi “Öteki eskimişti bah bu pek de sıcah dutuyor. Valla eyi ki aldın” dedi.
Annemin gözleri ışıl ışıl yanıyordu. Anadolu kadını hak ettiği bir şeyi hediye olarak kabul etmesi bile ona büyük mutluluk veriyordu. Halbu ki bir çift lapçın pahalı bişey değildi.
Şimdi bizim oralarda lapçın giyen varmı bilmiyorum.. Ya da şöyle diyebilirmiyiz; Lapcın satan var mı ?
Zaman öyle hızlı değişiyorki bırakın insanı ayakkabılar bile şaşırır oldu..
Eskilere şöyle bir dokunalım dedik.
O güzel insanların hiç biri kalmadı..Hepside gitti
Anadolu da kış ayları bir zamanlar zorlu geçse de bir çocuğun gözlerindeki umut hiç bitmez ve sımsıcaktır.
Çocuklar odun sobasının hemen yanındaki yer yatagında düşlere dalar gider. Düşler ; sınırsız özgür düşüncenin beyinde yarattığı kocaman bir dünyadır. Çocuğun o dünyası öyle temizdir ki hiç bir kötü düşünce onu bozamaz ve kirletmez. .İşte o düşler dünyasını biz yaşdakiler her çarşamba akşamı saat 9;05 de TRT nin "Radyo Tiyatrosu" saatinde yaşardık. O zamanlar televizyon yoktu. Çarşamba veya perşembe akşamı radyo tiyatrosu, cuma sabahı ise Dede Korkut hikayeleri vardı.
Ben tiyatroyu çok sevdiğim için babamın pilli ajans radyosunu raftan alır yorganımın içine saklardım. 12, 13 yaşlarında bir çocuğun hayalleri okyanus gibidir. O okyanusda neler yoktu ki ? Tiyatronun başlamasını heyecanla bekler uyumamak için dışımı sıkardım.. Ve tiyatro başladığında bol yamalı çul yorganımın başıma çeker heyecan içinde dinlerdim..Kimi zaman öyle derinlere dalardım ki hüzünlü yerlerde göz yaşları içinde kalırdım. Nasıl kalmayım tiyatrocular müthiş insanlardı. Aklımda kalanlar Savaş Başar, Yıldız Kentter, Müşvik Kenter, Rüştü Asyalı, Yıldırım Önal ve Rutkay Aziz gibi sanatçılar tiyatroya öyle bir ses tonu katarlardı ki etkilenmemek mümkün değildi. Çoğu zaman tiyatronun sonunu dinlemeden radyo koynumda uyuya kalırdım. Gecenin bir yarısı annem radyoyu koynumdan usulca alırdı. Sabah olduğunda düşünür ve tiyatronun bende yarattığı manevi ize gülümserdim..
Ne güzel günlerdi be ! Şimdi o duyguları kendimde bulmak mümkün değil. O göz yaşımın sıcaklığını sanki unutmuş gibiyim..Biz mi kaybettik yoksa zaman mı bizden çaldı bilmiyorum.. Saf bir düşüncenin beynimizde harman olması ne güzeldi..
Bize o duyguları yaşatan o güzel sanatçılarımıza selam olsun.
Gidenlere rahmet diliyorum. Elli yıl öncesine bir dokunayım dedim..
O zamanlar çocuklara sevgi aşılarlardı. Şimdi TV lerde maalesef kin ve nefreti aşılıyorlar.
Yaşam içerisinde kimi zaman hiç hesap etmediğimiz dramları yaşarız..Bazende elimizde olmayan hareketlerin ortaya çıkardığı durumlara güleriz..Yani acı ve komedi yaşam içinde hep vardır..Biz isterizki gülücükler yüzünüzden hiç eksik olmasın.
Bizim hikayemiz yine Nar’ımızdan; Hayriye Koptagel yani benim Hayriye ablamı anlatacağım..Rahmetli annemin sırdaşı, dertdaşı, ve içini derdini döktüğü nadir insanlardan biri değerli komşumuz Hayriye Koptagel..O güzel insanı ne zamandır ziyaret etmeyi düşünüyordum Geçen yıl bize nasip oldu. Yeğenim Meral ve Halime ablam ile birlikte kızı Neslihan Toper’in afat evlerindeki evine gittik..Bizi görünce çok memnun oldu; yaşlanmıştı ama o canlı sohbeti eksilmemişti..Doksan yaş civarında olmasına rağmen maşallah bilinci yerindeydi. Eskilerden bahsettik; anlattı anlattı ben dinledim. Yaşam aslında birkaç sayfaya değil kocaman kitaplara ancak sığar.. Belki bir gün o kocaman kitaplara da sıra gelir, belli mi olur.
Kızı Neslihan Toper den katkı olarak bazı bilgileride aldık.. Hayriye ablayı o güzel insanı anlatalım diye düşündüm.
…
Eski Nar ın zor yıllarıydı; Almanya’ya gidenler kurtuluyor, gidemeyenler ise bağ, bahçe işlerine toz toprak içinde devam ediyordu..Nar aşağı mahallede ki evlerinde güzel Hayriye on dört yaşında ergenlik çağına gelmişti..O zamannlar nedendir bilinmez kız çocukları tez serpilirdi..Küçük Hayriye’nin elbette sevdiği şeyler vardı ama bir de sevmedikleri vardı; mesela bağda bahçede çalışmayı hiç sevmezdi. Anası Şerife kadın kızının bu huyunu bildiği için bir gün damardan girdi;
“ Gızıııım ! Güzel gızım !” dedi
Hayriye, Şerife anasının bu yumuşak seslenişine pek anlam veremedi..Çünkü çoğu zaman anası gız şunu getir gııız bunu götür diye sertçe seslenirdi..Bu işin arkasında bişey var diye düşündü
“He ana, söyle “ dedi
Şerife kadın kızının gözlerinin içine bakarak;
“Gızım güzel gızım “ dedi “Seni istiyorlar”
Küçük Hayriye’nin birden kaşları çatıldı
“Kimmiş o ?”
“Gızım iyi bi oğlan..Maşallah yağız atı gibi…Hemi de elinden her iş gelir.”
“Ben evllenip niitmem “ dedi küçük Hayriye..”Daha yaşım on dört.”
Şerife kadın kızının huyunu bilirdi; illa ki önce ııh diyecek..Kız çocuğunu evde fazla durdurmaya gelmez ne yapıp ne edip bunu elden çıkarmak baş göz etmek lazım..Onun en sevdiği damarına vurdu;
“Gızııım” dedi “Bilirmisin sana ne giydirecekler ?”
Hayriye merak içinde anasına sordu;
“Ne giydirecekler ?”
“İpekli elbise giydirecekler..Hemi de sandalyenin üstüne oturtup seni kraliçeler gibi süsleyecekler”
“Yaaa !” dedi küçük Hayriye..şaşkınlıkla..Şimdiye kadar hiç ipeklli elbisesi olmamıştı. İçindeki özlemi bir anda arttı. İpekli elbisenin adı bile içini ısıtmıştı, gergin al yanakları yumuşamıştı..
“Oğlanı görmeden olmaz” dedi
“Golay guzum golay !” dedi Şerife ana..”Oğlan seni görmeye hemen yarın gelir”
Şerife ana rahatlamıştı. İçinden zil takıp oynamak geliyordu..Çünkü bir ekmek düşmanından daha kurtulacaktı.
…
Güzel Hayriye’nin düğününü tez yaptılar.. O sandalyede bir gün oturmuş yaşamın zorlukları başlamıştı..Kocası İbrahim çok iyi bir insandı..Çalışmayı seven genç bir delikanlıydı fakat aldığı para azdı..Çalış çalış elde var hiç. Bundan dolayı İbrahim Koptagel işçi olarak Almanya’ya gitti..İyi para kazanıyor karısı Hayriye’ye çok da para gönderiyordu. Hayriye gelin o parayla evine elektrik su çektirdi.O zamanlar bunları ancak zenginler yapıyordu. Mahallede iyi insanlar olduğu gibi kötü huylularda vardı. Onlardan biri de İlfat ağa idi.. Camiye gidip gelirken bastonu ile kapısına vuruyor
“ Gııız Hayriye ! Sen ne zaman böyüdünde evine elektrik falan çektiriyon” diye devamlı rahatsız ediyordu..Hayriye mahalledeki büyüklerine bilhassa Nalçacının İsmail ağaya bu durumu söyledikten sonra ancak adamın çenesinden kurtuldu..
Hayat böyle devam ederken kocası İbrahim Almanyadan temelli dönüş yaptı.
“Hanım” dedi “Almanya bana göre değil, gurbete bir türlü alışamadım”
Yani yaşam kaldığı yerden tekrar devam ediyor.
İbrahim bey iş bulup Ankara da çalışmaya başlıyor.Derken hayat telaş içinde devam ediyor..Hayriye ablanın iyi huyları olduğu gibi birde kötü huyu var; O huy uykusu geldiğinde ayakta bile uyuya kalması..İnanılmaz ama gerçek..Misafirlere çay dağıtırken birkaç yerde bardakları kendi üstüne devirmiş..Nar da buna ben de şahit olmuştum..Ben on yaşlarında iken bir kış günü Koptagel’lere misafirliğe gitmiştik. Kocası İbrahim abinin sesi hala kulaklarımda;
Hayriye abla ayakta elindeki çay tepsisini devirecekken son anda farkediyor ve ;
“La la la bizim avrad çay tepsisini devirecek tutuuun !” diye bağırdığını hatırlıyorum..O anda tepsiyi galiba büyük kızı rahmetli Mualla abla tutuyor ve dökülmesini önlüyor..Hayriye abla işte böyle bir uykucuydu..Fakat o aynı zamanda içi umut dolu bir insandır.Hayatın zorluklarına umutla bakmasını bilir.
O yıllar zor yıllardı. Rahmetli anam görüşüme geldiğinde bana gözleri ışıldayarak bakar ve heyecanla;
“Oğluuum oğlum !” derdi “Koptagel’in Hayriye ablayın tanıdığı falcı Fatma kadın var..O dedi ki oğlun çoh zorluk çekecek amma sonu pek iyi olacah ..He valla aynen böyle dedi” derken ben gülümserdim. Rahmetli anam bir çift çorap alır falcıya giderdi. Anam saf bir kadındı; biri olumlu bişey söylese hemen inanırdı. O huy az bişey bende de var. İnsanlara inanmak güzel bişey ama tehlikeli yönleride çok..
O yıllarda anam bağ bahçe işinden arta kalan zamanında müsait olduğunda Hayriye ablanın kapısına varır şayet varsa bir çayıını içermiş ve hep aynı soruyu sorarmış;
“ Bacııım oğlum acep gurtulacak mı ?”
Hayriye ablla o umut dolu sıcak sesiyle cevvap verirmiş;
“Gurtulmaz mı…Niceleri gurtuldu içerde bi oğlun mu galacah ? Sen heeeç merah etme oğlun birkaç yıla galmaz çıhar””
O söz üzerine annemin yüzü öyle güzel yumuşar ki anlatılası gibi değil…
“Bacım essah mı diyon ? İnşallah İnşallah !”
Hayriye Koptagel acılarda çekti; kocası İbrahim beyi olduğu gibi büyük kızı Mualla’yı da erken kaybetti. Bilhassa kızının acısı onu çok yıprattı..
Hayriye abla, annemin dertdaşı seni yürekten seviyorum..Allah gönlünde solmayan çiçekler açtırsın..Sıhhatin inşallah daha iyi olur..İpek elbiseli güzel gelin önünde saygı ile eğiliyor ve hürmetle ellerinden öpüyorum..Allah yardımcın olsun
Nar Kasabası Aşağı Mahallede belediye meydanından yaklaşık 500 metre ileride soldaki ilk cami.
5 Mayıs 2023 ikindi vakti... 1929 doğumlu Fuat Kaygısız'la beraberiz.
- İmam yok galiba dedim. Fuat abi;
- O gelir...Gelmezse kendisini cezalandırır, dedi
Meğer Ayhan hoca, 34 yıl boyunca gelemediği vakitlerin saatini hesaplar ve maaşından düşer, çocuklara hediye alırmış.
Caminin altındaki kayadan oyulmuş bölüme geçtik, sohbet ettik buranın tarihçesi nedir diye sordum.
- Buranın adı İsaoğlu Camii idi, nedense Eseoğlu cami olarak değiştirildi. 1950'den çok önceleri bu cami küllünkle oyularak yapılmış. Pencereleri ise Çedik' lerin Rahmetli Ömer abi 1948 yılında 50 TL vererek küllükle kazdırdı dedi.
Fuat abiye sordum 92 yaşındasınız, bu hayattan ne anladınız ?
- Adaletli olup dürüst olacaksın ,alnın açık olacak ve çok çalışacaksın dedi. 1955'te kasabamıza patatesi, 1960 yılında ise marulu ilk tanıtan bendim, dedi.
Veee, 55 yıl önce
Hava o kadar soğuk ve karlı ki dayım Cemil Şahin, kardeşimle beni bu camiye götürmek ister.
-Haydi çocuklar hazırlanın camiye gidelim.
- Dayı yatsı namazı baya uzun tarif etsen
- Vakit daraldı ben ne yaparsam, onu yapın
Dayım yatıyor, biz yatıyoruz. Dayım kalkıyor, biz kalkıyoruz. Bir miktar namaz kıldıktan sonra dayım kapıya hızlı adımlarla yöneldi...Biz de tabii dayımdan önce kapıdan dışarı çıktık Dayım kapıyı örttü içeride kaldı, biz dışarıda kalmıştık.
Meğer cemaatten biri dışarı çıkmış ve kapıyı açık unutup gitmiş... Hava çok soğuk olduğundan dayım kapı kapatmaya gidermiş
- Eeee... Ben ne yaparsam siz de onu yapın dersen...
Bir anımla bende bu sohbete katılayım. 1950 Orta okul yıllarımız, okulumuz eski göre yolu üzerinde, köyden okula ulaşımının oldukça zor, hele soğuk ve karlı kış günlerinde, takriben20 kişi, karı yara yara gidiyoruz, ve çoğu günler de haliyle okula zil çaldıktan sonra ulaşıyor ve geç kalıyoruz. Her defasında Ali Rıza isimli bir hocanın 10 ar sopasını yiyor ve okula kabul ediliyoruz. Adam Narlıların suratına bakıyor ve sizden adam olmaz diyordu. Yıllar sonra o hocanında Avukat olduğunu duymuştum. Askerlikten sonra Avukatlığa başladığım ilk günlerde hoca ile Adliye koridorunda karşılaştım ve gayri ihtiyari hocam dedim. Nereden diye sordu.Nevşehirden ve Nar dan deyince, Ben sizi çok döverdim değilmi dedi. Konuştuk. Dedim hoca. Sizden adam çıkmaz derdiniz. Üzüldü defalarca özür diledi. Ve uzun yıllar karşılaşıp adliye koridorlarında sohbetimiz oldu. Hey geçmiş günler.
Yıl 1980 babamla birlikte cami karşısındaki evimizi sıvayıp, boya badana yapıyoruz.
Belediye başkanı Hakkı Başer yorgun ve hafif sinirli bir şekilde yanımıza yaklaştı. Babam;
-Reis hayırdır, biraz gerginsin galiba.
-Yahu Mustafa Bey, biraz önce birine rastladım. Bizim sokaktan ne at arabası, ne taksi, ne traktör hiçbiri geçemez. Geçse, geçse küfe yüklü eşek geçer. Bizim evin duvarını, bir metre daha uzatsam nasıl olur diye soruyor...Nasıl olur ya... İstediği şeye bak... Hiç doğru dürüst bir şey isteyen yok ki...Babam;
-Neyse yorma kendini bugün doktora gidecektin ne dedi doktor. Reis;
-Ne desin ya... Hiç düşünmeyeceksin, hiç dert etmeyeceksin diyor. Düşünmeyen, kafa yormayan insan olur mu ?
Selâm; yine yeniden sizlerleyim. Bugünün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olması nedeniyle daha önce yazıp "Nevşehir Kent Belleği" grubunda paylaştığım bir yazımı "NEV-NAR" grubumuzda yeniden paylaşmak istedim.
Nidenmi çünkü yüreğimi kaplayan o heyecanı, o duyguyu ve her milli bayramlarımızda şahlanan manevi duygularımı, hislerimi sizlerede yansıtmak istedim...
Zabah zabah içim kıpır kıpır bir an zihnimde beliren anılar, iyisiyle, zorluğuyla yaşanmışlıklar tabiki yine çocukluğumdaki Nevşeer anılarım.
Hep güccüklüğümde diye başlarım ya yazılarıma; bu seferde 23 nisan çocuk bayramımızı ve bendeki yaşanmışlıkları yazıvireyim didim, didimde yine Rahmana sığındım, Rabbime tevekkül ettim, aldım kâadı, kalemi çıktım yola. Yarabbii didim; niyet hayr, inşaallah akıbetide hayr olsun didim. Besmelemi çekip başladım yazmaya...
23 nisan bayramı geleceği zaman günler öncesinden bir hazırlık, bir sorumluluk, bir heyecan ve telaşe başlardı. Şimdi varmı bilmiyorum ama her hafta 3 güne bir; "Çin İşkencesi" gibi şiir ezberlerdik. Bazen öyle alakasız şiirler ezberlerdik ki; amaç hafıza açmakmı, o gücücük beyinleri yormakmı hala çözebilmiş değilim..
Bayram, seyran dimez, ağaç, orman dimez dere tepe gezerdik.
"Orda çok uzaklarda bir köy vardı."
"Görmesekte, gitmesekte o köy bizim köyümüzdü.
"Ilgaz Anadolunun sen yüce bir dağısın" diye bilmem nirdeki bir dağı bağıra çığıra okurduk.
"Dallar ağaca,
"Ağaçlar yaprağa,
"Yapraklar ormana dönüşür,
"Orman ne güzel, ne güzel diye sevinçten dört köşe olurduk...
"Yerli malı yurdun malı,
"Herkes onu kullanmalı.. diir, çeşit çeşit çerezleri sınıfa götürür, arkadaşlarımızla yer bitirirdik... Niyseemm.
Gelelim bana o şiir okunacağı günler beni alırdı bi garın ağrısı. Okuldan gacış, okula gitmeme imkanım varmı ki; elimiz mahkum illaki gidilecek. Her şiir zor gelirdi emme bayram şiirlerinde hiç gocunmazdım. Aklıma gelmişken yazıvireyim, sınıfta bilhassa Türkçe dersinde şiir ohunurken, tahtaya çıkan her çocuğun heyecanı, yüzünün alı al, moru mor oluşu ve hareketleri çok komikti. Otuz göz üzerinde bütün sınıf pür dikkat dinliyoh yoksa cetvel gıyıda, şıpıdık şıpıdık o cetveli yimehte var.
Ismi lazım diil bir arkadaşımız vardı, genelde şiiri ezberlemeden gelirdi, ona sıra gelinceye gadar okunan şiirlerden anladığı kadarıyle kem küm birşeyler söylemeye çalışır, birazınıda "Fikriye Kılınç" öğretmenim tamamlardı. Arkadaşımızın yüz ifadesi ise görülmeye değerdi. Kirpikler kıpır kıpır kıpraşır, kaş göz oynar, gözler tavanla yer arasında gider gelir, gider, gelirdi. Sankim şiirin tamamı sınıfın tavanına böyük harflerle yazılmış, tavandan kopya çekip okuyacah garibim...
Canım arkadaşımada buradan selâm olsunn..Niysemm
Beni bi garın ağrısı alır, şiir ezberlemek "Çin işkencesi" dimistimya; hergün bir kıta ezberlemeye çalışırdım. Sokaktan fırsat bulupta kim ezberliyeceh. Bizler yaz kış dimez, sokaktan içeri girmezdih. Ben bile o yorgunlukla eve gelip, ağşam yiimaani yiyip, çıtır çıtır yanan külüstür sac sobamızın ıscağınıda yiyince ceciklerim gevşer, bi köşeye dımışır kalırdım. Bizim iki somyamız vardı, gündüz üstünde oturlanır, ağşam olunca anam çarşaf serer birinde abim, öbürkinde ben yatardım.
Canım anam kırkından soona coşup, padişahın solu çok gıymatlı oğlunu doğurup oda evin şirinlik muskası olunca ben garibanımın yatacak bi somyası vardı, oda elinden alındı yer yatağı neyime yetmezdi az öteye kötelendim. Niyseem.. Canım anam yüklüğün önüne yer yatağını sirerdi, yün yatak, yün yurgan ıscacık içine girdim mi, günün yorgunluğu ile uyur kalırdım. Benki taa o zamandan mütevazı, herşeye kanaat eder, ırazı gelirmişim.
Nirde kalmıştık; 23 Nisana yakın hepiciğimize şiir ödevi verilirdi, illaki ezberlenecek, hadi ezberledih diyelim, bide seçilmek var emme acıtasyon yapıp bağırarak, ağlayarak okuyanlar veya tiyatral okuyanlar seçilir, biz yine havamızı alır, onlar bayramda kürsüde okur, bi hava bi hava gezinip dururlardı..
Biz ise ezik ezik bahınıp dururduh...
Cumhuriyet ilkokulunda okuduğum için günler öncesinden "Trompet" çalışmaları başlardı. Bizim okulun bide folklor ekibi vardı. Bizler yerli halkız bizi kim seçecek, kalbur üstü memur, amir, müdür çocukları dururkene, nidense hep onlar seçilir, bizler nefer olarak yürüyüşte arka sıralarda yer alırdık. Hepiciğimizi "Sebilhane Bardağı" gibi aynı hizaya dizerler, günlerce bahçede o trompet takımının arkasında bahçeyi dört dönerdik...
( Sağ ortadaki resim)
23 Nisana bir kaç gün kala sınıf süslemeside yapardıh, bah o çoh gözel olurdu.
Grapon kâatlarını minicik ellerimizle katlar, uzun uzun şeritler yapardıh, öğretmenimizde biz fener dirdih katlı olurdu, açılınca top böyüklüğünde şekilli, kat kat objeleri asardı, camlara da kağıt bayraklar yapıştırınca bizim sınıfı bırah, bütün okul içerden ve dışardan gelin odası gibin süslü olurdu.
Gelgelim bizim eve; şinciki gibi yedek önlük nirde anam ben ilkokula yazılınca önlüklük kumaş almış ölçüp, biçip bana önlük dikmiş. Hani bizde bi adet vardır, böyük olsun, geniş olsun seneyede giyer misali. Benim önlüğünde mâşaallahı vardı. Bikelem kollarımı 2..3 kere çemirlerdim, boyu ise nirdeyse yirden bir karış yukarda idi. Bir hafta giyerdim, cumartesi yarım gün ders olurdu, okuldan gelince anam yur yıkar, pazartesiye hazır ederdi. Bu önlüğü 5 sene giydim ancak 5. Sınıfa gelince anca diz altına gelmişti önlüğün boyu, düşünün gariii..
Anacığım; bendeniz bayrama çıkacah diye önlüğümü birgün önceden alelacele yıkar, yanan sobamızın gıyısında gurutur, gülle gibi ağır demir ütümüz vardı, onunlada ütülerdi. Beyaz yakamız muhakkak kolalı olacah, gücük bir tasa az su, az un gibi toz kolayı guyar, cıvıkca karardı. Yakayı içine bandırıp üstüne tülbent koyup ütülerdi, yaka kalıp gibi olurdu, bazen boğazımı sürter acıtırdı. Sümerbank ayakkabımıda abim bi gözel boyar, bi cila çeker sobanın yanına guyardıki sabaha hazır olsun. İpçi Cavit'ten beyaz çorap, beyaz gurdelede alındımı değmeğin keyfime...
Eskiden Nevşeer'de 23 nisanlarda ya kar yağar, yada çok soğuk olurdu, Bayram sevinci günler önceden ruhumuza işlerdi. "23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı" golaymı, içim kıpır kıpır olurdu. Bayram zabaa irkenden bi heyecanla galgardım. Anam okula hiç aç göndermezdi, himen gaavaltımı ettirirdi. Şinciki gibi 15 çeşit nevale nirdee, yımırtalı uscuk, çölmek pindiri varsa siyah zeytin yuukayla bal börek gibin giderdi.
Babam çayını sırf dem içerdi, anam bize çayı aşlardı, çay çaylıktan çıkar, sapsarı, dupduru, soğukcana "Çapanoğlunun abdest suyuna" dönerdi. Şincilerde "Paşa Çayı" diyorlar ya anca çocuk gandırmaca. Gardaşımda güccük anam onun çayına epmek doğrardı, içinede pindir öfelerdi, yal gibi bu şeyi ona yuttururdu, ben yiyemezdim, tiisinirdim...
Gaavaltı sonrası ütülü önlüğümü giyer, gazık gibi sert kolalı yakamı tahardım. Anam saçımı iki örük örerdi, ucunada nal gibi beyaz gürdele, cici çoraplarım, boyalı ayakkabılarımla benden fiyakalısı olmazdı.(ilk resim ok işaretli bendeniz)
"Dışarı kar, içeri dar" hesabı evden çıkacağım emme şinciki gibi çeşit çeşit kaban, mont nirdee..
Anamın ördüğü hırkayı üstüme giyer, bi sevinçle okuluma giderdim. Sabahın ayazında hepimiz okul merdivenlerinin önünde toplaşırdık.
"Çötlen altında kalmış güz bilikleri" gibin hem titreşir, hemide ısınalım diye birbirimize sokulur, dururduh.
Okulumuzun gocaman ev şeklinde bir maketi vardı, meğersem eski T.B.M.M binasının tıpkısının aynısı maketiymiş. Nidense her bayram arzı endam ederdi.
En önde Ayına, Yıldızına ve Al rengine gurban olduğum anlı şanlı Türk Bayrağımız, ardında okul flaması, Trompet takımımız, arkasında 4 erkek çocuğunun taşıdığı T.B.M.M maketimiz, arkasında "ZİYA KÖKSAL" öğretmenimiz peşinde biz güz bilikleri rahat, hazırol komutlarıyla yürüyüş moduna geçer, son bir kez okulun etrafını 1 kere daha döner, arka kapıdan, eski Vali Konağının önünden aşşa Dirikoç'ların evin önü ile eski Hökümet binasının arka arasından geçer, P.'nin önüne çıkardık. (Alt orta resim.)
Başımızda öğretmenlerimiz "Bir dirhem bi çekirdek" en gözel bayramlık takımlarıyla bize eşlik ederlerdi. Bizler uslu durmaz gıvır gıvır gıvraşırken kaş göz işaretleriyle bizleri hizaya sokmaya çalışırlardı.
Bayramlık didimde Rahmetli "Ziya Köksal" öğretmenimin resmini oğlu Zafer Beyden rica ettiğimde bir anekdot anlattı, çok duygulandım, sizlerede aktarmak istedim.
Ziya öğretmenim düğününde giydiği damatlık takım elbisesini tam 25 yıl milli bayramlarda giyip gururla, onurla törenlere katılmış. Artık yokluk mu, tutumlulukmu, eskinin deyimiyle olanla idare etmek mi adını siz koyun.
Rabbim "Ziya Köksal" öğretmenimede gani gani rahmet eylesin. (Sağ üst ve alt resim)
P. binasının önünde beklerken önlüğün üstüne hırkada giyemen, geçiş sırası gelene kadar "İmirin iti" gibi titreşir, dururduk.
Genelde Valinin kürsüsü yeni sinemanın karşısına kurulurdu, protokolde devlet böyüklerimiz olurdu. Biz uzaktan uzağa Valinin konuşmasını, günün anlam ve önemini anlatan yazı ve şiirleri duyar, hazırolda sıramızı beklerdih. Resmi geçit töreni belediyenin bando, mızıka takımıyla başlardı, ardından Nevşeer'imin zabah ayazıyla, soğuktan payımızı alan biz güçümenler;
"Mini mini birler,
"Sevimli ikiler,
"Zeki üçler,
"Yaramaz dörtler,
"Akıllı beşler..
"ZİYA KÖKSAL" öğretmenimizin önderliğinde yürüyüşe geçerdik. Benim heyecandan hep bacaklarım titrerdi, o coşku, o heyecan, o resmi geçit anlatılamaz, yaşanır. Bizler yaşadık; o milli duygular, o bayram coşkusu, o bayrak sevgisi bizleri bugün bile halâ duygulandırabiliyor.
Bugün bile nirde "İstiklâl Marşımızı" duysam hazıroldayım.
Nirde gönderde "Türk Bayrağımızı" görsem; o bayrakla birlikte benimde yüreğim dalgalanır.
Ne zaman 23 nisan gelse Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramımı ve çocukluğumu hatırlar, yine içim dolup dolup taşar, geçmişimi yaşar, duygularımla çağlayan olup taşarım.
Nar da bir zamanlar herkesin evi kayadan idi.. Yani en azından evin yarısı kaya idi.. Örneğin odanın yarısı kaya içinde kalır, diğer yarısı ise Sulusaray taşı dediğimiz beyaz toltaşı ile örülürdü.. Bu sayede odalar yazın serin, kışın ise ılıman olurdu.. Bir odun sobası bile odayı ısıtmaya yeterdi.. Fakat burada anlatacağımız yaz günleri nasıl olurdu ?
Nar evleri yaz günleri çok serin olurdu.. Kayıt damı dediğimiz kayadan oyma yerler kiler olarak kullanılırdı. Aklınıza ne gelirse; yufka ekmek, sucuk, pastırma, kuru bamya, fasulye, nohut, köftür, tarhana vs yiyecekler orada saklanır, kedi fare girmesin diyede kapı ve penceresi özenle bir örgü teli ile hava alacak şekilde kapatılırdı. Yani bu kayadan oyma damlar yaz, kış bir buzdolabı vazifesi görürdü. Neyse…
1970 yıllarıydı; abim yeni evlenmiş bizim üçüncü kata taşınmıştı. Evimizin birinci katı ahır, yan tarafı kışlık dediğimiz büyük dam, ikinci kat bizim oda, üçüncü kat ise yarısı kaya, yarısı toltaşı iki oda vardı.. Dördümcü kat kuru Yonca ve samanlık, beşinci kat ise en değerli şeyler olan kuru üzüm, gıska ve ceviz damı olarak kullanılırdı.. Şimdi düşünüyorumda “Vay be !” diyorum. “Bizim ev beş katlıymış da haberimiz yokmuş. “
Neyse, abim evlendikten sonra buzdolabı alıp kendi odasının mutfağına koydu.. Birkaç yerde buzdolabı görmüştüm fakat bizimkisi onların biraz daha kibarıydı.
“Abi, bu ne işe yarar ?” dedim
Bir an düşündü ve sonra;
“Ne bilim oğlum, yengen istedi, kar yapıyo, buz yapıyo “ dedi
Allah Allah ! Merak ediyordum. Birkaç gün sonra yukarı kaya mutfağa çıkıp buzdolabını bir güzel inceledim; içinde geçen bayramdan kalma yarım kilo kadar beyaz Konya şekeri vardı. . Üst kapağını açınca gözlerim ışıdı; pamuk gibi kar vardı.
“Oh be !” dedim “Şu ağustos ayında kar yenir valla !”
Avuç avuç kar yedim. O sıra abim içi küçük oyuklarla dolu plastik bir kap gösterdi;
“Bunların içine su koyarsan buz olur” dedi
Daha da sevindim. Yazın kıtır kıtır buz yemesi güzel olur diye düşündüm.
Fakat nedense o buzdolabı yıllarca yerinde bomboş kaldı. Abim taşınınca dahada boş kaldı çünkü annem;
“Amaaan oğlum ! Bu gevur malı boşuna elktirik melektirik yahıyo !” deyip fişini çekti. Zaten o zamanlar elektrikler bi gidiyor üç gün sonra geliyordu. Zavallı buzdolabı geldiği gibi yıllarca öylece yapayalnız kalmıştı. Çünkü onun görevini yapan kaya damlar daha geniş ve daha doğaldı.
Şimdi aklıma gelince “Vay be !” diyorum.
“Bizim Nar’ın kaya damları her derde deva imiş haberimiz yokmuş.
O buzdolabı ne mi oldu ?
Abim bir süre sonra motorunu söküp kireçli badanada kompresör olarak kullandı.Badana işini bırakınca bir hurdacıya satmiş.
Ne diyelim, buzdolabının kaderinde o da varmış.
Şimdiki buzdolapları ise betonlar içinde harıl harıl ömür tüketiyor..Tıpkı insanlar gibi
--Lan karnına tekmeyi vurursam...Ne var ne yok çıkarırım...Avrupanın yarısını gösteriyorsun lannnn.
--Bari bunu bil...Yunanistan'ın başşehri neresi ?
Bir şeyi hatırlamaya çalıştığımızda söylediğimiz,bir söz vardır ya Ahmet başladı;
-- Hocammmmm...Adını sen getir hocammmm...Hocammm adını sen getir...Hocammm.
--Lan hıyar ağası...Adını ben getirdikten sonra geriye ne kalıyor lannnnn
Sevgili Ahmet'e burdan sevgi ve saygılarımı sunuyorum
Tüm ifadeler:
66Ali İhsan Sarıhan ve 65 diğer kişi
NEV- NAR Öğrenci anıları- 4
1972 yılında Nar ortaokulu 2.sınıf öğrencileriyiz. O zamanlarda şapka takılırdı...Sanki şapkasız bilgiler havaya uçup giderdi Şapkalar geniş alınır, içerisine gazete kağıdı konurdu. Sanırım kafayı sıkmasın, daha çok bilgi alsın diye...
Çiko Mehmet öğretmenimiz, şapkasız öğrencileri sabah evlerine gönderir...Jet gibi gider, şapkayı kapıp gelirdik
Zagor çizgi romandaki, karektere benzerliğinden öğrenciler, ona Çiko adını takmışlardı.
--Evettttt çocuklar...Dersimiz fen bilgisi,konumuzu kim anlatacak. ?
--Herkes birbirine bakarken...Ümit Karakaya;
--Bennnn öğretmenimmmm, derdi.
Ümit, virgüllerde az, noktalarda biraz fazla, üç noktalarda ise baya bi dururdu Biz de sanırdık ki, Ümit hatırlayamadı. Meğer üç nokta öyle değilmiş.
Ezberi çok iyiydi. Birinci sayfadan ikinci sayfaya geçerken, kafayı sağdan sola bir defa sallar. Biz bilirdik ki, Ümit ikinci sayfaya geçti Beş defa kafayı salladı mı, ders bitiyor demekti... Çiko;
--Otur yerine oğlum, sana sözlüne 10 derdi
--Evettt çocuklar, bu dersin anafikri nedir.
Herkes birbirine bakarken, bu defa Saliha Kavak;
--Bennnn öğretmenimmmmm, der ana fikri söylerdi.
İçimden... Lan bu kız ne zeki bir kız, her şeyi biliyor derken; Çiko öğretmenimiz; Otur Saliha sana da 10 derdi
Aradan 20 yıl geçti...Aşağı mahallede ki evimizde , annemin ekmek yaptığı kaya damında gazelleri karıştırıyorum;
--O da ne ? Çikonun kitabı...Fen bilgisi 2...Her sayfanın altında iri siyah puntolarla yazılmış, o dersin anafikri yazıyor...
--Vayyyy Saliha vay ...Demek sen bu satırları okuyordun, haaaaa
NEV--NAR Öğrenci anıları--6
1971 yılı Nar Ortaokulu birinci sınıfa gidiyoruz. Öğrencilerin birbirlerini yeni tanıdığı ilk günler.
Okul Müdürümüz Zekeriya Bey, müzik dersimize elinde mandoliniyle hiddetli bir şekilde girdi.Belli ki, bir şeyler olmuştu...Hepimiz ayağa kalktık. Çok sert;
--Oturun çocuklar.
--Rabbenaaaaa, yarabbiiiii.
Yanımızda ki arkadaş ayağa kalktı...
--Oğlum...Oturun dedim ya...
Fakat müdürümüzün sinirleri tavan yapmış.
--Rabbenaaa...Yarabbiiii...
Yanımızda ki arkadaş yine ayağa kalktı...Hepimiz şaşkınız...Özellikle ben;
--Arkadaş ne yapmaya çalışıyordu...
--Oğlum kaç defa diyeceğim lannnn...Otur dedim ya..
--Hocam...Benim adım ,Rabbena..Adımı söylüyorsunuz, bir şey demiyorsunuz Müdür;
--Rabbenaaaa, yarabbiii hep beni mi bulurlar yarabbiiii
NEV-NAR öğrenci anıları--7
Uşak' ta Mehmet Demirdişer Amcamız;
--Yavvv Sedat, seninle büyükbaş hayvan çiftliği kuralım. Parası benden olsun.
--Oooo Hacı Abi...Neden olmasın.
--Yalnız ben 88 yaşındayım. Yavvv Sedat, 100 senede bir insan ömrü için çok az beee 500 sene bari olmalı yavvv.
--Yaşlılığı kendimize yakıştırmayıp, ölümü başkalarına yakıştırdığımız gibi..
Onunla 1976-77-78 yıllarında Nar Gençlik Sporda birlikte futbol oynamıştık. Çok yıllar geçti, facede karşılaştık. Bir resim paylaşmış ve altına not düşmüş.
--Resimdeki kişileri tanıyan, yaşlı abilerimiz. Kim olduklarını yazsın, demiş
Bir o kadar bilgili, kültürlü ve nüktedan Mehmet Alper Abimiz ise;
--Ne kadar yaşlı mesela ? Bu resim, nereden baksan 130 yıllık diye cevap yazmış.
--Demem o ki ; aşağıdaki 86 yıllık resimdeki öğrencileri tanıyan yaşlı abilerimiz yaşlı ablalarımız kim olduklarını yazabilirler mi ?
NEV-NAR ANILARI--8
Seni, sana anlatmak ne kadar zormuş...Anladım.
Geçmişin güzellikleriyle mutlu olmaya çalışıyoruz.
Yıl 1976 Nar Gençlik futbol takımı, futbolcu arkadaşlarım ve abilerim. Kimler yok ki, Halil Alaca, Hikmet Özbay, Kolombo İsmail Kaygısız, Muhittin Bozbek, Hüseyin Sezernazlı, Hayri Genç, Mustafa Er, Adnan Yavuz...Daha niceleri, yer darlığı kusuruma bakmasınlar.
Halil Abi, aşağı başı tutun derken;
--Yavvvv bu saha düz değil mi, diyen topçunun Mehmet Abi
Sami Dede'nin, çamurlu sahada duran topa üç kez vururken, topun çevresinde dünya gibi hızla dönüşü...
Çoğunluğun çapa veya sulamadan gelerek maç oynamaları.
İsmail Kaygısız'ın ütüsüz forma ve boyasız ayakkabıyla maça çıkmayışı...Hepsi de ayrı güzelliklerdi.
Fakat biri vardı ki farklıydı...Kaleci Güngör Gülcan...Mübalasız şimdiki süper ligde bir çok takımda oynayabilirdi.
Bir maçta takım kaptanlığı yanlışlıkla bana verilmiş ve düzeltmeyelim demişler.On altı yaşımda, o muhteşem insanların önünde sahaya çıkmıştım. Maçta ters bir vuruşla kendi kaleme gol atmış ve yerdeydim. Güngör Abi yanıma geldi, elimden tuttu, ayağa kaldırdı.
--Ayağa kalk biz bu maçı alırız.
Antalya' da yaşıyordu. Yıllar sonra ayağından bir operasyon geçirmiş ve vefatından kısa bir süre önce o haliyle, Nar Belediye meydanına gelmiş...Hikmet Özbay onun için şöyle demişti.
--İyi ki görmemişim...Onu o haliyle görmeye dayanamazdım.
Anadoluda bahar gelmiş kuşlar karıncalar neşe içinde topraktan fışkıran yeşile hayranlıkla bakıyor, sonbaharda bıraktıkları canlı hayata yeniden başlamanın heyecanını yaşıyorlardı. Nasıl yaşamasınlar kış çok ağır geçmişti. Baharda toprağın teni yumuşarken kış uykusuna yatmış canlılar uyanıyor ve birbirlerine içten bir gülümsemeyle “Merhaba komşu ! Kaç zamandır nerelerdeydin ?” diyordu.
Nar, aşağı mahallede yol kenarına dizilmiş servi ağaçlarının yaprakları rüzgar esintisiyle raks ederken servi dalına konmuş bir saksağan aç olmalı ki cırtlak cırtlak bağırıyordu. Yol kenarına dökülmüş çöpleri deşeleyen tavuklar saksağana nazire yaparcasına karınlarını doyurmakla meşguldü. Toprak yolun üst tarafındaki dut ağacına konmuş birkaç güvercin tavuklara kuşkulu gözlerle bakıyordu. Çünkü o çöpler onlarında yemlenme alanıydı. Güvercinler sabırsızlıkla tavukların çöplerden uzaklaşmasını bekliyorlardı ki bir çocuk bağırtısıyla havalandılar.
Ayakları çıplak bir çocuk;
“Babaaa !” diye bağırdı.
Babası onu duymamış olmalı ki çocuk bir daha ;
“Babaaa ! Bende geliyooom ! ” diye seslendi.
Şöför Ahmet kendisine doğru koşarak gelen çocuğa gülümseyerek baktı. Çocuk, kamyon lastiklerini kontrol eden babasının yanına gelince;
“Babaa ! İstanbul’a beni de götür” dedi
Şöför Ahmet çocuğa tam cevap verecekti ki bir ses;
“ Amet” dedi “Yohsa İstanbul’a mı gidiyon ?”
Şöför Ahmet sesi tanımıştı. İçinden “Eyvaah !” dedi “Bu sefer kurtuluş yok !”
Gelen halasının kocası Şişmanın Ahmet idi.Yani eniştesi.
Eniştesi, onu ne zaman kamyonun yanında görse,
“ Yav Amet, İstanbul’a beni heç götürmedin.” der tutkal gibi yapışırdı. Şöför Ahmet her seferinde bir yalan bulup eniştesini atlatmıştı fakat bu sefer çocuktan İstanbul’a gideceği haberini duymuştu..
Eniştesinden kaçış olmadığını anlayınca;
“Enişte “ dedi “Evet, bu sefer yolumuz İstanbul tarafına düştü de “
Enişte bu laf üzerine sevinçle elini havaya kaldırdı,
“ Saa helal olsun ! Ben de geliyom !” dedi
Şöför Ahmet eniştesine omuz silkti;
“Valla enişte, sen bilirsin. Çok istiyorsan götüreyim “ dedi.
Şöför Ahmet Kozan, eniştesinin gelmesini hiç istemesede bu sefer yakalanmış ve ondan kurtuluş olmadığını görmüştü.
“Enişte “ dedi “Çorabını, esvabını al gel ! Ben birazdan gideceğim”
Enişte eşyalarını almak için uzaklaşırken ayağı çıplak çocuk babasının ceket ucundan tutmuş habire çekiştiriyor ve;
“Babaa, Istanbul’a beni de götür !” diyordu
Şöför Ahmet, oğlunun saçlarını okşadıktan sonra,
“Bir sonrakine senide götüreyim” dedi
“Essah mı ?”
“Tabi ki..Bir sonrakine essah !”
Çocuk babasının sözlerine inanmış olmalı ki ellerini çırparak yakındaki evlerine doğru uzaklaşırken;
“Anneee ! Babam sonra İstanbul’a beni de götürecek!” diyordu sevinçle.
Şöför Ahmet kamyonun lastiklerini bir daha kontrol ettikten sonra çalıştırdı. Eniştesi gelir gelmezde birlikte yola çıktılar. Nar Belediyesi önündeki meydana gelmişlerdi ki tanıdık bir sima onlara el kaldırdı.
“Durun lan ! Durun !”
El kaldıran Kayışlının sıvacı Mustafa idi. Kayışlının Mustafa duran kamyonun kapısını onlardan önce açtı;
“Nereye gidiyorsunuz ?” dedi
Şöför Ahmet Mustafa’yı şöyle yukardan aşağı bir süzdükten sonra aklına şeytani bir fikir gelmiş gibi Mustafa’ya gülümsedi;
“Mıstafa abi, Hoyuk tarafına gidiyom “ dedi
“ La iyi la !. Beni de götürün. Hoyuk da ki ekine bi bahıp geleyim” dedikten sonra devam etti;
“Yav eyi ettinizde geldiniz. Ben de Hoyuk da ki tarlada ekin ne durumda diye bakmak için gelip geçene el ediyordum. Hay Allah sizden razı olsun ! Ekine bi çırpıda bahar döneriz “ dedi.
.
Şişmanın enişte Mustafa’ya pel pel bakarken şöför Ahmet’in gözlerinde bir ışık yanıp söndü. Komşusu sıvacı Mustafa’ya hınzırca gülümsedi.
“Mıstafa abi, Hoyuk’a mı gidiyon ?” dedi
Kayışlının Mustafa
“He ya ! “ dedi “Ne iyi denk geldiniz” Sonra hiç beklemeden arabaya bindi.
Şöför Ahmet;
“ He valla !” dedi “Sende bize iyi denk geldin “
Sonrada Man kamyonu vitese atıp yürüttü. Horuldayarak giden kamyonun teybini açtı; neşeli bir türkü çalıyordu.
Şöför Ahmet’in keyfi yerine gelmişti.
“Mıstafa abi “ dedi “Eyi ki geldin. Yohsa eniştemle bu yol çekilmezdi valla !”
Kayışlının Mustafa bu sözden pek bişey anlamadı; cebinden bir tütün tabakası çıkarıp cigara sarmaya başladı.
Şöför Ahmet, Mustafa’nın nasıl cigara sardığını çok iyi bilirdi; Mustafa bir cigarayı on dakikada ancak sarar, o sıra çenesi hiç durmazdı. Şöför Ahmet, yanında oturan eniştesine göz kırparken;
“Mıstafa abi ” dedi “Bi cigarada bana sar !“
Mustafa, tabakadan başını kaldırmadan
“Olur gurban !” dedi “Bir de sararım, iki de”
.
Kayışlının Mustafa cigara sarıyor diğer yandan hiç durmadan bir şeyler anlatıyordu..Sohbet koyulaşmış, Sulusaraylıların İsmail Dülger’i Bulhazbaşı mevkiinde nasıl vurduklarından falan bahsediyorlardı.
Cigara sarma işi bitmiş olmalı ki Mustafa başını kaldırıp camdan dışarı baktı;
“ Yav Amet “ dedi “Bu yol Hoyuk yoluna pek benzemiyor amma..”
Şöför Ahmet istifini hiç bozmadan Kayışlının oğlunun sözünü kesti;
“ Yoh, burası Hoyuk yolu . Cigara sararken senin gözlerin biraz bulanmış olmalı”
Kayışlının Mustafa ses etmedi. Kozanın oğluna çok güvenirdi. O bişey diyorsa mutlaka doğrudur diye düşündü. Düşündü amma içinede kurt düştü; çünkü iki saate yakındır yoldaydılar ve Hoyuk görünürde yoktu. Mustafa;
“Lan Amet ! Bizi yohsa Hacıbektaş tarafından mı götürüyon ?” dedi
Şöför Ahmet kaşlarını çatıp ciddi bir vaziyette;
“ Abi sen merak etme “ dedi. “Seni öyle ya da böyle Hoyuk’a götürecem. Sen hiç merahlanma “
Kayışlının Mustafa bu laf üzerine tırstı. Öyle ya adamın kamyonundaydı. Ahmet’i kızdırmaya gerek yoktu. Hoyuk’a nasıl olsa götürecekti. Eve biraz geç kalsada sorun değildi; ses etmedi.
Şöför Ahmet ve iki komşusu epey bir yol katettiler. Hava kararmıştı. Kayışiının Mustafa gayrı dayanamadı;
“Lan ameet ! “diye bağırdı. “ Hoyuk nerede lan ! Gelmedik mi ? “
Şöför Ahmet ve eniştesi kahkahalarla gülmeye başladı. Fakat öyle bir gülüyorlardı ki Kayışlının Mustafa onlara değilde kamyonun camını açmış dışarıya merakla bakıyor fakat karanlıkta hiçbir yer görünmüyordu. Şöför Ahmet, onu fazla tedirgin etmemek için ağzındaki baklayı çıkardı
“ Yav neredeyse Angaraya yaklaştık” dedi “Ne Hoyuk’u, İstanbul yolundayız “
Mustafa şaşkınlıkla;
“Vallaha mı ?” diyebildi.
Vaziyeti anlamıştı; canı sıkıldı, cebinden cigara tabakasını çıkarıp sarmaya başladı. Şöför Ahmet , Mustafa’nın küskün halini görünce keyiflendi.
“Mıstafa abi, bana da bi cigara sar !”
Kayışı’nın Mustafa, şöför Ahmet’e hiç cevap vermeden başını iki yana salladı ve bir daha hiç konuşmadı.
…
Dışarıda koyu gri bir karanlığın eteklerine tutunmuş sis vardı. Görüş mesafesi elli metreye kadar düşmüştü. Enişte her daim korkardı. Kozanoğlu’na dönüp;
“Gurbanın olayım, biraz yavaşla !” dedi.
Şöför Ahmet gözünü yoldan ayırmadan eniştesine cevap verdi;
“Yavaşlarım amma bi şartla”
“Nedir o ?” dedi şişman
“ Mıstafa abim bana küsmezse”
Mustafa başını tabakadan hışımla kaldırdı
“Lan şimdi !” deyip yutkundu. “Beni Hoyuk yerine İstanbul’a götürüyon !”
Sonra içinde bulunduğu durumu anlayıp zorla gülümsedi ve devam etti;
“ Tamam” dedi “Küsmücem. Nasıl olsa canavarın eline düştük !“
Bu laf üzerine şöför Ahmet ve eniştesi kahkahalarla güldüler. Onları gören Mustafa da gülmeye başladı. Üç komşu arkadaş kahkahalarla gülerken araba sisler içinde yavaş yavaş İstanbul’a doğru yol alıyordu. Şöför Ahmet yanındakilerin uykusu gelmesin diye yanık sesi ile bir türkü tutturdu;
Harman yeri sürseler oy Sanem vay Sanem
Yerine gül dikseler esmer gaday ben alım
Bahtını kız başını, oy Sanem vay Sanem
Sevdiğine verseler esmer gaday ben alim.
…
…
Şöför Ahmet Kozan,
“Hey, gurban olduğum İstanbul !” diye bağırdı.
Sabaha karşı uyuya kalan iki Narlı bu ses ile uyandılar.Gözlerini oğuşturup şaşkınlıkla etrafa baktılar; hayır kötü bir şey yoktu, kamyon yolda gidiyordu. Onların şaşkınlığını gören Ahmet Kozan güldü;
“ Ula gördünüz mü, işte size İstanbul ! İşte size deniz !”
“Vay be !” dedi Kayışlının Mustafa “Denizde amma böyükmüş !”
“Heç görmedin mi ?” dedi Şişmanın Ahmet, Mustafa’ya
“Görmedim. İlk defa görüyorum “ Sonra devam etti;
“Sen gördün mü ?”
Şişmanın enişte kem küm etti..Sonra yavaş bir ses ile,
“Ben de yeni görüyom lan ! “ dedi.” Amma bi seferinde böyük sinemada görmüştüm”
Ahmet Kozan arkadaşlarına takıldı;
“Hoyukdan da büyük müymüş ?” dedi Mustafa’ya
Kayışlının Mustafa gözlerini ardına kadar açmış vaziyette engin maviliyi seyre dalmıştı. Şöför Ahmet’in sorusunu duymadı.
“Denizi görünce gulahları sağırlaştı “dedi Şişmanın enişte.” Valla abdallaştı”
Hep birlikte gülüştüler.
…
Arabanın yükünü Anadolu yakasına indirip Avrupa yakasında Paşabahçe’nin fabrikasından mal yükleyeceklerdi. Öylede yaptılar fakat Paşabahçe yetkilileri malın ne zaman hazır olacağını bilmediklerini ve beklemeleri gerektiğini söylediler. Elden gelen bişey yoktu. Kamyonu fabrika oto parkına bırakıp üç Narlı İstanbul’u gezmeye çıktılar.
Şöför Ahmet,
“ Benim yanımdan sakın ola ki ayrılmayın “ diye iki hemşerisini tembihledi.
“ Burası İstanbul , valla bi gaybolursanız ferişdahı bile sizi bulamaz . Bi de paranızı sağlam yere koyun”
“Çalarlar mı ?” dedi Kayışlının Mustafa ceketinin sol cebini yoklarken. Çünkü yukarı mahallede evini sıvadığı Hacı Emin’in oğlu İhsan Tuzköylü ona parasını vermişti.
“Parayı sonrada versen olur “ dese de İhsan;
“ Abi, ben borçlu kalmayı sevmem. Param varken sana borcumu ödeyim” demiş, parayı zorla eline vermişti fakat şimdi şöför Ahmet’in söyledikleri onu korkutmuştu.
“Çalmayı bırak, haberin olmadan ceketini bile alırlar “ dedi Ahmet. Sonra devam etti;
“La burası İstanbul !”
Kayışlının Mustafa bu laf üzerine ceketinin düğmelerini ilikledi.. Çünkü cebindeki para ile karısı Şerife’ye düdüklü tencere almayı düşünüyordu. Şerife kaç zamandır;
“Heriiif ! Bana bi düdüklü tencere bilem alamadın ! Kozanoğlu Amedin garısı Adalet düdüklüyü öve öve bitiremedi. Yemek pişince bi ötüyor! Bi ötüyor ki deyip durur.”
Mustafa, garibim Şerife valla haklı diye düşündü. Elini sol cebi üstüne götürdü; Hacı Emin’in oğlu İhsan Tuzköylü’nün verdiği para sağlam yerdeydi. Mustafa başını dikleştirdi; artık Şerife’ye İstanbul malı iyi bir düdüklü tencere alabilirdi. O sıra hemen yanlarından geçen mor etekli, yüksek ökçeli bayanları görünce;
“ Yav Amet “ dedi Mustafa “Bu İstanbul pek de gozelmiş !”
Keyiflendi; şöför Ahmet’in koluna girip gezmeye devam ettiler.
Neyse… O gün şöyle bir gezindikten sonra kendilerine göre Topkapı da ucuz bir otel buldular. Çünkü çok yorgun oldukları için bir an önce dinlenmeleri gerekiyordu.
…
Birkaç gün yük hazır mı diye arabanın yanına gidip geldiler ama hazır değildi.
Üçüncü gün Aksaray’dan yürüyerek Beyazıt’a ve oradanda Kapalı çarşı’ya vardılar. Amaçları Eminönü’ne inmekti. Kayışlının oğlu Mustafa vitrindeki altınları görünce gözleri faltaşı gibi açıldı;
Şöför Ahmet’in kulağına eğilip usulca;
“Lan Amet ! Lan olum burada nadar da çoh altın varmış !” dedi hayretle.
“Bu daha ne ki “ dedi Ahmet “Bunların çoğu Ermeni yada Yahudi. Bunların goltukları bile altından”
“Deme yav ! Biz Nar da, şeerde gıram altın bulamazken “
“Bunların dedeleri Osmanlı’dan gelme.. Osmanlı’yı soyup soğana çevirmiş bu deyyuslar. Mal, mülk hep bunlardaymış. Hazine bunlardaymış; say say bitmez ! “
Enişte;
“Vay anasına ! Nar da babam ot yolarken demek bunnar Osmanlı’yı yoluyormuş !” dedi.
Bu lafı duyunca şöför Ahmet güldü
“Yav enişte !” dedi “ Valla sana helal olsun ! En sonunda anladın”
…
Üç Narlı Eminönü’ne geldiklerinde büyük bir çınar ağacının dibindeki çaycıya doğru yürüdüler. O sıra yabancı olduklarını anlayan boş bir hamal yanlarına yanaştı
“Abey hamal lazım mı ?”
“Yoh “ dedi şöför Ahmet “ Biz mal almıcaz”
O sıra lafa Mustafa girdi,
“ Amet, ben düdüklü tencere alacam”
“ O da nerden çıktı ?”
“Bizim avrad Şerife bu herif nerde galdı diye şimdi beni merah etmiştir. Heç olmazsa garibimi sevindireyim “
Şöför Ahmet bir anda durakladı. Öyle ya birlikte İstanbul’a geldiklerinden Mustafa’nın ailesinin haberi yoktu.
“Abi “ dedi “Valla doğru söylüyon. Şimdi seninkiler seni merak etmiştir “
“Yapacah bişey yoh “ dedi Mustafa “İstanbul’a geldik gayrı. Sonra cebinden para cüzdanını çıkartıp içine baktıktan sonra
“Ben, garım Şerife’ye bi düdüklü tencere alayım bari “ dedi “Siz oturup çay içedurun, ben hemen gelirim “
Kayışlı birkaç adım atmıştı ki şöför Ahmet ona seslendi;
“La dur ! Birlikte gidelim, gaybolursun “ dedi
Mustafa arkasına bile dönmeden cevap verdi;
“ Gayışlının Mıstafa’yı çocuh mu sandınızda gaybolsun !” deyip yürüdü.
Şöför Ahmet arkasından bağırdı;
“Sakın ha gaybolma ! Seni burada eniştemle bekliyom !”
Mustafa, tamam dercesine el etti.
…
Mustafa gittikten sonra bir saat geçti, iki saat geçti fakat Kayışlının Mustafa çay içtikleri yere gelmedi. Şöför Ahmet ve eniştesi şişman telaşlandılar.
“Enişte “ dedi Ahmet “Gel hele ! Tencere tabak satanları bi dolaşalım”
Eminönü civarında ne kadar tencere satan varsa dolaştılar fakat Kayışlının Mustafa ortalıkta yoktu. Yorgunluktan bir kenara çöküp gelip geçenlere bakmaya başladılar. Akşam olmak üzereydi ama Mustafa ortalıkta görünmüyordu.
“Ahmet” dedi eniştesi başını kaşırken “Bugün biz bu adamı bulamayız. Otele gidip dinnenelim. Yorgunluktan öldüm, bittim valla ! Yohsa benim ayahda duracah halim galmadı”
.
Otele gittiler. Resepsiyona sordular fakat Mustafa diye biri hiç uğramamıştı. Şişmanın enişte başını yastığa koyar koymaz uyudu ama şöför Ahmet’in gözüne uyku girmiyordu.
“Mıstafa abiyi yarında bulamazsak ?” diye kendi kendine söylendi. Şerife yengesine ne diyecek ?
“Yandık valla ! Yandık ki ne yandık !” deyip elini dizine vurdu. Bir süre sonra o da yorgunluktan uykuya daldı.
…
O sıralarda Narda ise durum İstanbul’dan farklı değildi. Hiç kimse Kayışlının oğlunu şöför Ahmet’in kamyonuna bindiğini gören olmamış olmalı ki tüm Kayışlı sülalesi ve sıvacı Mustafa’yı sevenler Narda, bağda, bahçede ve hatda garayazı da onu arıyordu. Mustafa yoktu. Sıvacı Mustafa kuş olup uçmuştu sanki.
Nenesi;
“Vaaah gara yazgılı Mıstafaaam !” diye ağıt bile yakmaya başlamıştı.
“Mıstafam heç gün görmedi gomşulaaarrr !” diyordu karısı Şerife de…
Şerife içinden;
“Gevur herif banada gün göstermedi “ diye geçirdi.
“Mıstafa alıp başını getmiş diyorlar ! Mıstafa neye gızdı kimbilir” diye ağlayan Şerife’ye bakarak laf çaktırıyordu.
Bir başkası;
“ Mıstafa’yı cin çarpmış ! Geceleri kör değirmen de yatarmış !”
“Sümme haşa yalan ! Mıstafa namazında niyazında biri, sahın inanmayın !”
“Cinler öylelerini seçermiş zaten”
“ Vah Mıstafam vah ! Onu dün ahşam rüyamda gördüm; Mıstafa doru bi ata binmiş şaha gahmış gidiyordu”
“Nereye gız ?”
“Valla bilmem ! Belki de Bektaşi Veli’nin yanına”
“ Yohsa gızıl ırmahdan geçeyim derken boğuldu mu garibim ?”
“Olur mu olur !”
“Tüüü ! Mıstafa getdi desene ! Mıstafa, Bektaşi Veli’yi pek severdi ! Uğruna heder oldu !”
“Vah vah ! Vah mıstafam vah !”
Her kafadan bir ses geliyordu. Geliyordu fakat bir gerçek vardı ki Kayışlının oğlu sıvacı Mıstafa ortadan kaybolmuştu. Kayışlı sülalesi yerde gökde Mustafayı arıyordu.
…
Narda Kayışlının Mustafa aranadursun İstanbulda da aranıyordu.
Şöför Ahmet ve eniştesi sabah erkenden kalkmış kahvaltı bile yapmadan Eminönü’nde ki çaycıya tekrar vardılar. Çünkü Mustafa’dan en son orada ayrılmışlardı. Yoksa koca İstanbul da Mustafa’yı nerede bulacaksın ? İki simit, yüz gramda zeytin alıp çay ile yemeye başladılar. Çaycı onlara çay çay üstüne servis yapıyordu ama Mustafa hala görünürde yoktu. Enişte;
“Yav Amet “ dedi “Bizim Mustafa denize falan düşmüş olmasın ?”
Şöför Ahmet’in hiç gülesi yoktu ama bu lafa güldü.
“Ona bişey olmaz” dedi.Sonra devam etti ”Gözünün görmediği yere Mıstafa ayak basmaz”
“Doğru diyonda adam kayboldu”
“Sen merahlanma, eninde sonunda burayı bulur”
Şöför Ahmet sözünü tam bitirmişti ki elinde düdklü tencere ile iki büklüm birinin kendilerine doğru geldiğini gördüler. Gelen adam Mustafa’ya benziyordu benzemesine ama dimdik giden Mustafa iki büklüm geliyordu.
Mustafa bitkin bir halde yavaş adımlarla geliyordu. İki hemşerisi onu görünce sevinçle ayağa kalktılar. Şöför Ahmet;
“Yav Mustafa abi, dünden beri nerelerdeydin ?” dedi.Sonra da;
“Beline noldu ?” diye sordu.
Mustafa yığılır gibi yere çöktü.İlk lafı;
“Ben bittim ! “ oldu. “Yanlışlıkla Galata mı ne diyorlar, hah işte o tarafa geçmişim. Ara ara kimse yoh ! Gene bu yana geldim kimseyi bulamadım. Sonra köprüden gene o tarafa geçtim.Her tarafta sizi aradım amma bulamadım. En sonunda aklıma bu büfenin yanında gölgesinde oturduğumuz böyük ağaç geldi. “
Mustafa başını güçlükle kaldırıp ağaca baktı,
“Bu ağaç olmasaydı sizi bulamazdım”
“Gece nerede kaldın ?” dedi şöför Ahmet meakla.
Kayışlının Mustafa ağrıyan belini tutarkan diğer eli ile karşı tepeleri gösterdi;
“Şu kule var ya ! Şu kule; işte onun dibinde yattım. Yürümekten belim kırıldı. Gece bi uyandım ki her yanım buz gibi.. Valla dondum dondum !
.
Mustafa o gece olanları anlatırken şöför Ahmet gülmemek için dişini sıkıyordu.
Mustafa en sonunda bir küfür savurduktan sonra Ahmet’e dönüp;
“Ulan Amet !” dedi “Beni bi daha Hoyuh yerine İstanbul’a getirirsen !”
Şöför Ahmet gayrı dayanamadı; bir yandan kah kahalarla gülüyor diğer yandan elleri ile karnını tutuyordu. En sonunda gülmesi geçti.
“Yav Mustafa abi“ dedi “Düdüklü tencereyi iyi ki çaldırmadın “
“Heç çaldırır mıyım ?” dedi Mustafa “Onu koynuma bir çocuk gibi sardım “
Kayışlının Mustafa olanları anlattıkça şöför Ahmet ve eniştesi kahkahalarla gülüyordu.
Çevreden gelip, geçenler ise bu adamlar neye gülüyor dercesine şaşkın gözlerle onlara bakıyorlardı.
…
Şöför Ahmet ve iki hemşerisi birkaç gün sonra İstanbul’dan Nevşehir’e geldiklerinde akşam ezanı okunmak üzereydi. Kayışlının Mustafa evinin kapısına varınca durdu. Düdüklü tencereyi kılıfından yavaşça çıkartıp eline aldı ve kapıyı çaldı. Kapıyı açan karısı Şerife karşısında Mustafa’yı görünce önce dondu kaldı, sonra durumu anlamış olacak ki;
“ Amanın benim herif gelmiş ! “ diye bir çığlık attı.Çocuklarına bağırdı;
“Koşun len koşun ! Babanız gelmiş ! Hemi de düdüklü tencere getirmiş ! Yav adam sen kaç gündür nerelerdeydin ? Seni aramadığımız yer galmadı”
“ Aman da amanın ! Bu düdüklü de pek gozelmiş heriiif !”
Kayışlının Mustafa, kendisinden ziyade düdüklü tencereyi hevesle inceleyen karısı Şerife’ye baktı; Şerife sanki kendisinin gelmesinden ziyade düdüklü tencerenin gelmesine sevinmiş gibiydi; acı acı gülümsedi.İçinden bağırıp çağırmak geldi, ama karısına değil;
“Ulan Amet, alacağın olsun !” diye söylenirken kendisine doğru koşup gelen küçük oğluna sarılıp öptü.
Karısı Şerife ise bir taraftan tencereyi inceliyor diğer yandan;
“Heriiif !” diyordu “ Ne eyi etmişinde düdüklü almışın ! Valla, pek iyi oldu, pek ! “
Yaşlı adam ak sakalını sıvazlayarak yatağından usulca kalktı ve pencere kıyısına doğru güçlükle yürüdü. Elleri titreyerek perdeyi araladı; dışarıda ki koyu karanlığı kısmen aydınlatan sokak lambalarının flü ışığını gözleri güçlükle seçiyordu. Feri yitmek üzere olan gözlerini oğuşturdu, sokak lambalarının ışıkları olmasa dışarıyı göremeyecekti.
Bir zamanlar Batı cephesinde bir kartalı bile gözünden vuran gözleri artık körelmişti.
“Aah yaşlılık ! “ diye söylendi. “ Gitme zamanı geldi de geçti bile !“
Ölümün ayak seslerini hissediyordu. Yüz yaşına gelmesine rağmen kendi ihtiyaçlarını görebiliyor ve namazını oturarak da olsa kılabiliyordu. Fakat içinden bir ses “Gayrı misafirliğin bitti “ diyordu. Yaşlı adam o sesi duydukça çocuklaşıyor, o sesi duydukça uzaklara dalıp gidiyordu.
Afyon, Kütahya, Salihli, Menemen ve son olarak İzmir; buralarda basmadığı toprak, çarpışmadığı mevzii kalmamıştı. Tıpkı M.Kemal, İnönü, Fevzi Paşa ve Yörük Ali gibi hep zafere inanmıştı. Yörük Ali ve diğer askerlerle birlikte İzmir’e girdiklerinde o coşkuyu hala unutamıyordu.
“Yaşa, Mustafa Kemal Paşa yaşa !” nidaları İzmir sokaklarını inletmişti.
Kulaklarından hiç gitmeyen bir ses vardı ki onu hiç unutmamıştı; Bir kadın Hasan Tahsin’in vurulduğu yere kapanmış bir halde hıçkırıklar içinde;
“ Hasan Tahsin haydi kalk ! Kalk da bir bak ! Atların boyunları köpük köpük, üstünde şayak kalpaklı süvariler geldi ! Hasan Tahsin haydi kalk, bizimkiler geldi ! “ diyordu.
…
Yaşlı adamın gözlerinde iki damla yaş yanaklarına doğru süzüldü.. Geçmişi ne zaman hatırlasa duygulanır içinde saklanmış heyecana engel olamazdı.
“Hayır hayır !” diye söylendi. “ Kendimi toparlamalıyım. Kalbim zaten ufacık tefecik kaldı., bir de..”
Yaşlı adam elini kalbine götürdü; kalp atışları hızlanmıştı.. Yavaş adımlarla mutfağa gidip bir bardak su içti.Suyu içince,
“Ooh ! " dedi gülümserken. Yaşlı adam ne zaman gülümsese yüzüne nurlar düşerdi. Şimde de yüzü masum bir çocuk hali almıştı.
Yaşlı, ak sakallı adam oğlunun yanına Denizli’ye gelmişti. Yaşamı boyunca koskoca bir asrı devirmenin gururu vardı gözlerinde..Henüz sabah ezanı okunmamıştı fakat içinde son günlerde bir çocuk gülümsemesi hasıl olmuştu. Sanki içinde başka bir çocuk türküler, şarkılar söylüyordu. Yaşlı adam dur dedikçe içindeki çocuk türküler söylemeye başladı.
"Şu Dalama'dn geçtin mi, soğuk sular içtin mi...
efelerin içinde Yörük Ali'yi seçtin mi.."
Karısı Güldane, bu sesle uyanmış ona pel pel bakıyordu.
“Adam sen deli misin ?” diyerek kocasına çıkıştı.Sonra da,
“ Ezan bile okunmadı, bu türküde neyin nesi ?”
Yaşlı adam uyku sersemliği içinde gözlerini oğuşturan karısına gülümsedi;
“Yakında öleceğim !” dedi
“Tevbe tevbe ! Bu da nereden çıktı ? “
“İçimde bir his var, o söylüyor”
“Yüz yaşına merdiven dayadın. Tamam öl de bu sevinç niye ?”
Yaşlı adam bu laf üzerine daha da neşelendi; ellerini bir birine vurup;
“ Çünkü buldum !” dedi “ Gözüme uyku girmedi amma sonunda buldum “
Güldane ana, kocasının ne söylediğini anlamadı;
“Yav adam neyi buldun ? “ dedi merak ve şaşkınlıkla.
“Gömüleceğim yeri” dedi yaşlı adam sevinçle. “Mezar yerimi buldum !”
Güldane ana ellerini havaya kaldırıp;
“ La havle ! Gurban olduğum sen gadirsin ! Bu adam delirdi mi ne ?” dedi
“Yoh Güldane ! Valla delirmedim ! Mezar yerimi buldum !” dedi heyecanla tekrar.
“Neresiymiş ?”
Yaşlı adam zorlukla birkaç adım atıp karısının yanına oturdu. Titreyen elleri ile karısının elini tuttu ve çok gizli bir şey söylüyormuş gibi onun kulağına doğru eğilip;
“Ahmet Hulisi efendi’nin yanına” dedi.
“Allah ! Allah !” dedi Güldane kadın “O da kimmiş ? Ben, Narda öyle birini heç tanımadım ”
Yaşlı adam titreyen parmaklarını hayatının tüm safhalarını anlatan derin çizgiler içindeki alnına götürdü. Parmakları o derin çizgilerde bir şeyler arar gibiydi. Bulmuş olacak ki kurumuş dudaklarından belkide son cümleleri dökülüyordu;
“Oğlum Reşadi bilir” dedi.” Oğlum, Reşadi’m bilir “ diye tekrarladı.
Uyku sersemliğini henüz üstünden atamamış olan karısının yüzünden usulca öptü ve;
“Oğluma söyle, ölürsem beni Ahmet Hulisi Efendi’nin yanına gömsünler“ dedi
ve sonra sustu. Yaşlı adam bir daha hiç konuşmadı. Denizli de sabah ezanı okunuyordu.. Ezan sesi odanın içini doldurur iken Güldane ana yaşlı kocasına hala şaşkın şaşkın bakıyordu.
…
Ertesi gün eşi ve çocukları yaşlı adamı yattığı odada koltukta uyur gibi gördüler. Yaşlı adamın nurlu yüzünde mutlu bir gülümseme vardı; bir çocuk gülümsemesi. Güldane ana, uyanması için kocasının omuzuna dürttü;
“Adam, hele kalk ! Gelinin sana en sevdiğin çorbayı yapmış. Kalkda sıcah sıcah iç !” dedi
Yaşlı adam koltuğun üstüne devriliverdi..Koca bir çınar; Cumhuriyet ve hürriyet aşığı bu adam vatana sarılır gibi bir yastığa sarılmış bir halde ruhunu teslim etmişti…
O yaşlı adam kim miydi ?
İstiklal Harbinin en yiğit ve en cesur kahramanlarından, batı cephesinin korkusuz neferi, gazi madalyalı Narlı başçavuş Behcet YAZGAN, namı diğer Nar’ın BEHCET HOCA’sıydı..
Zor yıllardı,; memleket işgal edilmiş on yıl süren savaşlarda Anadolu insanı bitap düşmüştü. Elde avuçta ne para ne de silah vardı. Direnmeden pes etmeyi bile düşünenler vardı. Koskoca Osmanlı çökmüş ve perişan bir haldeydi. Mustafa Kemal ve arkadaşları direnişi örgütlerken onlardan geri kalmayan ve onlar kadar heyecanlı, bilinçli biri daha vardı; Denizli müftüsü Ahmet Hulisi.
Denizli müftüsü namazı, niyazı camide bırakmış Denizli meydanında biriken halka şöyle diyordu;
“ Arkadaşlarım ! Hemşerilerim ! Bu sabah İzmir yunanlılar tarafından işgal edilmiştir ! Denizli’nin yoksul ama yiğit insanları, tüm dünya yunanı destekliyor. Zannediyorlar ki Anadolu sahipsiz ! Anadolu öksüz çocuk gibi ! Hayır hemşerilerim, biz varız ! Siz varsınız ! Silahınız mı yok, bıçakla, tırpanla, kavgayla, taşla, sopayla yürüyeceğiz ! Eline üç taş alan bizim safımıza gelsin. Hemşerilerim bu kavga kundakda ki çocuklarımız içindir ! Bu kavga vatan için, namus içindir ! Ey Denizli’nin yiğit cevherleri, bu kavgada benimle var mısınız ?”
…
Narlı genç Behcet, Denizli halkının bu coşkusuna şahit olmamıştı. Ahmet Hulisi efendiyi hiç görmemişti fakat bir gün yolları bir yerde birleşecekti.
…
Narlı genç Behcet aynı his ve heyecanı sol yanında duyuyor, ona daha ne duruyorsun diyordu…O da o hislere uydu ve çok geçmeden kendini Batı cephesinde buldu.. Gözüpeklilik ve cesaret ona ata yadigarı olmalı ki pervasızca vuruşuyor, “Dur Behcet, vurulursun !” dedikleri yerde ileri atılıp düşmanın burnuna kadar sokuluyor ve onlara zayiyat verdiriyordu.. Bilhassa gece düşman hatlarına sızmalarda ön saflardaydı..Çünkü gece görüşü çok keskin ve yüz metreden bir yarasayı bile vuruyordu.
Bu cesareti ona önce çavuş, sonrada başçavuşluğu getirdi..Emrindeki askerler özel seçilmiş olmasalar bile onun yanında düşmana tıpkı onun gibi saldırıyordu.. Bir seferinde geri çekilme emri geldi..Başçavuş Behcet önce emri anlayamadı.. Anladığında ise binbaşı Salih Bey’e dikildi;
“Komutanım geri çekilme emri var, doğru mudur ?”
“Doğrudur”
"Komutanım ben ölsem de geri çekilmem !”dedi.
Tabur komutanı binbaşı Salih elinde çakar almaz filinta bulunan başçavuş Behcet’e gıpta ile baktıktan sonra acı acı gülümsedi;
“Çavuş “ dedi “Emre uyacaksın “
Behcet başçavuş, gözlerini kaldırıp komutanın gözlerine dikti ve kati bir ses tonuyla;
“Komutanım her cezaya razıyım, hat da silahınızı çekin beni burada vurun fakat düşman cesedimi çiğnemedikçe bu toprakları çorbacıya bırakmam !”
Binbaşı birkaç adım atıp genç Behcet’in yanına geldi ve usulca şöyle dedi;
“ Asker bu bir kıskaç planıdır. Yani çakalı kafese sokma planı. Emre uyacaksın !”
Behcet başçavuş işte o zaman meseleyi anlamıştı.. Çakır gözlerinde bir şimşek çaktı.O şimşek gözlerinden parmak uçlarına kadar vardı. Behçet başçavuş binbaşıya sert bir selam verdi, ve;
“Emredersiniz komutanım !” dedi.
O günden sonra binbaşı Salih ile Behcet başçavuş arasındaki ilişki bu iki vatanseveri bir birine yaklaştırdı. Binbaşı bu Nevşehirliyi öz kardeşi gibi biliyor, ona en gizli ve zor görevler veriyordu. Behcet başçavuş ise verilen her görevi layıkıyla yapıyordu. Bir seferinde gizli bir buluşmada Yörük Ali Efe onu binbaşının yanında görmüş ve şöyle demişti;
“Binbaşım, bu askeri bana ver “
Binbaşı ise efenin bu isteğine gülmüş,
“Onca asker var iken onu neden istiyorsun ?” deyince Ali Efe;
“ Bakışları bir kartalın ki gibi. Bana böyle adamlar lazım “
Binbaşı Salih oturduğu yerden kalkıp Behcet başçavuş’un sırtını okşadıktan sonra efeye dönüp;
“Bana da böyle adamlar lazım “ demişti.
…
Bazı savaşçı askerler vardır ki onları insan hemen ayırt eder. Behcet başçavuş öyle biriydi; Yiğit, cesur, akıllı ve de inançlı..
Tüm cephelerde savaş kızışmıştı. Çanakkale de sağ kalanlar ve onların çocukları geriye bakmaksızın vuruşuyor ve her düşenin yerini bir başka civan alıyordu. Ve derken o ses duyuldu;
“Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri !”
Genç Behcet İzmir’e efelerle birlikte ilk girenlerdendi..Konak meydanına vardığında lime lime olmuş asker elbiselerine aldırmadan elinde ki mavzeri denizin bağrına doğru uzatıp şöyle haykırdı;
“Gelin len çorbacılar ! Gelinde görüşelim !”
Çorbacılar bir daha hiç gelmedi. Aga babalarıda gelmedi.
Behcet başçavuş o en çok sevdiği silahını teslim ettikten sonra Konak sahilinde avare avare dolaşıyordu. Barut kokusuna alışmış burnu deniz kokusunu çok özlemişti. Derince nefes alıyor, martı çığlıklarını bir çocuğun sevinç çığlıkları gibi duyuyordu. O sıra bir elin omuzuna dokunduğunu hissetti. Dönüp baktı; birlikte savaştığı tabur komutanı binbaşı Salih idi. Binbaşı;
“Merhaba çavuş !” dedi.
“Merhaba komutanım !”
“Askerliği bıraktığını duydum”
“Evet komutanım !”
“Ne iş yapacaksın ?”
Genç Behcet bu soruyu hiç beklemiyordu. Öyle ya savaş bitmişti, karnını doyuracak bir iş olması lazımdı. Ülke harap halde herkes iş arıyordu. Bunu hiç düşünmemişti. Başını öne eğip;
“Bilmiyom komutanım “ dedi
Binbaşı, Behcet’in koluna girdi;
“Gel” dedi “Tam sana göre bir iş var. Senin elinden mekanik her iş geliyor. Aklıma ilk sen geldin”
Genç Behcet meraklı gözlerle bünbaşı’ya baktı;
“ Komutanım ne iş yapacağım ?”
Binbaşı güldü;
“Bana bir Türk kahvesi ısmarlarsan söylerim”
Konak civarında daha birkaç aya kadar Rumların çalıştırdığı, şimdi ise bir efe kızanının özenle temizleyip işlettiği kafeye doğru yürüdüler.
…
Mesele anlaşılmıştı; genç Behcet İzmir tren garında memur olarak çalışacaktı.
Ertesi gün Behcet kendine barut kokmayan birkaç temiz elbise bulup işe başladı. Hem makine dairesinde tamirat yapıyor, hem de kayıt yapıyordu.
İstasyon şefi Mehmet efendi onun çalışkan biri olduğunu görmüş, böyle kafası çalışan bir elemana sahip olduğu için belli etmeden seviniyordu. Mehmet efendi birgün onu evine yemeğe davet etti.. İşte ne olduysa o zaman oldu. Gar şefinin kızı çok güzeldi. Kız da genç Behcet’i beğenmiş olacak ki başına sardığı tülbent altından ona gülümseyerek bakıyordu. Kızın adı Emine idi. Badem rengi gözleri ve endamı ile bir İzmir hanımefendisiydi. Olan olmuş, alev bacayı sarmıştı. Durumun farkına varan Mehmet efendi, Behcet’i bir kenara çekip ona şöyle dedi;
“ Evlat, seni hep takdir ederim fakat, benim çocuğum naif bir İzmir kızı.. Yani Nevşehir veya Nar’a ya da Anadolu’nun herhangi bir yerinde bağda, bahçede çalışamaz. Şayet onu götürmeye kalkarsan oralarda yaşayamaz . Bunları bilmiş ol !“
…
Genç Behcet ve Emine birbirine aşık olmuştu. Gönül ferman dinler mi ?
Gönüller ferman dinlemedi; kısa bir süre sonra evlendiler..
Küçük eski bir ev tutup yaşamaya başladılar. Emine gelin o zamanın en revaçta mesleği olan dikiş hocalığı yapıyordu..İzmir’in zengin aile kızlarına dikiş öğretiyor güzelde para kazanıyordu.. Derken Behcet ve Emine’nin iki oğlan çocukları oldu.. Büyük olanın adı Nuri, küçük olana ise Ertaş adını verdiler. Küçük oğlan Ertaş babasına daha çok benziyordu.. Büyük oğlan Nuri okula başladığında öğretmenleri onun için şöyle diyordu;
“Bu çocuk çok zeki ve memlekete büyük yararları olacak “
İzmir de her şey güzel gidiyordu. Behcet tren şefi olmuş, her hafta Ankara’ya gidip geliyordu.
Bir gün Mustafa Kemal ve Fevzi Paşa Ankara garında beklerken tren yanaşmış onları alacaktı ki Fevzi Paşa genç Behcet’i trenin başında görünce ona yaklaşmış ve ;
“Filinta, tam yerini bulmuşsun. Sana böylesi yakışır” dedi
Fevzi Paşa onu cephede iken birkaç kez görmüş ve ona ataklığı ve cesur oluşundan dolayı “Filinta” lakabı takmıştı.
Genç Behcet hazırol vaziyette selam dururken;
“Sağolun paşam !” dedi.
Fevzi Paşa onu yukardan aşağı şöyle bir süzdükten sonra,
“Maşallah, yine eskisi gibi fişek gibisin !” dedi.
“Sağolun paşam !
Mustafa Kemal ise konuşulanları duymuş onlara gülümsüyordu.
…
Yıllar geçiyor, Genç Behcet için herşey güzel gidiyordu fakat, karısı Emine para kazandıkça değişmeye başlamış ona yüksekten bakar olmuştu. Behcet bu durumu kaldıracak delikanlılardan değildi.. Ayrıca Nar hasreti sol yanını her geçen gün yakıyordu. Kararını verdi; işinden istifa edip Nevşehir Nar’a gidecekti. Ve öyle de yaptı; karısı Emine bu duruma karşı gelsede yapacağı bir şey yoktu. Birkaç halı kilim ve Emine’nin dikiş makinasını alıp apar topar Nar’a geldiler.
…
Nar’a geldiler amma kalacakları doğru düzgün ev bile yoktu. Orta mahallede Muhittin Kolukısa’nın evinin üst yanında bir TIRAZ vardı. Yani mağara gibi bir şey.. Behcet, karısı Emine’ye kalacakları yeri gösterince Emine gayrı ihtiyari irkildi.
“Behcet, biz burada mı kalacağız ?” dedi
Behcet eliyle alnını sıktı, saçlarını karıştırdı, karısına cevap vermeliydi ama nasıl ?
“ Şimdilik !” diyebildi. “Emine bir ev satın alıncaya kadar şimdilik kalacağız “
“Şimdilik bir mağarada yaşayacağız ha ! Hem de iki çocukla ! Banyosu, helası bile olmayan bir yerde ha ?”
“Yaparız..” dedi Behcet dudaklarını ısırırken.” Birkaç güne kadar hepsini hallederim”
Emine gelin hala şaşkınlığını üstünden atamamış bir halde çevresine bakıyor, olanları anlamaya çalışıyordu fakat; İzmirde yetişen bir bayan olarak beyni bunu kabul etmiyordu.
Emine, kocasına aynı soruyu tekrar sordu;
“ Behcet, burada mı kalacağız ? Yani sen bunun için mi beni İzmir’den alıp getirdin ? Bunun için mi savaştın ? Arkadaşların bunun için mi şehit olup öldüler ? “
“….!!!!! “
“ Behcet susma ! Bana ne olur bir cevap ver; sen cephede onca fedakarlıkları, onca eziyeti ve onca kahramanlıkları bu tıraz için mi yaptın ? Bu vatan bize bunu mu reva gördü ?”
“…!!!!!”
Genç Behcet karısına bir şey diyemedi. Ne diyebilirdi ki ; evet Emine, vatan bana bir mağara hediye etti mi diyecekti.. Hiçbir zaman bükülmeyen başı karısı Emine’nin önünde ezildi ezildi..Ciğeri yanıyordu; söndürmek için bir testi suyu kafasına dikip içti. Fakat yüreğindeki yangın sönmemişti. Mırıldanır gibi dudaklarının arasından güç bela bir ses çıktı;
“Evet Emine “ dedi “ Bu vatan bize burayı reva gördü.” Sonra devam etti;
“Allah büyük ! Yarın ola, hayır ola !”
Bu sefer karısı Emine sustu. Hayal kırıklığı Emine’nin gözlerinden belli oluyordu. Eline hırsla bir süpürge otu aldı ve temizliğe başladı.
Aile tırazı güç bela temizleyip kendilerine ev yaptı. Artık Behcet ve Emine’yi zorlu bir yaşam bekliyordu. Sevdiği adamın yanında olmak balkonu çiçekli evlerde yetişen Emine için yeterli olacak mıydı ? Bunu zaman gösterecekti.
..
Ve zaman gittikçe kötüye gidiyordu. Çünkü Nar halkında İzmirli Emine’nin dikeceği pazen kumaş bile yoktu. Birkaç don gömlek dikmekle evin geçimi çok zordu.Ayrıca Nar da Saatçiler'in Vuslat hanımında dikiş makinası olduğu için işleri iyi değildi.
Behcet ise orta mahalledeki mescitte gönüllü hocalık yapıyor devletten bir kuruş dahi almıyordu. Behcet Hoca mescidin önündeki küçük bahçeyi ekip, dikiyor, evin ancak sebze yiyeceğini karşılıyordu.. Yani tüm vakti mescit önündeki bahçede geçiyordu. Behcet Hoca bir gün akşam namazından sonra eve yani tıraza geldi. Kapının önünde küçük oğlu Ertaş başını öne eğmiş düşünür bir haldeydi.
Behcet Hoca evde olağanüstü bir halin olduğunu sezdi; içi cıız etti.
“Hayırdır Ertaş oğlum ? “ dedi “Annen evde yok mu ?”
Çocuk bu soruyu duymamış gibi cevap vermedi
“Annen yok mu dedim ?”
Ertaş gözlerindeki yaşı eliyle silip babasına zorlukla cevap verdi;
“Gittiler ! “ dedi çocuk “Annem, abim Nuri’yi yanına alıp İzmir’e gitti “
Behcet Hoca, elinde kürek kapının önünde kala kaldı. Düşmemek için kürek sapına dayandı. İstiklal Harbi’nde düşmanın bile yıkamadığı bedeni ayakta fırtınaya kapılmış bir dal gibi sallanıyordu.
“Yaa ! “ diyebildi. “ Demek sonunda gittiler ha ?”
Ayakları bu duruma fazla dayanamadı; kaya eşiğe devrilir gibi oturdu.
“Demek gittiler ha ?” diye tekrarladı. “ Ertaş’ım demek yapayalnız kaldık !”
Behcet Hoca o kaya eşikte ne kadar oturakaldı bilinmez fakat büyük camiden duyulan ezan sesi ile kendine ancak geldi. Sabah ezanı okunuyordu. Gözleri küçük oğlunu aradı; çocuk içeri girip çoktan yatmıştı. Elleri ile burnuna, yüzüne dokundu, yüzü gecenin soğuğunda buz gibi olmuştu. Aklına bütün gece burada kaldığı geldi; alel acele testideki su ile yüzünü yıkayıp abdest aldıktan sonra hızlı adımlarla mescite doğru uzaklaştı..
…
Kısa bir süre sonra küçük oğlu Ertaş da annesi ve abisi Nuri’nin yaşadığı İzmir’e gizlice kaçtı. Bir zamanlar Ege’nin dağlarını arşınlayan bu yiğit insan öksüz bir çocuk gibi yapayalnız kalmıştı..Düşmanın üstüne kimi geceler tek başına sızan bu cesur yürek namluda takılı kalmış kör bir mermi gibi çaresizdi..Hayatta hiç yenilmemişti ama ya şimdi ? Kendini yenik ve ezik hissediyordu. Aylar yılları kovalarken bir gün küçük oğlu Ertaş’dan gelen mektupla dirildi. Küçük oğlu Ertaş;
“Baba !“ diyordu. “ Astsubay olan abim Nuri’nin teşvikiyle hava harp lisesini kazandım. Baba düşünebiliyor musun, savaş pilotu olacağım. Ve tıpkı senin gibi atak, senin gibi cesuryürek olacağım. Hani sen düşmanla şöyle vuruştum, böyle yıkıp geçtim derdin ya, işte ben de öyle olacağım.. Ne de olsa senin oğlunum.. Baba bişey daha; şayet pilot olursam Nar’ın üstünde alçaktan uçup sana el sallayıp, öpücükler göndereceğim. Baba beni affettin değil mi ? Seni yalnız bıraktığım için beni affet baba ! Sana layık bir savaşçı olacağımdan emin ol ! Baba hakkını helal et !
……….Seni canı gibi seven oğlun Ertaş YAZGAN “
Behcet Hoca en zor şartlarda bile ağlamamıştı. Zorlu yaşamı ona direnmeyi, göz yaşlarını içine akıtmayı öğretmişti. Fakat şimdi o büyük kahraman gitmiş yerine bir çocuk gelmiş, hüngür hüngür sevinçten ağlıyordu.
“Oğlum !” diye söylendi “Oğlum, size hakkım helal olsun !”
Behcet Hoca göz yaşları ile ıslanan mektubu özenle ceketinin iç cebine koydu ve keyifle bir türkü tutturdu.
“Şu Dalma’dan geçtin mi ? Soğuk sular içtin mi ?
Efelerin içinde Yörük Ali’yi seçtin mi ?
Hey gidinin efesi efesi…efelerin efesi ! “
…
…
Behcet Hoca her ne kadar yalnızlığı sevsede hayatta yalnız yaşayamayacağının farkındaydı. Hemşeri ve dostlarının tavsiyesi ile eşi vefat etmiş olan ve iki küçük çocuğu yetim kalmış olan Güldane hanım ile evlendi. Behcet Hoca için yaşam yeniden başlıyordu.
…
Güldane hanım onun için Allah vergisi gibi bir şeydi. Behcet Hoca’nın her şeyi ile ilgileniyor ve onu hayata bağlıyordu. Derken bir erkek çocukları oldu. Adını Reşad koydular. Reşad çocuk Yazgan ailesini bir birine bağlayan en önemli etken olurken Behcet Hoca diğer oğlu Ertaş’dan bir mektup daha aldı. Ertaş mektubunda şöyle diyordu;
“ Baba nasılsın ? Duydum ki beni özlemişsin. Sana iyi bir haberim var; baba ben pilot oldum. Bana olan özlemini gidereceğim. Nar Kasabası’nın üstünde alçaktan uçuş yapıp sana gönüller dolusu sevgi ve selamlarımı göndereceğim. Baba şimdi artık oğlun Ertaş ile gurur duyabilirsin. Küçük kardeşim Reşadİ’yi benim için yanaklarından öp ve Cuma gününü bekle..Baba Cuma günü sana geliyorum.. Nar’a geliyorum ! “
Behcet Hoca elinde mektup sevinçle odaya girdi. Küçük Reşadi oyun oynar gibi köşedeki sobanın demiriyle oynuyordu.
“Oğlum “ dedi “Abin Ertaş geliyor !”
Çocuk, abisini hiç görmemişti. Mimikleri sevinçle açıldı;
“Hani, nerede ?” dedi
“ Şimdi değil, haftaya Cuma günü gelecek”
“Cuma günü gelecek mi ?”
“He ya, Cuma günü mutlaka gelecek. Hem de uçakla gelecek !”
Reşad çocuk hiç uçak görmemişti. Babasına merakla sordu;
“Baba uçak nasıl bir şeydir ?
Behcet Hoca güldü
“Hani seninle birlikte kağıttan yapmıştık ya, işte onun essahı”
…
Ve Cuma günü geldi. Behcet Hoca millete Cuma namazını kıldırdıktan sonra evinin önünde ki boş alanda bir mahkum gibi volta atıyor, diğer yandan ikide bir başını kaldırıp gökyüzüne bakıyordu. Küçük Reşad ise kuru bir ağaç bedenine oturmuş ortada deli gibi dolanıp duran babasını izliyordu.
Behcet Hoca bulutlara bir daha bakıp söylendi.
“Bugün havada bulut çok, Ertaş ya gelmezse ? “
Behcet Hoca’nın lafı ağzında kaldı; gökyüzünü yırtan bir ses duyuldu. Bir savaş uçağı bulutların altından sıyrılıp Nar evlerinin ahşap kapılarını titretti. Oğlu Ertaş sözünde durmuş ve olanca haşmetiyle gelmişti.
Behcet Hoca iki elini havaya kaldırıp bir çocuk gibi sevinçle sallıyor diğer yandan küçük oğlu Reşad’a bağırıyordu;
“ Oğlum, abin geldi ! Koş koş ! Sen de el salla !”
Küçük Reşadi babasının yanına gelip o da el sallamaya başladı.
Uçak, Nar Kasabası üstünde kavisler çizip tekrar alçalıyordu..Ve her defasında ahşap kapılar zıngır zıngır titriyordu. Bir süre sonra uçak geldiği yöne yönelip bulutların üstünde kaybolup gitti.
“O abim miydi ? “dedi çocuk heyecanla.
Behcet hoca küçük Reşadi’nin saçlarını okşar iken gözleri gülüyordu;
“He ya “ dedi. “ O Ertaş abin idi..Aslanım, sözünde durdu “
Behcet Hoca bir daha güldü. Eğilip küçük Reşad’ın yanaklarından öptü ve;
“Evet, o çok güçlüdür.. Hemi de bir aslan kadar güçlü “ dedi.
Çevredeki komşular toplanmış bir halde Behcet Hoca’ya oğlu Ertaş hakkında sorular soruyordu. Behcet Hoca gururluydu. Öyle ya, pilot bir evlat her babaya nasip olmazdı..Küçük Reşadi’nin elinden tutup yeni evine doğru ağır adımlarla yürüdü.
…
Behcet Hoca Ertaş’dan bir mektup daha aldı.
“Baba” diyordu pilot oğlu Ertaş “ Bizim Gülşehir yolundaki bağı ot kaplamış. Yav insan bi çapa yapar. Bu yıl iyi bakmamışın valla ! “
Behcet Hoca başını kaldırıp gökyüzüne baktı; iki uzun kanatlı leylek Kızılırmak tarafına doğru kanat çırpıyordu. İçinden o leylekler gibi uçmak geldi, gülümsedi..
…
Hayat kaldığı yerden devam ediyordu. Hayatın telaşı bitmez ki..Bir de Narlı olursan hiç bitmez. Behcet Hoca da tıpkı diğer Narlılar gibi toprakla mücadelesini sürdürüyordu.
Aradan kaç yıl geçti bilinmez; Behcet Hoca bir gün bir haber aldı; öğretmen pilot Ertaş YAZGAN İzmir Urla da bir eğitim uçuşu sırasında uçağının arıza yapması sonucu şehit olmuştu.
Habere önce inanamadı. Gerçeği öğrendiğinde ise dünyası başına yıkıldı.
Tarifi imkansız bir acı Behcet Hoca’nın yüreğine oturdu. O günden sonra dünyasına küsüp kendini iyice dine verdi. Bir kuruş maaş almadığı orta mahalle ki mescidinde oğlu pilot Ertaş ve tüm şehitler için dualar okudu. Behcet Hoca oğlu Ertaş’ın ölümünden sonra kendini bambaşka bir dünyada buldu. Dünya işlerinden tamamen elini eteğini çekti..
…
Ve aradan yıllar yıllar geçti; Denizli de polis olan küçük oğlu Reşadi’ye haber saldı.
“Oğlum, kendimi iyi hissetmiyorum “dedi “Allah kısmet ederse senin yanında ölmek istiyorum.”
Reşadi Yazgan babasını Nar’dan alıp görev yaptığı Denizli’ye getirdi. Onun tarihe ve milli mücadeleye olan ilgisini bildiği için babasına Kurtuluş Savaşı belgeselleri okuyor, onun geçmişe olan heyecanını ve özlemini dile getiriyordu. Behcet Hoca işte o sıra Denizli müftüsü Ahmet Hulisi Efendi’nin destansı hikayelerini öğrenmiş oldu. Ahmet Hulisi onun için artık bir baş yapıt olmuştu. Çoğu zaman onun adını dilinden düşürmüyor;
“İşte “ diyordu “Benim kahramanım bu adam !”
Halbu ki kendisi de gerçek bir kahramandı.
Ve bir gün o kahraman koltukta uyur gibi vefat etti. Sene 1992 ve Behcet Hoca tam 100 yaşındaydı.
Mustafa Kemal’e ve aydınlık bir ülkeye aşık bir adam bu dünyadan göçüp gitmişti.
Behcet Hoca vefat ettiğinde oğlu Reşadi devletten güç bela izin alıp babasını Ahmet Hulisi’nin anıt mezarının hemen yanında toprağa verdi. Çünkü Denizli müftüsü Ahmet Hulisi gibi aydın birinin, Milli mücadeleye bölgesinde liderlik yapmış birinin anıt mezarı yanında kimseye müsade edilmiyordu. Fakat Behcet Hoca’ya o müsaade verildi. Mezar taşında şöyle yazıyordu;
“İstiklal Savaşı kahramanlarından
Nar- Nevşehir doğumlu
Gazi Behcet YAZGAN
Ruhu şad olsun !”
…
Behcet Hoca vefat ettikten kısa bir süre sonra TRT ekibi belgesel için Reşadi Yazgan’nın Denizlide ki evinin kapısını çaldı.İçeriden bir çocuk göründü;
“Buyurun !”
“Biz İstiklal Savaşı gazisi Behcet Yazgan için gelmiştik” dediler
“Dedem on beş gün kadar önce vefat etti !” dedi çocuk hüzünle.
TRT ekibi geriye eli boş dönmek zorunda kaldı.
Ol hikaye budur.
...
Sana selam olsun güzel insan !
Seni hasretle kucaklayan, alnından öptüğün vatan toprağına selam olsun !
Şehit pilot Ertaş YAZGAN’a selam olsun !
Biz , Anadolu’nun yüreği zengin çocukları olarak seni ve pilot Ertaş Bey’i iyi ki tanıdık..
NAR KASABASI İLE SULUSARAY KASABASI
1950-1975 ARASI KOMŞULUK İLİŞKİLERİ
Sulusaray kasabası da Nar kasabası gibi Nevşehir Merkez ilçeye bağlı kasaba olup, Nevşehir’in hemen altıda bulunan Nar vadisinin devamında yer almış, kızılırmak’a kadar uzanan tarım arazisine sahip bir komşu kasabadır. Kasabamızın Bağları Sulusaray ın hemen üzerine, sulu tarım arazilerimiz ise iki km kadar yaklaşır. Her iki kasaba arazilerinden bazıları da diğerinin sınırları içerisinde dir.
İki kasaba arasındaki komşuluk ilişkileri genelde iyi gitmekle beraber, Komşu rekabetinin, ekonomik sosyal sebeplerin ve istenmeyen olayların getirdiği çatışmalarda yaşanmıştır. Şunu göz ardı etmemek gerekir ki, kasabamızın Nevşehire yakın olması ve ulaşım yolunun muntazam olmasının sağladığı avantaj ile, halkın önemli bir bölümü Nevşehir de esnaf olarak ticari faaliyet bulunurken, bir kısmı memur ve işçi olarak çalışma imkanı bulmuştur. Kasaba çocukları, Ortaokul ve lise olanaklarından yararlanabildiği için okur yazar oranı daha fazla, Üniversite de okuyabilme şansı daha yüksek olmuştur. Kasabamız 1935 li yıllarda Nevşehir ile aynı zamanda elektriğe kavuşmuştur. Komşu kasabanın o dönemlerde sosyo ekonomik durumuna bakıldığında iki kasaba arasındaki sosyo- ekonomik açıdan bariz farklar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu gün Gülşehir yolundan ayrılarak, bulkaz başı üzerinden inen ve sulu sarayı Nevşehir’e bağlayan yol olmadığından, ulaşım olarak dere yatağını kullanarak Kasabımız içerisinden, at ve eşeklerle yöresel Kıyafetleri( Yakasız gömlek, uzun beyaz külah) ile genellikle Pazar günleri ihtiyaçlarını, gidermek için toplu guruplar halinde gidip gelirlerdi. Hemen tamamı bağcılık; sulu tarım ve tarla işleri ile uğraşırlardı.
Özetlemek gerekirse iki kasaba halkı arasında, istenmeyen olaylara bağlı durumlar hariç dün ve bu günde olumsuz sorun bulunmamaktadır.
İki kasaba arasında yaşanan ilk tatsız olay, 1949-1950 yıllarında dır. Yanılmıyorsam be ilk okul 4 veya 5 nci sınıftaydım. O zaman ismini ilk defa duyduğum Köy Enstitülerinin verdiği mezunlardan 3-4 öğretmen (Aslen Nar doğumlular) kasabamıza atanmıştı. Hepsini saygı ve rahmetle andığım bu öğretmenler, çeşitli bilgi ve beceri kazanmış, bu yönleri ile halka ışık tutan bu cevval, atılımcı, yenilikçi ve cumhuriyetin atılım ve gelişimini benimsemiş değerli gençler idi. Kısa bir süre sonra, Öğretmen okulu mezunu eski öğretmenler ile bunlar arasında tatsızlıkların olduğu duyulmaya başladı. Bunu akabinde, kasabamızda orta mahalle balcı sokaktan “Delialiler” olarak anılan ailenin oğlu “İbrahim Çiftçi” öğretmenin Komşu kasaba olan Sulusaray’a tayin edildiğini duyduk. Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum, bir gün Bizler okulda iken, İbrahim Çiftçi öğretmenin Sulusaray da vurulduğu Haberi kısa zamanda tüm kasabaya yayıldı. Kasaba halkı, öğretmen ve öğrenciler birlikte infial halinde, Sulusaraya doğru harekete geçildi. Kah yürüyerek kah koşarak olay yerine vardığımızda zaten biz varmadan kalabalık olan meydan mahşer yerine dönmüştü. İbrahim hoca kasaba ilk okulu önünde, öğrencilerin teneffüs sonunda okul içerisine girmesine nezaret ederken, nereden geldiği bilinmez bir kurşunla vurulduğu söyleniyordu Zaten kimseyi de olay yerine yaklaştırmıyorlardı. Sonraları Bu olayı kasti yada bir husumetle yapılmadığı, tesadüfi olduğu haberi yayıldı. Ne var ki bu olayın travması ile iki kasaba halkı arasında soğukluk uzun bir süre yaşandı.
Sulusaray ile ikinci gerilim su ihtilafından kaynaklanan sebep ile yaşanmıştır. O zamanlarda, büyük kısmı kasabanın başlangıcından çıkan vadi boyunca kaynak suları ile çoğalıp, Nar vadisinden akan su miktarı oldukça fazlaydı. Bu gün kup kuru gördüğümüz çaydan Giysimizi diz kapağına kadar toplayarak geçebilir, Çocuklar ebeveynlerinin yardımı ile ancak geçilebilirdi, Bu sular kasabamız tarafından bol bol istifade ederken, Sulu saray oldukça büyük sıkıntı çekiyor sulu tarım arazilerine buğday, arpa ekiyordu. O dönemlerde Kasabamızda, öne çıkan akil insanların ve dolayısı ile halkın inandığı ve ileri sürdüğü iddia, Mademki bu sular bizim kasaba hudutlarından çıkıyor o halde su bizimdir diyorlardı. Komşu kasabada, bu sular hoyratça kullanılmadığı takdirde Nar kasabasının ihtiyacı olanın dışında kalan suları Sulu saraya bırakılmasını istiyorlardı. Öyle bir noktaya gelindi ki Sulu saray kasabası bunu yargıya taşıdı. Kasaba halkı, köy tüzel kişiliği olarak, suların nar sınırları içerisinden çıktığını dolayısı ile kullanım hakkının bizatihi kendilerine ait 0lduğunu, Sulu Saray ise 1949-1950 yıllarında değişikliğe uğrayan yeni Türk Medeni kanununa göre, Yer altı kaynaklarının “Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğunu, hakça bir bölüşüm halinde, Nar Kasabasının Uygun kullanımı ile artacak suyun kendilerine akmasını istiyorlardı. Taraf iddiaları, toplanan deliller ve bilirkişi incelemeleri sonunda, Mahkeme suların geceleri Sulu Saraya akmasına karar verdi. O sıralarda Nar Belediye Başkanı olan Kazım Ünal, kasabanın hakkını yeterince savunamadı diye uzun süre eleştirildi. Verilen karar iki kasaba arasında uzun yılları alan gerginlikler, tatsız kavgalar ile devam etti.
İki Kasaba arasın da bu gerginlikler devam ederken, Çok vahim bir olay daha yaşandı. Daha önce değindiğim gibi Kasabamızın Bağları ve Bahçeleri Sulu Saray kasabasının hemen yakınına kadar uzanıyodu. Bu husumetin verdiği endişe ve korku ile insanlar mülklerine gidip gelemez olmuştu. Nitekim bir gün Bulkaz başı denilen, Sulu Saraya 1 km mesafede , eşi ile kuruyan üzümü kaldırmakta olan, Dülgerlerden İsmail ağa, nereden geldiği, kimi attığı bilinmez bir mavzer kurşunu ile vuruldu biz o sırada bir km kadar mesafede Halalarım ve ailesi ile kevenlik mevkiin de Bağ işleri ile uğraşırken, Aşağıdan koşarak gelen ve yardım isteyen kişiden vurulan İsmail ağa olduğunu öğrendik. İsmail ağa Halamın eşi Ahmet eniştenin kardeşiydi. Topluca olay yerine koşmaya başladık. Bir at arabası ile hastaneye götürüyorlardı. Çok kan kaybetmişti Hastaneye yetişmeden rahmete kavuştu. Bu olayla iki Kasaba arasında hava iyice gerildi. Nevşehire Nardan geçemez oldular. Uzun süre iki kasabanın çatışması devam etti. Zaman içinde Bulkaz başı üzerinden ulaşım yolları açıldı, zamanla yörede bağcılık önemini kaybettikçe ve insanlar tarımla uğraşmaktan uzaklaştıkça, sorunlarda yok oldu. Tahmin ederim ki Sulu Saray kasabası da bu gün her yönü ile gelişmiştir Her iki kasaba halkına saygılarımla.
SEKSENLİ VE DOKSANLI YILLARDA GENÇ KIZ OLMAK
Bütün işler saat ona kadar biterdi.
Gündüz televizyon yayını yokken arkası yarın dinleniyordu. Gündüz yayınları başlayınca arkası yarınların yerini Brezilya dizileri aldı.
O zaman heyecanla izlediğimiz bu 15 ila 20 dakikalık dizilerden sadece bir tanesinin adını hatırlıyorum Rozalinda.
Boş oturmak diye bir şey asla yoktu.Ders çalıştıktan sonra Halk Kütüphanesi'nden ödünç alınan romanlar mutlaka okunur.
Dizi izlerken bile elişi yapardık.
Mevsim kış ise öğleden sonra herkes birbirine gezmeye giderdi. Öyle şimdiki günler gibi hazırlık yapılmazdı. Ya çat kapı gidilir, ya da yarım saat önce çocuk gönderilerek müsait iseniz size oturmaya geleceğiz denirdi.
Misafir gidilen evde genç kız varsa gezmeler güzel olurdu. Anneler sohbet ederken kızlar mutfakta ikramlıkları hazırlardı. Hem de sohbet ederdi. Sohbet konuları magazin, televizyon, okuduğun kitabın konusu veya dünürcüler olurdu en çok.
O zaman kızların sevgilisi olmazdı. Sevdiği olurdu. Buluşma, el ele tutuşmak falan olmazdı. Uzaktan bakışma, mektuplaşma olurdu sadece. Ailesi bilmez, çok yakın arkaşı bilirdi sadece. Sakladığı mektupları annesi bulupta bir araba sopa yiyen çoktu.
Bu kızların çoğu evlenemezdi sevdiği ile.
Seksenli yılların ikramlıkları kısır, kek, kurabiye ve bisküvili yaş pasta idi. Şimdilerde bunların adı anne keki, anne kurabiyesi, anne pastası oldu.
Kek tenceresi bir de davul fırınlar vardı ki, kocaman tepsisi ile yapılan kek sülaleye yeterdi.
Annelerimiz börek, çörek yapardı ama kızlar pasta yapmayı severdi. Tarif isteyince bazıları vermezdi pasta tarifi, devlet sırrı gibi saklar, ya da eksik tarif verirlerdi.
Doksanlara gelindiğinde ise özel televizyonlar ve gazeteler tarif vermeye başladı. Şimdiki gibi internet yok açıp bakacak.
Hafta sonu gazeteler kurabiye, pasta kitapçığı verirdi. Erkenden gidip alırdık yoksa tükenirdi.
Doksanlarda kakaolu ıslak kek moda oldu. Karakız pastası, kunta kinte gibi isimler verilirdi. Yaş pasta çeşitleri, değişik kurabiyeler, pasta kalıpları çıktı. Elmalı kurabiye, çiçek, kurabiye, tırtıl kurabiye...
İkramlar hazırlanır, çaylar içilirdi. Anneler kızların lafa karışmasını istemezdi. Çay faslı bitince bulaşık imece usulu çabucak yıkanıp elişiler alınır, kızlar kendi aralarında, anneler kendi aralarında konuşur, hemde elişi yaparlardı.
Ne güzel günlerdi.
Sunum çılgınlığı, alışveriş manyaklığı yoktu. Sosyal medyadan gösteriş yapmakta yoktu. Ama insanlık vardı, komşuluk, hak hukuk.
Kaybettiğimiz en güzel yıllardı... ♡
Serpil Sarıyıldız– NEV-NAR
O yıllarda Nar da çalışma çoktu. Ortaokul üçüncü sınıfa gidiyordum. Arkadaşlarla Harman denilen yerde maçımız vardı. Ve geleceğime söz vermiştim. Ben aslında iyi bir futbolcu değildim. Hani top geçer adam geçmez denen tiplerdendim. Neyse… Söz mü söz ! İyi ama o gün Pazar, ne yapacağız ?
Kemerpınar da çok iş var. Sesler duyuyorum, babam kırat’ı ahırdan çıkarıyor. Ne etmeli ? Ne yapmalı da öze gitmemeli ?
Henüz yataktayım fakat beynim olağanüstü çareler arıyor.Derken gözlerim ışıdı; çareyi bulmuştum. Yatakta birden kıvranmaya başladım;
“Anaaam ! Karnııım ! Ölüyooom !”
Anam telaşla içeri girdi
“Noldu yavrııım ?”
Onun geldiğini görünce ben daha çok kıvranıyorum; öyle böyle değil yorgan ayak ucuma kadar gidiyor.
“Anam karnım ! Çoh ağrıyooorrr! “
“Tüüh ! Gördün mü oğlanı !” dedikçe ben,
“Öldüm ! Bittim ! Karnım !” nidaları artarak devam ediyor.
O sura avludan babamın sesi geliyor,
“Nolmuş gııız !”
“Nolucak garnı çoh kötü ! Bari nenesine götürümde bi ohusun !”
Babam ters bir şeyler söylüyor..Anam beni kolumdan tutup üç ev ilerdeki emmimin karısı Ayşe neneme götürüyor. Ayşe nenem çok dürüst, inancı tartışılmaz bir Osmanlı kadını. Başı, karnı, sırtı bile ağrıyana derince okuyanlardan. Şaka değil, bir kısmını iyileştirenlerden. Neyse şimdi sıra bende; bu sefer karşısında rolünü süper oynayan bir çetin ceviz var. Yani Ayşe nenemin işi biraz zor. ilk sözü
“Gız Hayriye, bu deli oğlana nolmuş böyle ?” deyip beni iki dizi arasına alıyor ve başlıyor bildiği duaları okumaya.. Ayşe nenem okudukça esniyor. Okudukça daha çok esniyor;
“Gıız bacım ! Bu oğlan çoh kötü hasta valla ! Nazar mı değdi acep ? Beni nasılda esnetiyor böle bah bah !"
Anam başımda;
“Hele ohu ohu ! Bi daha ohu ! Belki geçer !” diyor.
Diyor amma ben kıvranıyorum. Şayet ağrım bir dinerse hapı yuttuk demektir. Harmanda ki maç da, arkadaşlara verdiğim söz de biter. Senaryo tam olmalı ki evde ki inanmalı.
Ayşe nenem bir taraftan okuyor, diğer taraftan esniyor. O değilde nenemin derin esnemeleri az kalsın beni uyutacak. O zaman tüm planım altüst olacak. Durur muyum;
"Anam ! Öldüm !" diye kıvranıyorum. Sonunda nenem pes etti,
Eve tekrar geldiğimizde babam kendi kendine söyleniyor,
“Bilmem ne yaptığımın oğlu, tam hastalanacak zamanı buldu !”
Ben yüksek sesle odada kıvranıyorum. Babam öyle kolayca ikna olacak tiplerden değil. Sesim avluya kadar ulaşıyor; başarmak üzereyim.
Kırat’ın arabaya koşuluşunu duyuyorum. Belli ki birazdan gidecekler. Anam tekrar odaya giriyor
“Yavrım, garnın iyi olunca öze gel emi !” diyor.
“Tamaaam !” diyorum karnımı tutarak.
Biraz sonra kulaklarım dış kapının örtüldüğünü duyuyor.Ve duyar duymaz zafer kazanmanın sevinciyle yataktan fırlıyorum;
“Heeyt be ! Başardım !”
O zamanlar herkeste spor ayakkabı yok; soğukkuyu ayakkabımı giyer giymez sokağa fırlıyorum. Ceket cebim ise kuru üzüm dolu; acıkırsam yiyeceğim. Heyecanla Harman’nın yolunu tutuyorum.
Maç mı ?
Yine defanstayım; top geçiyor, adam geçmiyor ama maalesef maçı yine kaybettik !
Kahretsin !
…
Akşam oldu. Senaryoyu devam ettirmem lazım. Ama nasıl ?
Düşünüyorum…
...
( Anılar bir çınar ağacı dibinde filizlenir ve yavaş yavaş boy atar. İşte o zaman yaşam yeniden soluk alır, ve kuş sesleri arasında canlanıp "Merhaba çocuklar !" der "Bizi unutmadığınıza öyle çok sevindik ki !" Ve bir süre sonra çınarlar gider. Filizler boy atar ve dünyada yaşam aynı duygular içinde sürer gider. Başka türlü ise filizler kurur ve o toprakta ot bile yetişmez . Onun içindir ki anılara yeşeren bir filiz gibi su vermek gerek...)
Saygılarımla
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
Nar'ı Anlatmak
...
Bazen "İyi ki o topraklarda yaşamışım " diye söylenirim.Bizim Nar, Yaşar Kemal ve Necati Cumalı'nın anlattığı küçük Çukurova gibidir; tüm renkleri içinde barındırır.
Nar, Kızılırmak'a kadar uzayıp giden servi boylu, yeşile meftun saklı bir cennettir. Bülbül sesleri ile suların akışı öylesine ahenklidir ki burada yaşamaktan mest olursunuz
Başınızı kaldırır gökyüzüne bakarsınızda uçsuz bucaksız maviliğin içinde pamuk dokusu bulutlardan sıyrılmış Güneş size gülümseyerek " Merhaba çocuklar !" der. "Kaç zamandır nerelerdeydiniz ?"
Nar'ı anlatmak ve onun ince damarlarına dokunmak bir başka güzeldir. Aslında Nar; gidenlerin bize bıraktığı bir masal ülkesi gibidir; heyecanla açılan bir yonca çiçeğinin suya ve Güneş'e olan sevdasıdır.
Nar, bir karıncanın izinde yürüyen çocukların heyecan içinde sevinç çığlıkları attığı bir yaşam kaynağıdır .
Nar; gönüllerde harman olan efsanelerin hayat bulduğu tılsımlı bir dokunun gerçeğidir...İşte bundan dolayı onu anlatmaya devam edeceğim. .Selam ve Saygılarımla
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
Bülbül Sesi ve Salim Hoca
Ne ilginçtir ne güzeldir sesi su gibidir taa yüreğinin içinde hissedersin gırtlaginda yaptığı nağmelerini dinlerde dinlersin o
bıkmadan usanmadan akan suların eşliğinde yeşillikler içinde devasa ceviz ağaçlarının gölgesinde birde aylardan Mayıs ayı ise sorma gitsin insanoğlunun keyfine.
İşte tam da burada başlıyor hatıralardan bir demet.
Yıl 1970 lerin ilk yarısı aylardan Mayıs sonu ve yeşil vadimiz Nar Kasabasında geçmektedir bu çok güzel yaşanmış bir olaydır.
Yaşı 40 ve 50 üzeri olanlar bilir.
Büyük Camii hocamız Salim hocayı tanımayan yoktur kendi ilminde agah bilgili entellektüel ve keyif adamı olan sesi son derece güzel Türk Sanat Musikisi aşığı dini bütün ama sosyal yaşantıyi kendi iç dünyasında pekistiren tam bir Atatürkçü ender din adamlarımizdan biriydi.
Bunu anlatmamdaki maksat hocanin kişiliği hakkında yeni yetişen gençlerin bilgi sahibi olmasını hatırlatmak istememdir. Kendi jargonunda vizyon ve Misyon sahibi bir insandır. Narımızın ender güzel simalarından biriydi.
Salim hocanın en büyük zevki işini layıkıyla yerine getirdikten sonra çok sevdiği kadirah mevkiine gidip kendisiyle başbaşa kalarak bir gazel okuması veya başka makamlar okuması Salim Hoca dalmış okurken nice oradaki bahçe için çalışmaya giden insanlar sesini duyup yavaşça fark ettirmeden huşu içinde dinlemeye koyulurlar ve sonrasında kendi aralarında sesinin güzelliğini konuşurlardi. Yine günlerden bir gün öğlen namazını cemeatla eda ettikten sonra hemen kadiraha gitmek için yola çıkar birazda peynir ekmek ceviz alarak çıkınına ikindi ye kadar bir an önce gidip gelmektir . Maksadı söyle bir dolaşıp gelmektir uzun uzadıya kalmadan ve kendine güzel bir yer bulur sırtını dayayabilecegi bir ağaç oturur biraz nefes alır dinlenirken birden bir gazel okumaya başlar şarkılar birbirini takip eder gider rast hicaz devam ederken bir bülbül gelir hocanın sağ omzuna konar hocanın şarkısını dinler hiç ses çıkarmadan ve hoca bitirdiğinde başlar bülbül o güzel gırtlak nağmeleriyle ötmeye epeyce şarkı söyledikten sonra bülbül susar ve başlar hoca okumaya bir bülbül bir hoca epey bir süre devam eder zamanın nasıl geçtiğini anlıyamaz hoca ve geceye doğru bülbül çok kıskanır hocayı orada bulunan orman üzümünün (böğürtlen ) dikenlerine batırarak intihar eder. Bu arada elde Fenerler hocayı aramaya çıkmışlar. İkindi olmuş akşam olmuş yatsı olmuş hoca yok epeyce bir aile meraklandıktan sonra arama sesleriyle kendine gelmiş hoca. ...
Bu olayı babama anlatmış oda bize nakletmişti. Nurlarda yatsinlar.
Gülcan Zeynep Karataş – NEV-NAR
KISA BİR HİKAYE
Zeldeeri şaklayan gece misafirleri
…
Nar Kasabası halkı eskiden çoğunlukla kayalar içine yapılan korku tünelleri gibi evlerde yaşadığı için hikayeler anlatılırdı. Bu hikayelerin çoğunluğu yaz aylarında geçsede kışın anlatılır, soba diplerine yanaşmış ihtiyarların bir gülümseme belirirken olayın gerçek veya gerçekdışı olduğu sorgulanmaz biz bir kedi yaveusu gibi kıvrılan çocuklar pür dikkat dinlerdik. Hikaye bittiğinde o hikaye bir kabus gibi gözlerimizde canlanır, geçici bir korku atmosferinden sonra sobanın sıcaklığında uyuya kalırdık.
…
Yıllar önce Nar Kasabası’nın bağlarında küfelerle toplanan şeker tadında sarı kayısılar Güneş’e nazır damlara serilir ve kuruması beklenirdi. Altın renginde bu doğal kayısılar şaklanır yani ikiye ayrılıp çekirdekleri alınıp kurutulurdu. Kışın yemeklerden sonra tandır ateşinde pişirilen bu kayısılar tatlı olarak soframıza gelirdi.
Hikayemiz işte o şahlama zamanında geçer.
…
Nar, aşağı mahalledeyiz. Rahmetli eniştem İsmail Taşçı’ya şöyle sormuştum;
“Yav eniçte !” dedim “Bana sizin damda geçen şu zelderi şaklama hikayesini bi anlatsana ”
Birden yüzü kasıldı; gözleri döner gibi oldu ve;
“Sus lan gevur !” dedi “Aklıma getirme !”
Eniştemin damarına bilerek dokunmuştum. Aradan yıllar geçtiği halde hala korkuyordu.
Hikaye mi ? Anlatayım:
…
İsmail ağanın Bulhazbaşı yokuş mevkiinde çok kayısı ağacı vardı. O gün karısı Zeynep ile olgunlaşan kayısıları toplayıp küfelere doldurmuşlardı. Karısı Zeynep;
“Heriif !” dedi “Bu yıl dalları soğuk almadı ya maaşallah, zelderi pek çoh “
İsmail ağa karısı Zeynep’in küfeyi tutan ellerine baktı; nasırlaşmış avuç içleri çatlamıştı. Karısı Zeynep yetim büyümüştü. Henüz dokuz yaşında annesi ölmüş Nalçacı yeniden evlenmişti. On beşinde ise Zeynep kız kendisine gelin gelmişti. Zeynep’in elleri geldiğinde kız eli gibiydi. Oysa şimdi bir erkek eli gibi nasırlaşmıştıı. Çoluk çocuk ne yiyecek ? Ekmek aslanın ağzında; Nar gibi bir yerde çalışmazsan olmaz ki..diye düşündü.
İsmail ağa karısı Zeynep’e acıdı.
“Gıız Zeynep !” dedi “Küfeleri ben at arabasına goyarım, sen yardım et yeter !”
Zeynep kadın kocasının dediğini yaptı; kayısı küfelerini sırtına almasına yardım etti. At arabasında sekiz küfe kayısı vardı. Zeynep kadın,
“ Herif !” dedi “Evde beş küfe zelderi daha var. Bunları şahlamah zametli olacah !”
“Olsunda zametli olsun. Şu küfelere bah ! Maaşallah de !”
“Maaşallah !” dedi Zeynep kadın.
…
Eve geldiklerinde akşam ezanı okunuyordu. Namazlarını kıldılar. Zeynep kadının eli çevikti; bir çırpıda bulgur pilavı sofraya geldi. Pilavın sıcaklığına aldırmadan dolma turşu ile bir güzel yediler. İsmail ağa;
“ Zeynep” dedi “Akşamın serinliğinde küfeleri dama çıharalım. Heç olmazsa yarın şahlamaya hazır olur “
“Tamam, herif ! Sen bilirsin “ Dedikten sonra içi kayısı dolu tüm küfeler dama çıkardılar
…
Ertesi gün kayısı şaklama işi başlamıştı. Fakat bir türlü bitmiyordu. Karanlık basıncaya kadar yarısını ancak şaklayabilmişlerdi. Zeynep kadın;
“Herif !” dedi “ Gerisini yarın yapalım. Bugün her yanım gırıldı valla !”
İsmail ağa da yorulmuştu. Karısının sözlerini minnet bildi; şahlama işini bıraktılar.
…
Ertesi gün İsmail ağa erkenden dama çıktı. Çıktı fakat biraz şaşırdı. Çünkü şaklanacak zelderi beş küfe kaldı sanıyordu fakat üç küfe kalmıştı.
“Allah ! Allah !” deyip kendi kendine söylendi. “Yav ben saymıştım, beş küfe vardı”
O sıra komşusu Hacı’nın sesini duydu. O da kendi damlarına erkenden çıkmış birşeylerle uğraşıyordu. Hacı;
“ İsmail abi” dedi “Sabah sabah ne söylenip duruyon ?
“Yav Hacı şahlanacak beş küfe zelderi vardı fakat şimdi baktım üç küfe kalmış “
Komşusu Hacı
“ Yav İsmail abi “ dedi “ Dün gece yarısına kadar damda zelderi şahlıyordunuz. Ben ayak yoluna çıkınca sizi gördüm. Hatda kolay gelsin, yorulmadınızmı dedim, hiç ses etmediniz “ deyince İsmail ağa’nın yüzü kül gibi oldu.
“ Hacı ne şahlaması ? Biz ezanla birlikte aşağı odamıza indik “
“Valla bilmem !” dedi Hacı “ Gece yarısına kadar karanlıkta birkaç kişi damda zelderi şahlıyordu; ben siz zannettim “ deyince İsmail ağa’nın dizlerinin bağı çözüldü. Tam düşecekti ki yanındaki içi zelderi dolu küfeye tutundu.
“Lan, ha ha Hacı !” dedi “ O be be ben değildim !”
Hacı, İsmail ağa’nın şaşkın ve korkmuş halini görünce zorla güldü fakat o da korkmuştu.
“Yani şeytanlar mıydı ?” dedi
İsmail ağa ayakta bir an düşündü; beş küfeden ikisi şahlanmıştı. Bunu yapan ya şeytansa ?
Hacı’ya cevap vermeden taş merdivenlerden yuvarlanır gibi aşağıya indi. Karısı Zeynep çorba pişirmiş sofraya koymuştu. Kocasının telaşlı halini görünce;
“Noldu herif ?” dedi “Şeytan görmüş gibisin”
“Zel zel zelderiler gece şahlanmış “ diyebildi.
Zeynep kadın kocasının söylediklerinden bişey anlamadı;
“Dün biz şahlamıştık “
“Bizim Hacı söyledi; gece birkaç gişi sizin damda zelderi şahlıyordu dedi. İki küfe zelderi şahlanmış !
Deyince bu sefer Zeynep kadın;
“Süphanallah !” dedi “Hacı iyice görmüş mü ?”
“Görmez mi, elbet görmüş. Hatda golay gelsin demiş. Hiç ses etmemişler. Valla Zeynep, ben o dama bir daha ne çıkarım, ne de zelderi şahlarım !”
…
O yıldan sonra rahmetli eniştem İsmail Taşçı dama çıktı mı, çıkmadı mı ? bilmiyorum fakat espiri olsun diye sorduğum o soruya cevabı korku ile karışık;
“Sus lan ! O meseleyi açma !” oldu.
…
NAR da şimdi kayısılar oldumu bilmiyorum.
Bence geceleri kayısı şaklamayınız...
...
Eniştem de, babamız bir annemiz ayrı Zeynep ablam da vefat edeli yıllar oldu. O kaya kubbeli ev içindeki anılarla birlikte satıldı. . Hayat böyle; içinde şeytan bile olsa kısa bir hikayeden ibaret.
Selam ve Saygılar.
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
Cumhuriyet tüm çocuklarımıza kutlu olsun !
...
Cumhuriyet bayramı bizim çocukluğumuzda çok güzel olurdu. Siyah önlüklerimiz yıkanır, beyaz yakalarımız kömür ütüsünde bir güzel ütülenir ve o gün okula tertemiz giderdik. Kömür ütüsü kocaman bir demir yığını olduğu için zor kaldırırdım. Neyse..
O günlerdeki heyecan anlatılmaz güzeldi. Bizim evin bayır yolunu çıkarken kalbim güm güm atardı..Şaka değil valla gerçekten, şu an bile hatırlıyorum.
Okula vardığımızda arkadaşlarım arasındaki sıcaklık diğer günlerden çok daha farklı olur çocuklar o sabah bir başka güzel gülerdi. Hele görevli kolluğu takan arkadaşların yürüyüşü bile değişir havalara girerlerdi. Cebimizde ise tatlı benzeri şeyler alacak paramız mutlaka olurdu. O gün bayram ya her nasılsa harçlığımız istemeden evden verirlerdi
Çeşit'in bakkaldan bandırma lokumu alır güle oynaya yerdik
Yani biz çocuklar bayram günü bayram ederdik.. Şimdi o heyecan ve neşe çocuklarda çok az.. Bunun sorumlusu kim deyip derinlere inmeyeceğim.
İlkokul 4. sınıfta Rezan hoca bana bayramda bir şiir görevi vermişti. Şiirin adı ise "Bu vatan kimin ?" Bir gün önce şiiri ezberledim fakat bayram günü kürsüye çıkınca heyecanlandım..Hayatımda ilk defa kürsüye çıkıp şiir okuyacaktım fakat heyecandan yanaklarım al al oldu ve şiirin ortasında takıldım..Aman Allahım ! Toparlanmalıydım; çünkü meydanda herkes bana bakıyordu. Mesele benim utanmam değil, Rezan hocaya mahcup olacaktım. Bunu başarmalıydım. Bir gün önce ezbere su gibi okuduğum şiirde takılmıştım.. Neyseki aklıma geldi ve devamını okuyup alkışlarla kürsüden indim..
Kürsüden indim fakat yüzüm kıpkırmızıydı.. Hoca bana bişey demedi fakat o günki heyecanımı ve utancımı hala unutamam..
Şimdi düşünüyorumda o şiir bana edebiyatı sevdiren en büyük etkendi..Bu vatan kimin ? şiiri..
Seni öyle çok seviyorum ki ülkem !
Cumhuriyet, o güzel çocuklarımıza kutlu olsun !
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
"70 li yılların komşuluk ilişkileri"
Bunlar iki kardeştiler lakapları"eski"eskinin Emine dudun'eskinin Abdullâğa, Abdullâ birinci sırada oturur Emine dudun ikinci sırada; Aylardan Ağustos ,Abdullâğân uşüyorum diye evin içinde çubuk odun yakar bunu sık sık yapardı bi bakarsın ki camlardan duman çıkıyo alevler dışarı taşıyo koşar gider söndürürüz bunu niye yapıyorsun Abdullâğa ! Üşüyom gıı üşüyom ! Bidaha yakma evi, sende yanarsın içinde tamammı yakarsan Bekci çağırırız Belediyeye şikayet ederiz seni tamam der ! Evin içinde hiç bişey yok iki minder iki tabak kapı pecede muntazam değil evde öyle ev işte Kayınvalidem Abdullâğanın yanına varır "Abdullââ tırnaklarını bi kesiyim sakalını bıyıklarını biraz keselim seni traş edelim; Abdullâğa cevap veriyo 'olur ! Tırnak kesilir sakal bıyık traşı yapılır el yüz temiz ortaya çıkar az sonra Abdullâğan Belgizar ! Ağzına scrm tırnaklarımı sakalımı bıyımı niye kestin Amanın Abdullââ buda el sağlıklığımı kusuruna bakılmaz Abdullâânın az sonra tekrar elinde ekmekle gelir,Belgizar ! Ekmeğimin içine kavurma koyda yiyim unutamadıklarımdan bir kaç daha var böyle kardeşi Emine dudunla var bir arada onu yazarım.....Selamlar sevgiler hepinize
Nilgun Kalyoncu – NEV-NAR
ŞALOĞLU’NUN BESİM AĞA
…
Şaloğlu’nun Besim dayı biz yaştakiler için tanıdık biridir. Rahmetli Besim dayı Nar Kasabası’nın renkli simalarından biriydi.
Yıllar önce “Topraksu” denilen mevkii altında değirmen işletirdi..Makinalı değirmenler çıktıktan sonra o işi bıraktı ve ayağındaki çizmeleri çıkarmadan aynı yerde oto yıkama işine girmişti. Çoğu insan arabasını başka yerde yıkatmaz sırf ona takılmak için onun yıkama yerini seçerdi. Aslında Şaloğlu bizim Nar da sevilen biriydi. Besim dayı iyi bir insandı fakat ona küfür ettirirlerdi. Daha gerçeği onun bu huyunu bilenler ona bilerek takılır küfür ettirirlerdi. Buna trafik polisleri falan dahil. Onu kızdırıp istediğini alanlar gülerek yanından ayrılırdı.
Besim dayı insanlara yardım etmeyi seven ve aynı zamanda çok cesur biriydi; tuttuğunu koparır hiçbir şeyden korkmazdı.
…
Gel zaman git zaman derken Besim dayı yaşlandığını farketti.
“Şu yalan dünyada günahımda çok, sevabım da ! Ölmeden önce kutsal topraklara gitsem bari .. “ deyip Hac’ca gitmeye karar verdi.
Karar verdi fakat kendinede güveni yoktu. Aslında kendine güveni vardı ama çevresine güveni yoktu.
“Ulan !” diye söylendi “Bu insanlar beni yine günahkar yapar ya, neme lazım ben görevimi yapayımda sonrası Allah kerim !”
Bir otobüs Narlı Hac yolunu tuttular..Kutsal yerleri ziyaret edip Hac görevlerini yerine getirmeye başladılar. Fakat gurubun içinde iyi niyetli olmayan birkaç kişi vardı. Onlar fırsat buldukça Şaloğlu’na takılıyor ve ondan bir şeyler duymak istiyordu. Şaloğlu ise;
“La havle !” diyor ses etmiyordu.
Derken Hac görevleri bitti ve otobüsün yönü Türkiye’ye çevrildi. Otobüsün içindeki o birkaç kişi yine doğru durmuyor kadınların içinde ona takılıyorlardı. Besim dayı sabretti sabretti..Otobüs Sureye sınırından vatan topraklarına girmişti ki o birileri yine takıldı. Şaloğlu gayri dayanamadı; ayağa kalkıp;
“Ulan ! “ dedi “Mekke de takıldınız ya sabır ! çektim. Medine de takıldınız ses etmedim. Ya sabır deyip sineye çektim ! Yolda takıldınız kulaklarımı tıkadım.. Vatan topraklarına girdik. Lan bilmem neyini bilmem ne yaptıklarım, en sonunda beni yine günahkar yaptınız !”
Ve sonrası otobüste bir kahkaha tufanı
…
Şaloğlu’nun Besim dayı böyle biriydi.. Allah rahmet etsin…
…
Oğlu Nihat abi Antalya’da yaşar. Yıllar sonra Nar’a gezmeye gelmiş. Gelmişleyin şu eski dostların yüzünü göreyim bari deyip kahveye çay içmeye girmiş. Hoşbeş kahvede sohbet bol. Yanındakine,
“Yav Amet” demiş “ Şeyi..Ali’yi göremiyorm. Acaba nerede ? “ demiş
Ahmet;
“Valla Ali öleli üç dört yıl oldu”
“Yapma yav !”
“He valla !”
“ Veli’yi soracaktım, o da ortalıkta görünmüyor ?”
“O da öldü. İki yıl oldu toprağa vereli”
Bunları duyunca Nihat abinin canı sıkılmış olmalı ki kalkıp belediye parkına doğru yürümüş. Orada Süleyman’ı görmüş;
“Süleyman Selamın aleyküm “
Nihat abinin boyu posu babası gibi uzundur. Süleyman gelen misafire aşağıdan yukarıya şöyle bir bakmış ve;
“Aleyküm selam ” dedikten sonra “Vaayy ! Nihat abi ! Kendini özlettin ! İnsan ata ocağına ara sıra uğrar yav !”
“Doğru valla ! Epey bir süredir buralara gelmedim.”
“Valla abi, ayıp ettin !”
“Ne söylesen haklısın. Yav Süleyman sana bir şey soracaktım ”
“Sor ” demiş Süleyman
“ Bilmem kimin Hasan’ı görecektim. Şimdi nerelerde ? “
“Abi haberin yok mu ? Hasan abiyi geçen yıl toprağa verdik”
“Allah rahmet etsin ! Peki, Seyitlerin Kazım ?”
“Abi, o da öldü”
deyince Şaloğlu’nun Nihat bir cigara yakıp dikilmiş;
“Ne lan bu ? “ demiş. “Buraya nerden geldik…Kimi sordumsa öldü diyorlar. Lan oğlum, öldü derler diye Nar da adam sormaya korkar oldum !”
…
….
Birkaç güzel insanı anlattık. Kusurumuz var ise affola !
…
Kaynak: Felsefi söz yazarı Halim GÜL
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
LAPCIN
...
Annem;
“Heriiiif “ dedi “Ayağımdaki lapcınım pek eskidi bazardan yenisini alsan”
Babam annemin ayağındaki lapçına şöyle bir baktı; ökçe kısımları açılmış belli ki artık dikiş tutmuyordu.
“İki sandık elma var” dedi “Haftaya götüreyimde dönüşte bir çift alırım” deyip bana ters ters baktıktan sonra devam etti;
“Bu oğlan lafdan annamıyor artık. Sandıkları bazara bırahsın ben satarım”
On beş tatildi. Dışarıda yoğun kar olmasına rağmen sadece Pazar için taşımacılık yapan birkaç araç vardı. Onların birine yüklerim diye düşündüm.
“Tamam” dedim “Ben pazara kadar götürürüm. Ondan ötesine garışmam”
Liseye gidiyordum. İskarpin ayakkabımın altı delinmiş su alıyordu. Bunu önlemek için içine naylon seriyor öyle giyiyordum. Babama bana da bi ayakkabı alalım desem ııh der oralı olmazdı..Yaza kadar böyle idare edeceğiz yazın çalıştığım parayla bir ayakkabı alacaktım..
Anadolu insanı kışın lapcınsız duramaz. Üstünden abdest kabul olduğu için işinede geliyordu.. Zemherinin o dondurucu soğuğunda abdest almak bayağı zordu..Bilhassa sabah namazı saati ibrikteki sular bile donuyordu. Ben kış aylarında çoğu zaman bir kazan suyla kocaman bir leğen içinde bir çocuk gibi ahırda yıkanıyordum. Hayvan dışkıları kayadan oyma ahırımızı doğal gaz gibi ısıtıyordu
Ahırdaki at, eşek , inek ve tavuklar bu çocukta ne yapıyor dercesine bana anlamsızca bakıyorlardı..Bense türkü çağıra çağıra yıkanıyordum.. Neyse..
Babam ertesi hafta yeni bir lapçın alıp gelmişti..
Annem lapçını inceliyor ve hoşuna gitmiş olacak ki yüzeyini nazik bir şekilde okşuyordu..
“Amaaan herif” dedi “Öteki eskimişti bah bu pek de sıcah dutuyor. Valla eyi ki aldın” dedi.
Annemin gözleri ışıl ışıl yanıyordu. Anadolu kadını hak ettiği bir şeyi hediye olarak kabul etmesi bile ona büyük mutluluk veriyordu. Halbu ki bir çift lapçın pahalı bişey değildi.
Şimdi bizim oralarda lapçın giyen varmı bilmiyorum.. Ya da şöyle diyebilirmiyiz; Lapcın satan var mı ?
Zaman öyle hızlı değişiyorki bırakın insanı ayakkabılar bile şaşırır oldu..
Eskilere şöyle bir dokunalım dedik.
O güzel insanların hiç biri kalmadı..Hepside gitti
Kalanlar ise lapcin nedir bilmiyor...
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
Radyo Tiyatrosu
,,,
Anadolu da kış ayları bir zamanlar zorlu geçse de bir çocuğun gözlerindeki umut hiç bitmez ve sımsıcaktır.
Çocuklar odun sobasının hemen yanındaki yer yatagında düşlere dalar gider. Düşler ; sınırsız özgür düşüncenin beyinde yarattığı kocaman bir dünyadır. Çocuğun o dünyası öyle temizdir ki hiç bir kötü düşünce onu bozamaz ve kirletmez. .İşte o düşler dünyasını biz yaşdakiler her çarşamba akşamı saat 9;05 de TRT nin "Radyo Tiyatrosu" saatinde yaşardık. O zamanlar televizyon yoktu. Çarşamba veya perşembe akşamı radyo tiyatrosu, cuma sabahı ise Dede Korkut hikayeleri vardı.
Ben tiyatroyu çok sevdiğim için babamın pilli ajans radyosunu raftan alır yorganımın içine saklardım. 12, 13 yaşlarında bir çocuğun hayalleri okyanus gibidir. O okyanusda neler yoktu ki ? Tiyatronun başlamasını heyecanla bekler uyumamak için dışımı sıkardım.. Ve tiyatro başladığında bol yamalı çul yorganımın başıma çeker heyecan içinde dinlerdim..Kimi zaman öyle derinlere dalardım ki hüzünlü yerlerde göz yaşları içinde kalırdım. Nasıl kalmayım tiyatrocular müthiş insanlardı. Aklımda kalanlar Savaş Başar, Yıldız Kentter, Müşvik Kenter, Rüştü Asyalı, Yıldırım Önal ve Rutkay Aziz gibi sanatçılar tiyatroya öyle bir ses tonu katarlardı ki etkilenmemek mümkün değildi. Çoğu zaman tiyatronun sonunu dinlemeden radyo koynumda uyuya kalırdım. Gecenin bir yarısı annem radyoyu koynumdan usulca alırdı. Sabah olduğunda düşünür ve tiyatronun bende yarattığı manevi ize gülümserdim..
Ne güzel günlerdi be ! Şimdi o duyguları kendimde bulmak mümkün değil. O göz yaşımın sıcaklığını sanki unutmuş gibiyim..Biz mi kaybettik yoksa zaman mı bizden çaldı bilmiyorum.. Saf bir düşüncenin beynimizde harman olması ne güzeldi..
Bize o duyguları yaşatan o güzel sanatçılarımıza selam olsun.
Gidenlere rahmet diliyorum. Elli yıl öncesine bir dokunayım dedim..
O zamanlar çocuklara sevgi aşılarlardı. Şimdi TV lerde maalesef kin ve nefreti aşılıyorlar.
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
İpek Elbiseli Gelin
HAYRİYE KOPTAGEL
…
Yaşam içerisinde kimi zaman hiç hesap etmediğimiz dramları yaşarız..Bazende elimizde olmayan hareketlerin ortaya çıkardığı durumlara güleriz..Yani acı ve komedi yaşam içinde hep vardır..Biz isterizki gülücükler yüzünüzden hiç eksik olmasın.
Bizim hikayemiz yine Nar’ımızdan; Hayriye Koptagel yani benim Hayriye ablamı anlatacağım..Rahmetli annemin sırdaşı, dertdaşı, ve içini derdini döktüğü nadir insanlardan biri değerli komşumuz Hayriye Koptagel..O güzel insanı ne zamandır ziyaret etmeyi düşünüyordum Geçen yıl bize nasip oldu. Yeğenim Meral ve Halime ablam ile birlikte kızı Neslihan Toper’in afat evlerindeki evine gittik..Bizi görünce çok memnun oldu; yaşlanmıştı ama o canlı sohbeti eksilmemişti..Doksan yaş civarında olmasına rağmen maşallah bilinci yerindeydi. Eskilerden bahsettik; anlattı anlattı ben dinledim. Yaşam aslında birkaç sayfaya değil kocaman kitaplara ancak sığar.. Belki bir gün o kocaman kitaplara da sıra gelir, belli mi olur.
Kızı Neslihan Toper den katkı olarak bazı bilgileride aldık.. Hayriye ablayı o güzel insanı anlatalım diye düşündüm.
…
Eski Nar ın zor yıllarıydı; Almanya’ya gidenler kurtuluyor, gidemeyenler ise bağ, bahçe işlerine toz toprak içinde devam ediyordu..Nar aşağı mahallede ki evlerinde güzel Hayriye on dört yaşında ergenlik çağına gelmişti..O zamannlar nedendir bilinmez kız çocukları tez serpilirdi..Küçük Hayriye’nin elbette sevdiği şeyler vardı ama bir de sevmedikleri vardı; mesela bağda bahçede çalışmayı hiç sevmezdi. Anası Şerife kadın kızının bu huyunu bildiği için bir gün damardan girdi;
“ Gızıııım ! Güzel gızım !” dedi
Hayriye, Şerife anasının bu yumuşak seslenişine pek anlam veremedi..Çünkü çoğu zaman anası gız şunu getir gııız bunu götür diye sertçe seslenirdi..Bu işin arkasında bişey var diye düşündü
“He ana, söyle “ dedi
Şerife kadın kızının gözlerinin içine bakarak;
“Gızım güzel gızım “ dedi “Seni istiyorlar”
Küçük Hayriye’nin birden kaşları çatıldı
“Kimmiş o ?”
“Gızım iyi bi oğlan..Maşallah yağız atı gibi…Hemi de elinden her iş gelir.”
“Ben evllenip niitmem “ dedi küçük Hayriye..”Daha yaşım on dört.”
Şerife kadın kızının huyunu bilirdi; illa ki önce ııh diyecek..Kız çocuğunu evde fazla durdurmaya gelmez ne yapıp ne edip bunu elden çıkarmak baş göz etmek lazım..Onun en sevdiği damarına vurdu;
“Gızııım” dedi “Bilirmisin sana ne giydirecekler ?”
Hayriye merak içinde anasına sordu;
“Ne giydirecekler ?”
“İpekli elbise giydirecekler..Hemi de sandalyenin üstüne oturtup seni kraliçeler gibi süsleyecekler”
“Yaaa !” dedi küçük Hayriye..şaşkınlıkla..Şimdiye kadar hiç ipeklli elbisesi olmamıştı. İçindeki özlemi bir anda arttı. İpekli elbisenin adı bile içini ısıtmıştı, gergin al yanakları yumuşamıştı..
“Oğlanı görmeden olmaz” dedi
“Golay guzum golay !” dedi Şerife ana..”Oğlan seni görmeye hemen yarın gelir”
Şerife ana rahatlamıştı. İçinden zil takıp oynamak geliyordu..Çünkü bir ekmek düşmanından daha kurtulacaktı.
…
Güzel Hayriye’nin düğününü tez yaptılar.. O sandalyede bir gün oturmuş yaşamın zorlukları başlamıştı..Kocası İbrahim çok iyi bir insandı..Çalışmayı seven genç bir delikanlıydı fakat aldığı para azdı..Çalış çalış elde var hiç. Bundan dolayı İbrahim Koptagel işçi olarak Almanya’ya gitti..İyi para kazanıyor karısı Hayriye’ye çok da para gönderiyordu. Hayriye gelin o parayla evine elektrik su çektirdi.O zamanlar bunları ancak zenginler yapıyordu. Mahallede iyi insanlar olduğu gibi kötü huylularda vardı. Onlardan biri de İlfat ağa idi.. Camiye gidip gelirken bastonu ile kapısına vuruyor
“ Gııız Hayriye ! Sen ne zaman böyüdünde evine elektrik falan çektiriyon” diye devamlı rahatsız ediyordu..Hayriye mahalledeki büyüklerine bilhassa Nalçacının İsmail ağaya bu durumu söyledikten sonra ancak adamın çenesinden kurtuldu..
Hayat böyle devam ederken kocası İbrahim Almanyadan temelli dönüş yaptı.
“Hanım” dedi “Almanya bana göre değil, gurbete bir türlü alışamadım”
Yani yaşam kaldığı yerden tekrar devam ediyor.
İbrahim bey iş bulup Ankara da çalışmaya başlıyor.Derken hayat telaş içinde devam ediyor..Hayriye ablanın iyi huyları olduğu gibi birde kötü huyu var; O huy uykusu geldiğinde ayakta bile uyuya kalması..İnanılmaz ama gerçek..Misafirlere çay dağıtırken birkaç yerde bardakları kendi üstüne devirmiş..Nar da buna ben de şahit olmuştum..Ben on yaşlarında iken bir kış günü Koptagel’lere misafirliğe gitmiştik. Kocası İbrahim abinin sesi hala kulaklarımda;
Hayriye abla ayakta elindeki çay tepsisini devirecekken son anda farkediyor ve ;
“La la la bizim avrad çay tepsisini devirecek tutuuun !” diye bağırdığını hatırlıyorum..O anda tepsiyi galiba büyük kızı rahmetli Mualla abla tutuyor ve dökülmesini önlüyor..Hayriye abla işte böyle bir uykucuydu..Fakat o aynı zamanda içi umut dolu bir insandır.Hayatın zorluklarına umutla bakmasını bilir.
O yıllar zor yıllardı. Rahmetli anam görüşüme geldiğinde bana gözleri ışıldayarak bakar ve heyecanla;
“Oğluuum oğlum !” derdi “Koptagel’in Hayriye ablayın tanıdığı falcı Fatma kadın var..O dedi ki oğlun çoh zorluk çekecek amma sonu pek iyi olacah ..He valla aynen böyle dedi” derken ben gülümserdim. Rahmetli anam bir çift çorap alır falcıya giderdi. Anam saf bir kadındı; biri olumlu bişey söylese hemen inanırdı. O huy az bişey bende de var. İnsanlara inanmak güzel bişey ama tehlikeli yönleride çok..
O yıllarda anam bağ bahçe işinden arta kalan zamanında müsait olduğunda Hayriye ablanın kapısına varır şayet varsa bir çayıını içermiş ve hep aynı soruyu sorarmış;
“ Bacııım oğlum acep gurtulacak mı ?”
Hayriye ablla o umut dolu sıcak sesiyle cevvap verirmiş;
“Gurtulmaz mı…Niceleri gurtuldu içerde bi oğlun mu galacah ? Sen heeeç merah etme oğlun birkaç yıla galmaz çıhar””
O söz üzerine annemin yüzü öyle güzel yumuşar ki anlatılası gibi değil…
“Bacım essah mı diyon ? İnşallah İnşallah !”
Hayriye Koptagel acılarda çekti; kocası İbrahim beyi olduğu gibi büyük kızı Mualla’yı da erken kaybetti. Bilhassa kızının acısı onu çok yıprattı..
Hayriye abla, annemin dertdaşı seni yürekten seviyorum..Allah gönlünde solmayan çiçekler açtırsın..Sıhhatin inşallah daha iyi olur..İpek elbiseli güzel gelin önünde saygı ile eğiliyor ve hürmetle ellerinden öpüyorum..Allah yardımcın olsun
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
Nar Kasabası Aşağı Mahallede belediye meydanından yaklaşık 500 metre ileride soldaki ilk cami.
5 Mayıs 2023 ikindi vakti... 1929 doğumlu Fuat Kaygısız'la beraberiz.
- İmam yok galiba dedim. Fuat abi;
- O gelir...Gelmezse kendisini cezalandırır, dedi
Meğer Ayhan hoca, 34 yıl boyunca gelemediği vakitlerin saatini hesaplar ve maaşından düşer, çocuklara hediye alırmış.
Caminin altındaki kayadan oyulmuş bölüme geçtik, sohbet ettik buranın tarihçesi nedir diye sordum.
- Buranın adı İsaoğlu Camii idi, nedense Eseoğlu cami olarak değiştirildi. 1950'den çok önceleri bu cami küllünkle oyularak yapılmış. Pencereleri ise Çedik' lerin Rahmetli Ömer abi 1948 yılında 50 TL vererek küllükle kazdırdı dedi.
Fuat abiye sordum 92 yaşındasınız, bu hayattan ne anladınız ?
- Adaletli olup dürüst olacaksın ,alnın açık olacak ve çok çalışacaksın dedi. 1955'te kasabamıza patatesi, 1960 yılında ise marulu ilk tanıtan bendim, dedi.
Veee, 55 yıl önce
Hava o kadar soğuk ve karlı ki dayım Cemil Şahin, kardeşimle beni bu camiye götürmek ister.
-Haydi çocuklar hazırlanın camiye gidelim.
- Dayı yatsı namazı baya uzun tarif etsen
- Vakit daraldı ben ne yaparsam, onu yapın
Dayım yatıyor, biz yatıyoruz. Dayım kalkıyor, biz kalkıyoruz. Bir miktar namaz kıldıktan sonra dayım kapıya hızlı adımlarla yöneldi...Biz de tabii dayımdan önce kapıdan dışarı çıktık Dayım kapıyı örttü içeride kaldı, biz dışarıda kalmıştık.
Meğer cemaatten biri dışarı çıkmış ve kapıyı açık unutup gitmiş... Hava çok soğuk olduğundan dayım kapı kapatmaya gidermiş
- Eeee... Ben ne yaparsam siz de onu yapın dersen...
Sedat DÜLGER - NEV-NAR
Bir anımla bende bu sohbete katılayım. 1950 Orta okul yıllarımız, okulumuz eski göre yolu üzerinde, köyden okula ulaşımının oldukça zor, hele soğuk ve karlı kış günlerinde, takriben20 kişi, karı yara yara gidiyoruz, ve çoğu günler de haliyle okula zil çaldıktan sonra ulaşıyor ve geç kalıyoruz. Her defasında Ali Rıza isimli bir hocanın 10 ar sopasını yiyor ve okula kabul ediliyoruz. Adam Narlıların suratına bakıyor ve sizden adam olmaz diyordu. Yıllar sonra o hocanında Avukat olduğunu duymuştum. Askerlikten sonra Avukatlığa başladığım ilk günlerde hoca ile Adliye koridorunda karşılaştım ve gayri ihtiyari hocam dedim. Nereden diye sordu.Nevşehirden ve Nar dan deyince, Ben sizi çok döverdim değilmi dedi. Konuştuk. Dedim hoca. Sizden adam çıkmaz derdiniz. Üzüldü defalarca özür diledi. Ve uzun yıllar karşılaşıp adliye koridorlarında sohbetimiz oldu. Hey geçmiş günler.
Faik SARIHAN - NEV-NAR
Belediye başkanlarımız.
Yıl 1980 babamla birlikte cami karşısındaki evimizi sıvayıp, boya badana yapıyoruz.
Belediye başkanı Hakkı Başer yorgun ve hafif sinirli bir şekilde yanımıza yaklaştı. Babam;
-Reis hayırdır, biraz gerginsin galiba.
-Yahu Mustafa Bey, biraz önce birine rastladım. Bizim sokaktan ne at arabası, ne taksi, ne traktör hiçbiri geçemez. Geçse, geçse küfe yüklü eşek geçer. Bizim evin duvarını, bir metre daha uzatsam nasıl olur diye soruyor...Nasıl olur ya... İstediği şeye bak... Hiç doğru dürüst bir şey isteyen yok ki...Babam;
-Neyse yorma kendini bugün doktora gidecektin ne dedi doktor. Reis;
-Ne desin ya... Hiç düşünmeyeceksin, hiç dert etmeyeceksin diyor. Düşünmeyen, kafa yormayan insan olur mu ?
Sedat DÜLGER - NEV-NAR
=GELDİ 23 NİSAN,
=NEŞEYLE DOLUYOR İNSAN;
Selâm; yine yeniden sizlerleyim. Bugünün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olması nedeniyle daha önce yazıp "Nevşehir Kent Belleği" grubunda paylaştığım bir yazımı "NEV-NAR" grubumuzda yeniden paylaşmak istedim.
Nidenmi çünkü yüreğimi kaplayan o heyecanı, o duyguyu ve her milli bayramlarımızda şahlanan manevi duygularımı, hislerimi sizlerede yansıtmak istedim...
Zabah zabah içim kıpır kıpır bir an zihnimde beliren anılar, iyisiyle, zorluğuyla yaşanmışlıklar tabiki yine çocukluğumdaki Nevşeer anılarım.
Hep güccüklüğümde diye başlarım ya yazılarıma; bu seferde 23 nisan çocuk bayramımızı ve bendeki yaşanmışlıkları yazıvireyim didim, didimde yine Rahmana sığındım, Rabbime tevekkül ettim, aldım kâadı, kalemi çıktım yola. Yarabbii didim; niyet hayr, inşaallah akıbetide hayr olsun didim. Besmelemi çekip başladım yazmaya...
23 nisan bayramı geleceği zaman günler öncesinden bir hazırlık, bir sorumluluk, bir heyecan ve telaşe başlardı. Şimdi varmı bilmiyorum ama her hafta 3 güne bir; "Çin İşkencesi" gibi şiir ezberlerdik. Bazen öyle alakasız şiirler ezberlerdik ki; amaç hafıza açmakmı, o gücücük beyinleri yormakmı hala çözebilmiş değilim..
Bayram, seyran dimez, ağaç, orman dimez dere tepe gezerdik.
"Orda çok uzaklarda bir köy vardı."
"Görmesekte, gitmesekte o köy bizim köyümüzdü.
"Ilgaz Anadolunun sen yüce bir dağısın" diye bilmem nirdeki bir dağı bağıra çığıra okurduk.
"Dallar ağaca,
"Ağaçlar yaprağa,
"Yapraklar ormana dönüşür,
"Orman ne güzel, ne güzel diye sevinçten dört köşe olurduk...
"Yerli malı yurdun malı,
"Herkes onu kullanmalı.. diir, çeşit çeşit çerezleri sınıfa götürür, arkadaşlarımızla yer bitirirdik... Niyseemm.
Gelelim bana o şiir okunacağı günler beni alırdı bi garın ağrısı. Okuldan gacış, okula gitmeme imkanım varmı ki; elimiz mahkum illaki gidilecek. Her şiir zor gelirdi emme bayram şiirlerinde hiç gocunmazdım. Aklıma gelmişken yazıvireyim, sınıfta bilhassa Türkçe dersinde şiir ohunurken, tahtaya çıkan her çocuğun heyecanı, yüzünün alı al, moru mor oluşu ve hareketleri çok komikti. Otuz göz üzerinde bütün sınıf pür dikkat dinliyoh yoksa cetvel gıyıda, şıpıdık şıpıdık o cetveli yimehte var.
Ismi lazım diil bir arkadaşımız vardı, genelde şiiri ezberlemeden gelirdi, ona sıra gelinceye gadar okunan şiirlerden anladığı kadarıyle kem küm birşeyler söylemeye çalışır, birazınıda "Fikriye Kılınç" öğretmenim tamamlardı. Arkadaşımızın yüz ifadesi ise görülmeye değerdi. Kirpikler kıpır kıpır kıpraşır, kaş göz oynar, gözler tavanla yer arasında gider gelir, gider, gelirdi. Sankim şiirin tamamı sınıfın tavanına böyük harflerle yazılmış, tavandan kopya çekip okuyacah garibim...
Canım arkadaşımada buradan selâm olsunn..Niysemm
Beni bi garın ağrısı alır, şiir ezberlemek "Çin işkencesi" dimistimya; hergün bir kıta ezberlemeye çalışırdım. Sokaktan fırsat bulupta kim ezberliyeceh. Bizler yaz kış dimez, sokaktan içeri girmezdih. Ben bile o yorgunlukla eve gelip, ağşam yiimaani yiyip, çıtır çıtır yanan külüstür sac sobamızın ıscağınıda yiyince ceciklerim gevşer, bi köşeye dımışır kalırdım. Bizim iki somyamız vardı, gündüz üstünde oturlanır, ağşam olunca anam çarşaf serer birinde abim, öbürkinde ben yatardım.
Canım anam kırkından soona coşup, padişahın solu çok gıymatlı oğlunu doğurup oda evin şirinlik muskası olunca ben garibanımın yatacak bi somyası vardı, oda elinden alındı yer yatağı neyime yetmezdi az öteye kötelendim. Niyseem.. Canım anam yüklüğün önüne yer yatağını sirerdi, yün yatak, yün yurgan ıscacık içine girdim mi, günün yorgunluğu ile uyur kalırdım. Benki taa o zamandan mütevazı, herşeye kanaat eder, ırazı gelirmişim.
Nirde kalmıştık; 23 Nisana yakın hepiciğimize şiir ödevi verilirdi, illaki ezberlenecek, hadi ezberledih diyelim, bide seçilmek var emme acıtasyon yapıp bağırarak, ağlayarak okuyanlar veya tiyatral okuyanlar seçilir, biz yine havamızı alır, onlar bayramda kürsüde okur, bi hava bi hava gezinip dururlardı..
Biz ise ezik ezik bahınıp dururduh...
Cumhuriyet ilkokulunda okuduğum için günler öncesinden "Trompet" çalışmaları başlardı. Bizim okulun bide folklor ekibi vardı. Bizler yerli halkız bizi kim seçecek, kalbur üstü memur, amir, müdür çocukları dururkene, nidense hep onlar seçilir, bizler nefer olarak yürüyüşte arka sıralarda yer alırdık. Hepiciğimizi "Sebilhane Bardağı" gibi aynı hizaya dizerler, günlerce bahçede o trompet takımının arkasında bahçeyi dört dönerdik...
( Sağ ortadaki resim)
23 Nisana bir kaç gün kala sınıf süslemeside yapardıh, bah o çoh gözel olurdu.
Grapon kâatlarını minicik ellerimizle katlar, uzun uzun şeritler yapardıh, öğretmenimizde biz fener dirdih katlı olurdu, açılınca top böyüklüğünde şekilli, kat kat objeleri asardı, camlara da kağıt bayraklar yapıştırınca bizim sınıfı bırah, bütün okul içerden ve dışardan gelin odası gibin süslü olurdu.
Gelgelim bizim eve; şinciki gibi yedek önlük nirde anam ben ilkokula yazılınca önlüklük kumaş almış ölçüp, biçip bana önlük dikmiş. Hani bizde bi adet vardır, böyük olsun, geniş olsun seneyede giyer misali. Benim önlüğünde mâşaallahı vardı. Bikelem kollarımı 2..3 kere çemirlerdim, boyu ise nirdeyse yirden bir karış yukarda idi. Bir hafta giyerdim, cumartesi yarım gün ders olurdu, okuldan gelince anam yur yıkar, pazartesiye hazır ederdi. Bu önlüğü 5 sene giydim ancak 5. Sınıfa gelince anca diz altına gelmişti önlüğün boyu, düşünün gariii..
Anacığım; bendeniz bayrama çıkacah diye önlüğümü birgün önceden alelacele yıkar, yanan sobamızın gıyısında gurutur, gülle gibi ağır demir ütümüz vardı, onunlada ütülerdi. Beyaz yakamız muhakkak kolalı olacah, gücük bir tasa az su, az un gibi toz kolayı guyar, cıvıkca karardı. Yakayı içine bandırıp üstüne tülbent koyup ütülerdi, yaka kalıp gibi olurdu, bazen boğazımı sürter acıtırdı. Sümerbank ayakkabımıda abim bi gözel boyar, bi cila çeker sobanın yanına guyardıki sabaha hazır olsun. İpçi Cavit'ten beyaz çorap, beyaz gurdelede alındımı değmeğin keyfime...
Eskiden Nevşeer'de 23 nisanlarda ya kar yağar, yada çok soğuk olurdu, Bayram sevinci günler önceden ruhumuza işlerdi. "23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı" golaymı, içim kıpır kıpır olurdu. Bayram zabaa irkenden bi heyecanla galgardım. Anam okula hiç aç göndermezdi, himen gaavaltımı ettirirdi. Şinciki gibi 15 çeşit nevale nirdee, yımırtalı uscuk, çölmek pindiri varsa siyah zeytin yuukayla bal börek gibin giderdi.
Babam çayını sırf dem içerdi, anam bize çayı aşlardı, çay çaylıktan çıkar, sapsarı, dupduru, soğukcana "Çapanoğlunun abdest suyuna" dönerdi. Şincilerde "Paşa Çayı" diyorlar ya anca çocuk gandırmaca. Gardaşımda güccük anam onun çayına epmek doğrardı, içinede pindir öfelerdi, yal gibi bu şeyi ona yuttururdu, ben yiyemezdim, tiisinirdim...
Gaavaltı sonrası ütülü önlüğümü giyer, gazık gibi sert kolalı yakamı tahardım. Anam saçımı iki örük örerdi, ucunada nal gibi beyaz gürdele, cici çoraplarım, boyalı ayakkabılarımla benden fiyakalısı olmazdı.(ilk resim ok işaretli bendeniz)
"Dışarı kar, içeri dar" hesabı evden çıkacağım emme şinciki gibi çeşit çeşit kaban, mont nirdee..
Anamın ördüğü hırkayı üstüme giyer, bi sevinçle okuluma giderdim. Sabahın ayazında hepimiz okul merdivenlerinin önünde toplaşırdık.
"Çötlen altında kalmış güz bilikleri" gibin hem titreşir, hemide ısınalım diye birbirimize sokulur, dururduh.
Okulumuzun gocaman ev şeklinde bir maketi vardı, meğersem eski T.B.M.M binasının tıpkısının aynısı maketiymiş. Nidense her bayram arzı endam ederdi.
En önde Ayına, Yıldızına ve Al rengine gurban olduğum anlı şanlı Türk Bayrağımız, ardında okul flaması, Trompet takımımız, arkasında 4 erkek çocuğunun taşıdığı T.B.M.M maketimiz, arkasında "ZİYA KÖKSAL" öğretmenimiz peşinde biz güz bilikleri rahat, hazırol komutlarıyla yürüyüş moduna geçer, son bir kez okulun etrafını 1 kere daha döner, arka kapıdan, eski Vali Konağının önünden aşşa Dirikoç'ların evin önü ile eski Hökümet binasının arka arasından geçer, P.'nin önüne çıkardık. (Alt orta resim.)
Başımızda öğretmenlerimiz "Bir dirhem bi çekirdek" en gözel bayramlık takımlarıyla bize eşlik ederlerdi. Bizler uslu durmaz gıvır gıvır gıvraşırken kaş göz işaretleriyle bizleri hizaya sokmaya çalışırlardı.
Bayramlık didimde Rahmetli "Ziya Köksal" öğretmenimin resmini oğlu Zafer Beyden rica ettiğimde bir anekdot anlattı, çok duygulandım, sizlerede aktarmak istedim.
Ziya öğretmenim düğününde giydiği damatlık takım elbisesini tam 25 yıl milli bayramlarda giyip gururla, onurla törenlere katılmış. Artık yokluk mu, tutumlulukmu, eskinin deyimiyle olanla idare etmek mi adını siz koyun.
Rabbim "Ziya Köksal" öğretmenimede gani gani rahmet eylesin. (Sağ üst ve alt resim)
P. binasının önünde beklerken önlüğün üstüne hırkada giyemen, geçiş sırası gelene kadar "İmirin iti" gibi titreşir, dururduk.
Genelde Valinin kürsüsü yeni sinemanın karşısına kurulurdu, protokolde devlet böyüklerimiz olurdu. Biz uzaktan uzağa Valinin konuşmasını, günün anlam ve önemini anlatan yazı ve şiirleri duyar, hazırolda sıramızı beklerdih. Resmi geçit töreni belediyenin bando, mızıka takımıyla başlardı, ardından Nevşeer'imin zabah ayazıyla, soğuktan payımızı alan biz güçümenler;
"Mini mini birler,
"Sevimli ikiler,
"Zeki üçler,
"Yaramaz dörtler,
"Akıllı beşler..
"ZİYA KÖKSAL" öğretmenimizin önderliğinde yürüyüşe geçerdik. Benim heyecandan hep bacaklarım titrerdi, o coşku, o heyecan, o resmi geçit anlatılamaz, yaşanır. Bizler yaşadık; o milli duygular, o bayram coşkusu, o bayrak sevgisi bizleri bugün bile halâ duygulandırabiliyor.
Bugün bile nirde "İstiklâl Marşımızı" duysam hazıroldayım.
Nirde gönderde "Türk Bayrağımızı" görsem; o bayrakla birlikte benimde yüreğim dalgalanır.
Ne zaman 23 nisan gelse Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramımı ve çocukluğumu hatırlar, yine içim dolup dolup taşar, geçmişimi yaşar, duygularımla çağlayan olup taşarım.
"NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE"
Sağlıklı, Sıhhatli nice 23 Nisan'lı Günler Dileklerimle...
Yasemin Tutuş
24.04.2022
Yasemin TUTUŞ - NEV-NAR
BUZDOLABI
…
Nar da bir zamanlar herkesin evi kayadan idi.. Yani en azından evin yarısı kaya idi.. Örneğin odanın yarısı kaya içinde kalır, diğer yarısı ise Sulusaray taşı dediğimiz beyaz toltaşı ile örülürdü.. Bu sayede odalar yazın serin, kışın ise ılıman olurdu.. Bir odun sobası bile odayı ısıtmaya yeterdi.. Fakat burada anlatacağımız yaz günleri nasıl olurdu ?
Nar evleri yaz günleri çok serin olurdu.. Kayıt damı dediğimiz kayadan oyma yerler kiler olarak kullanılırdı. Aklınıza ne gelirse; yufka ekmek, sucuk, pastırma, kuru bamya, fasulye, nohut, köftür, tarhana vs yiyecekler orada saklanır, kedi fare girmesin diyede kapı ve penceresi özenle bir örgü teli ile hava alacak şekilde kapatılırdı. Yani bu kayadan oyma damlar yaz, kış bir buzdolabı vazifesi görürdü. Neyse…
1970 yıllarıydı; abim yeni evlenmiş bizim üçüncü kata taşınmıştı. Evimizin birinci katı ahır, yan tarafı kışlık dediğimiz büyük dam, ikinci kat bizim oda, üçüncü kat ise yarısı kaya, yarısı toltaşı iki oda vardı.. Dördümcü kat kuru Yonca ve samanlık, beşinci kat ise en değerli şeyler olan kuru üzüm, gıska ve ceviz damı olarak kullanılırdı.. Şimdi düşünüyorumda “Vay be !” diyorum. “Bizim ev beş katlıymış da haberimiz yokmuş. “
Neyse, abim evlendikten sonra buzdolabı alıp kendi odasının mutfağına koydu.. Birkaç yerde buzdolabı görmüştüm fakat bizimkisi onların biraz daha kibarıydı.
“Abi, bu ne işe yarar ?” dedim
Bir an düşündü ve sonra;
“Ne bilim oğlum, yengen istedi, kar yapıyo, buz yapıyo “ dedi
Allah Allah ! Merak ediyordum. Birkaç gün sonra yukarı kaya mutfağa çıkıp buzdolabını bir güzel inceledim; içinde geçen bayramdan kalma yarım kilo kadar beyaz Konya şekeri vardı. . Üst kapağını açınca gözlerim ışıdı; pamuk gibi kar vardı.
“Oh be !” dedim “Şu ağustos ayında kar yenir valla !”
Avuç avuç kar yedim. O sıra abim içi küçük oyuklarla dolu plastik bir kap gösterdi;
“Bunların içine su koyarsan buz olur” dedi
Daha da sevindim. Yazın kıtır kıtır buz yemesi güzel olur diye düşündüm.
Fakat nedense o buzdolabı yıllarca yerinde bomboş kaldı. Abim taşınınca dahada boş kaldı çünkü annem;
“Amaaan oğlum ! Bu gevur malı boşuna elktirik melektirik yahıyo !” deyip fişini çekti. Zaten o zamanlar elektrikler bi gidiyor üç gün sonra geliyordu. Zavallı buzdolabı geldiği gibi yıllarca öylece yapayalnız kalmıştı. Çünkü onun görevini yapan kaya damlar daha geniş ve daha doğaldı.
Şimdi aklıma gelince “Vay be !” diyorum.
“Bizim Nar’ın kaya damları her derde deva imiş haberimiz yokmuş.
O buzdolabı ne mi oldu ?
Abim bir süre sonra motorunu söküp kireçli badanada kompresör olarak kullandı.Badana işini bırakınca bir hurdacıya satmiş.
Ne diyelim, buzdolabının kaderinde o da varmış.
Şimdiki buzdolapları ise betonlar içinde harıl harıl ömür tüketiyor..Tıpkı insanlar gibi
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
NEV-NAR Öğrenci anıları-1
Orta birinci sınıftayız.Yıl 1971.Yazı dersi öğretmenimiz, gelecek derse herkes okka, divit,mürekkep ve kareli defterlerini getirsin demişti...
Arkadaşım Niyazi, mürekkebini unutmuş.
Öğretmen;
-Niyazi mürekkep nerde ?
-Evde kalmış öğretmenim.
-Pekiiii markası neydi ?
-İnek öğretmenim
-Lan oğlum, inek diye mürekkep var mı ?
-Valla inek öğretmenim
Öğretmenden bir kroşe, bir aparkat Niyazi, yerde.
-Niyazi, bu nasıl iştir lan ?
-Valla Sedat, önümde ki kızın saçlarından mürekkep markasını ancak okudum
Quink-Parker
Nev-Nar Öğrenci anıları-2
Yunanistan' mı büyük, Avrupa mı.
1972 Yılı Nar kasabası Ortaokulu 2.Sınıftayız.Zazaların Derviş ağanın torunu Ahmet, sınıf arkadaşımdır.
O dönemlerde üç yazılı, bir sözlü olur. Ortalamaları ise sınıf geçme notu olurdu.
Coğrafya öğretmenimiz Mustafa Daloğlu, Ahmet'i sözlüye kaldırdı. Niyeti çok iyi,sınıfı geçirecek.
--Oğlum, Avrupa haritasında Yunanistan'ı göster.
--Hocammmmm, buralarrrrr, buralar Hocammmm...Hocammm buralar Yunanistannnn Hocammm.
--Lan karnına tekmeyi vurursam...Ne var ne yok çıkarırım...Avrupanın yarısını gösteriyorsun lannnn.
--Bari bunu bil...Yunanistan'ın başşehri neresi ?
Bir şeyi hatırlamaya çalıştığımızda söylediğimiz,bir söz vardır ya Ahmet başladı;
-- Hocammmmm...Adını sen getir hocammmm...Hocammm adını sen getir...Hocammm.
--Lan hıyar ağası...Adını ben getirdikten sonra geriye ne kalıyor lannnnn
Sevgili Ahmet'e burdan sevgi ve saygılarımı sunuyorum
Tüm ifadeler:
66Ali İhsan Sarıhan ve 65 diğer kişi
NEV- NAR Öğrenci anıları- 4
1972 yılında Nar ortaokulu 2.sınıf öğrencileriyiz. O zamanlarda şapka takılırdı...Sanki şapkasız bilgiler havaya uçup giderdi Şapkalar geniş alınır, içerisine gazete kağıdı konurdu. Sanırım kafayı sıkmasın, daha çok bilgi alsın diye...
Çiko Mehmet öğretmenimiz, şapkasız öğrencileri sabah evlerine gönderir...Jet gibi gider, şapkayı kapıp gelirdik
Zagor çizgi romandaki, karektere benzerliğinden öğrenciler, ona Çiko adını takmışlardı.
--Evettttt çocuklar...Dersimiz fen bilgisi,konumuzu kim anlatacak. ?
--Herkes birbirine bakarken...Ümit Karakaya;
--Bennnn öğretmenimmmm, derdi.
Ümit, virgüllerde az, noktalarda biraz fazla, üç noktalarda ise baya bi dururdu Biz de sanırdık ki, Ümit hatırlayamadı. Meğer üç nokta öyle değilmiş.
Ezberi çok iyiydi. Birinci sayfadan ikinci sayfaya geçerken, kafayı sağdan sola bir defa sallar. Biz bilirdik ki, Ümit ikinci sayfaya geçti Beş defa kafayı salladı mı, ders bitiyor demekti... Çiko;
--Otur yerine oğlum, sana sözlüne 10 derdi
--Evettt çocuklar, bu dersin anafikri nedir.
Herkes birbirine bakarken, bu defa Saliha Kavak;
--Bennnn öğretmenimmmmm, der ana fikri söylerdi.
İçimden... Lan bu kız ne zeki bir kız, her şeyi biliyor derken; Çiko öğretmenimiz; Otur Saliha sana da 10 derdi
Aradan 20 yıl geçti...Aşağı mahallede ki evimizde , annemin ekmek yaptığı kaya damında gazelleri karıştırıyorum;
--O da ne ? Çikonun kitabı...Fen bilgisi 2...Her sayfanın altında iri siyah puntolarla yazılmış, o dersin anafikri yazıyor...
--Vayyyy Saliha vay ...Demek sen bu satırları okuyordun, haaaaa
NEV--NAR Öğrenci anıları--6
1971 yılı Nar Ortaokulu birinci sınıfa gidiyoruz. Öğrencilerin birbirlerini yeni tanıdığı ilk günler.
Okul Müdürümüz Zekeriya Bey, müzik dersimize elinde mandoliniyle hiddetli bir şekilde girdi.Belli ki, bir şeyler olmuştu...Hepimiz ayağa kalktık. Çok sert;
--Oturun çocuklar.
--Rabbenaaaaa, yarabbiiiii.
Yanımızda ki arkadaş ayağa kalktı...
--Oğlum...Oturun dedim ya...
Fakat müdürümüzün sinirleri tavan yapmış.
--Rabbenaaa...Yarabbiiii...
Yanımızda ki arkadaş yine ayağa kalktı...Hepimiz şaşkınız...Özellikle ben;
--Arkadaş ne yapmaya çalışıyordu...
--Oğlum kaç defa diyeceğim lannnn...Otur dedim ya..
--Hocam...Benim adım ,Rabbena..Adımı söylüyorsunuz, bir şey demiyorsunuz Müdür;
--Rabbenaaaa, yarabbiii hep beni mi bulurlar yarabbiiii
NEV-NAR öğrenci anıları--7
Uşak' ta Mehmet Demirdişer Amcamız;
--Yavvv Sedat, seninle büyükbaş hayvan çiftliği kuralım. Parası benden olsun.
--Oooo Hacı Abi...Neden olmasın.
--Yalnız ben 88 yaşındayım. Yavvv Sedat, 100 senede bir insan ömrü için çok az beee 500 sene bari olmalı yavvv.
--Yaşlılığı kendimize yakıştırmayıp, ölümü başkalarına yakıştırdığımız gibi..
Onunla 1976-77-78 yıllarında Nar Gençlik Sporda birlikte futbol oynamıştık. Çok yıllar geçti, facede karşılaştık. Bir resim paylaşmış ve altına not düşmüş.
--Resimdeki kişileri tanıyan, yaşlı abilerimiz. Kim olduklarını yazsın, demiş
--Garibim, 60' lı yaşlarda olduğumuzu unutmuştu galiba
Bir o kadar bilgili, kültürlü ve nüktedan Mehmet Alper Abimiz ise;
--Ne kadar yaşlı mesela ? Bu resim, nereden baksan 130 yıllık diye cevap yazmış.
--Demem o ki ; aşağıdaki 86 yıllık resimdeki öğrencileri tanıyan yaşlı abilerimiz yaşlı ablalarımız kim olduklarını yazabilirler mi ?
NEV-NAR ANILARI--8
Seni, sana anlatmak ne kadar zormuş...Anladım.
Geçmişin güzellikleriyle mutlu olmaya çalışıyoruz.
Yıl 1976 Nar Gençlik futbol takımı, futbolcu arkadaşlarım ve abilerim. Kimler yok ki, Halil Alaca, Hikmet Özbay, Kolombo İsmail Kaygısız, Muhittin Bozbek, Hüseyin Sezernazlı, Hayri Genç, Mustafa Er, Adnan Yavuz...Daha niceleri, yer darlığı kusuruma bakmasınlar.
Halil Abi, aşağı başı tutun derken;
--Yavvvv bu saha düz değil mi, diyen topçunun Mehmet Abi
Sami Dede'nin, çamurlu sahada duran topa üç kez vururken, topun çevresinde dünya gibi hızla dönüşü...
Çoğunluğun çapa veya sulamadan gelerek maç oynamaları.
İsmail Kaygısız'ın ütüsüz forma ve boyasız ayakkabıyla maça çıkmayışı...Hepsi de ayrı güzelliklerdi.
Fakat biri vardı ki farklıydı...Kaleci Güngör Gülcan...Mübalasız şimdiki süper ligde bir çok takımda oynayabilirdi.
Bir maçta takım kaptanlığı yanlışlıkla bana verilmiş ve düzeltmeyelim demişler.On altı yaşımda, o muhteşem insanların önünde sahaya çıkmıştım. Maçta ters bir vuruşla kendi kaleme gol atmış ve yerdeydim. Güngör Abi yanıma geldi, elimden tuttu, ayağa kaldırdı.
--Ayağa kalk biz bu maçı alırız.
Antalya' da yaşıyordu. Yıllar sonra ayağından bir operasyon geçirmiş ve vefatından kısa bir süre önce o haliyle, Nar Belediye meydanına gelmiş...Hikmet Özbay onun için şöyle demişti.
--İyi ki görmemişim...Onu o haliyle görmeye dayanamazdım.
Sedat DÜLGER – NEV-NAR
ŞÖFÖR AHMET' İN TÜRKÜSÜ…...Ahmet KOZAN
Bir düdüklü tencere hikayesi
…
O dağın ardı kardı
Orada bir şöför vardı
Neydi şöförün derdi
Hiç kimseye söylemezdi
Yalnız dağlara söylerdi
Dağlar onu dinlerdi
Yalnız yollara söylerdi
Yollar onu dinlerdi
…
…………Ozan Turgay KOZAN
…
Anadoluda bahar gelmiş kuşlar karıncalar neşe içinde topraktan fışkıran yeşile hayranlıkla bakıyor, sonbaharda bıraktıkları canlı hayata yeniden başlamanın heyecanını yaşıyorlardı. Nasıl yaşamasınlar kış çok ağır geçmişti. Baharda toprağın teni yumuşarken kış uykusuna yatmış canlılar uyanıyor ve birbirlerine içten bir gülümsemeyle “Merhaba komşu ! Kaç zamandır nerelerdeydin ?” diyordu.
Nar, aşağı mahallede yol kenarına dizilmiş servi ağaçlarının yaprakları rüzgar esintisiyle raks ederken servi dalına konmuş bir saksağan aç olmalı ki cırtlak cırtlak bağırıyordu. Yol kenarına dökülmüş çöpleri deşeleyen tavuklar saksağana nazire yaparcasına karınlarını doyurmakla meşguldü. Toprak yolun üst tarafındaki dut ağacına konmuş birkaç güvercin tavuklara kuşkulu gözlerle bakıyordu. Çünkü o çöpler onlarında yemlenme alanıydı. Güvercinler sabırsızlıkla tavukların çöplerden uzaklaşmasını bekliyorlardı ki bir çocuk bağırtısıyla havalandılar.
Ayakları çıplak bir çocuk;
“Babaaa !” diye bağırdı.
Babası onu duymamış olmalı ki çocuk bir daha ;
“Babaaa ! Bende geliyooom ! ” diye seslendi.
Şöför Ahmet kendisine doğru koşarak gelen çocuğa gülümseyerek baktı. Çocuk, kamyon lastiklerini kontrol eden babasının yanına gelince;
“Babaa ! İstanbul’a beni de götür” dedi
Şöför Ahmet çocuğa tam cevap verecekti ki bir ses;
“ Amet” dedi “Yohsa İstanbul’a mı gidiyon ?”
Şöför Ahmet sesi tanımıştı. İçinden “Eyvaah !” dedi “Bu sefer kurtuluş yok !”
Gelen halasının kocası Şişmanın Ahmet idi.Yani eniştesi.
Eniştesi, onu ne zaman kamyonun yanında görse,
“ Yav Amet, İstanbul’a beni heç götürmedin.” der tutkal gibi yapışırdı. Şöför Ahmet her seferinde bir yalan bulup eniştesini atlatmıştı fakat bu sefer çocuktan İstanbul’a gideceği haberini duymuştu..
Eniştesinden kaçış olmadığını anlayınca;
“Enişte “ dedi “Evet, bu sefer yolumuz İstanbul tarafına düştü de “
Enişte bu laf üzerine sevinçle elini havaya kaldırdı,
“ Saa helal olsun ! Ben de geliyom !” dedi
Şöför Ahmet eniştesine omuz silkti;
“Valla enişte, sen bilirsin. Çok istiyorsan götüreyim “ dedi.
Şöför Ahmet Kozan, eniştesinin gelmesini hiç istemesede bu sefer yakalanmış ve ondan kurtuluş olmadığını görmüştü.
“Enişte “ dedi “Çorabını, esvabını al gel ! Ben birazdan gideceğim”
Enişte eşyalarını almak için uzaklaşırken ayağı çıplak çocuk babasının ceket ucundan tutmuş habire çekiştiriyor ve;
“Babaa, Istanbul’a beni de götür !” diyordu
Şöför Ahmet, oğlunun saçlarını okşadıktan sonra,
“Bir sonrakine senide götüreyim” dedi
“Essah mı ?”
“Tabi ki..Bir sonrakine essah !”
Çocuk babasının sözlerine inanmış olmalı ki ellerini çırparak yakındaki evlerine doğru uzaklaşırken;
“Anneee ! Babam sonra İstanbul’a beni de götürecek!” diyordu sevinçle.
Şöför Ahmet kamyonun lastiklerini bir daha kontrol ettikten sonra çalıştırdı. Eniştesi gelir gelmezde birlikte yola çıktılar. Nar Belediyesi önündeki meydana gelmişlerdi ki tanıdık bir sima onlara el kaldırdı.
“Durun lan ! Durun !”
El kaldıran Kayışlının sıvacı Mustafa idi. Kayışlının Mustafa duran kamyonun kapısını onlardan önce açtı;
“Nereye gidiyorsunuz ?” dedi
Şöför Ahmet Mustafa’yı şöyle yukardan aşağı bir süzdükten sonra aklına şeytani bir fikir gelmiş gibi Mustafa’ya gülümsedi;
“Mıstafa abi, Hoyuk tarafına gidiyom “ dedi
“ La iyi la !. Beni de götürün. Hoyuk da ki ekine bi bahıp geleyim” dedikten sonra devam etti;
“Yav eyi ettinizde geldiniz. Ben de Hoyuk da ki tarlada ekin ne durumda diye bakmak için gelip geçene el ediyordum. Hay Allah sizden razı olsun ! Ekine bi çırpıda bahar döneriz “ dedi.
.
Şişmanın enişte Mustafa’ya pel pel bakarken şöför Ahmet’in gözlerinde bir ışık yanıp söndü. Komşusu sıvacı Mustafa’ya hınzırca gülümsedi.
“Mıstafa abi, Hoyuk’a mı gidiyon ?” dedi
Kayışlının Mustafa
“He ya ! “ dedi “Ne iyi denk geldiniz” Sonra hiç beklemeden arabaya bindi.
Şöför Ahmet;
“ He valla !” dedi “Sende bize iyi denk geldin “
Sonrada Man kamyonu vitese atıp yürüttü. Horuldayarak giden kamyonun teybini açtı; neşeli bir türkü çalıyordu.
Şöför Ahmet’in keyfi yerine gelmişti.
“Mıstafa abi “ dedi “Eyi ki geldin. Yohsa eniştemle bu yol çekilmezdi valla !”
Kayışlının Mustafa bu sözden pek bişey anlamadı; cebinden bir tütün tabakası çıkarıp cigara sarmaya başladı.
Şöför Ahmet, Mustafa’nın nasıl cigara sardığını çok iyi bilirdi; Mustafa bir cigarayı on dakikada ancak sarar, o sıra çenesi hiç durmazdı. Şöför Ahmet, yanında oturan eniştesine göz kırparken;
“Mıstafa abi ” dedi “Bi cigarada bana sar !“
Mustafa, tabakadan başını kaldırmadan
“Olur gurban !” dedi “Bir de sararım, iki de”
.
Kayışlının Mustafa cigara sarıyor diğer yandan hiç durmadan bir şeyler anlatıyordu..Sohbet koyulaşmış, Sulusaraylıların İsmail Dülger’i Bulhazbaşı mevkiinde nasıl vurduklarından falan bahsediyorlardı.
Cigara sarma işi bitmiş olmalı ki Mustafa başını kaldırıp camdan dışarı baktı;
“ Yav Amet “ dedi “Bu yol Hoyuk yoluna pek benzemiyor amma..”
Şöför Ahmet istifini hiç bozmadan Kayışlının oğlunun sözünü kesti;
“ Yoh, burası Hoyuk yolu . Cigara sararken senin gözlerin biraz bulanmış olmalı”
Kayışlının Mustafa ses etmedi. Kozanın oğluna çok güvenirdi. O bişey diyorsa mutlaka doğrudur diye düşündü. Düşündü amma içinede kurt düştü; çünkü iki saate yakındır yoldaydılar ve Hoyuk görünürde yoktu. Mustafa;
“Lan Amet ! Bizi yohsa Hacıbektaş tarafından mı götürüyon ?” dedi
Şöför Ahmet kaşlarını çatıp ciddi bir vaziyette;
“ Abi sen merak etme “ dedi. “Seni öyle ya da böyle Hoyuk’a götürecem. Sen hiç merahlanma “
Kayışlının Mustafa bu laf üzerine tırstı. Öyle ya adamın kamyonundaydı. Ahmet’i kızdırmaya gerek yoktu. Hoyuk’a nasıl olsa götürecekti. Eve biraz geç kalsada sorun değildi; ses etmedi.
Şöför Ahmet ve iki komşusu epey bir yol katettiler. Hava kararmıştı. Kayışiının Mustafa gayrı dayanamadı;
“Lan ameet ! “diye bağırdı. “ Hoyuk nerede lan ! Gelmedik mi ? “
Şöför Ahmet ve eniştesi kahkahalarla gülmeye başladı. Fakat öyle bir gülüyorlardı ki Kayışlının Mustafa onlara değilde kamyonun camını açmış dışarıya merakla bakıyor fakat karanlıkta hiçbir yer görünmüyordu. Şöför Ahmet, onu fazla tedirgin etmemek için ağzındaki baklayı çıkardı
“ Yav neredeyse Angaraya yaklaştık” dedi “Ne Hoyuk’u, İstanbul yolundayız “
Mustafa şaşkınlıkla;
“Vallaha mı ?” diyebildi.
Vaziyeti anlamıştı; canı sıkıldı, cebinden cigara tabakasını çıkarıp sarmaya başladı. Şöför Ahmet , Mustafa’nın küskün halini görünce keyiflendi.
“Mıstafa abi, bana da bi cigara sar !”
Kayışı’nın Mustafa, şöför Ahmet’e hiç cevap vermeden başını iki yana salladı ve bir daha hiç konuşmadı.
…
Dışarıda koyu gri bir karanlığın eteklerine tutunmuş sis vardı. Görüş mesafesi elli metreye kadar düşmüştü. Enişte her daim korkardı. Kozanoğlu’na dönüp;
“Gurbanın olayım, biraz yavaşla !” dedi.
Şöför Ahmet gözünü yoldan ayırmadan eniştesine cevap verdi;
“Yavaşlarım amma bi şartla”
“Nedir o ?” dedi şişman
“ Mıstafa abim bana küsmezse”
Mustafa başını tabakadan hışımla kaldırdı
“Lan şimdi !” deyip yutkundu. “Beni Hoyuk yerine İstanbul’a götürüyon !”
Sonra içinde bulunduğu durumu anlayıp zorla gülümsedi ve devam etti;
“ Tamam” dedi “Küsmücem. Nasıl olsa canavarın eline düştük !“
Bu laf üzerine şöför Ahmet ve eniştesi kahkahalarla güldüler. Onları gören Mustafa da gülmeye başladı. Üç komşu arkadaş kahkahalarla gülerken araba sisler içinde yavaş yavaş İstanbul’a doğru yol alıyordu. Şöför Ahmet yanındakilerin uykusu gelmesin diye yanık sesi ile bir türkü tutturdu;
Harman yeri sürseler oy Sanem vay Sanem
Yerine gül dikseler esmer gaday ben alım
Bahtını kız başını, oy Sanem vay Sanem
Sevdiğine verseler esmer gaday ben alim.
…
…
Şöför Ahmet Kozan,
“Hey, gurban olduğum İstanbul !” diye bağırdı.
Sabaha karşı uyuya kalan iki Narlı bu ses ile uyandılar.Gözlerini oğuşturup şaşkınlıkla etrafa baktılar; hayır kötü bir şey yoktu, kamyon yolda gidiyordu. Onların şaşkınlığını gören Ahmet Kozan güldü;
“ Ula gördünüz mü, işte size İstanbul ! İşte size deniz !”
“Vay be !” dedi Kayışlının Mustafa “Denizde amma böyükmüş !”
“Heç görmedin mi ?” dedi Şişmanın Ahmet, Mustafa’ya
“Görmedim. İlk defa görüyorum “ Sonra devam etti;
“Sen gördün mü ?”
Şişmanın enişte kem küm etti..Sonra yavaş bir ses ile,
“Ben de yeni görüyom lan ! “ dedi.” Amma bi seferinde böyük sinemada görmüştüm”
Ahmet Kozan arkadaşlarına takıldı;
“Hoyukdan da büyük müymüş ?” dedi Mustafa’ya
Kayışlının Mustafa gözlerini ardına kadar açmış vaziyette engin maviliyi seyre dalmıştı. Şöför Ahmet’in sorusunu duymadı.
“Denizi görünce gulahları sağırlaştı “dedi Şişmanın enişte.” Valla abdallaştı”
Hep birlikte gülüştüler.
…
Arabanın yükünü Anadolu yakasına indirip Avrupa yakasında Paşabahçe’nin fabrikasından mal yükleyeceklerdi. Öylede yaptılar fakat Paşabahçe yetkilileri malın ne zaman hazır olacağını bilmediklerini ve beklemeleri gerektiğini söylediler. Elden gelen bişey yoktu. Kamyonu fabrika oto parkına bırakıp üç Narlı İstanbul’u gezmeye çıktılar.
Şöför Ahmet,
“ Benim yanımdan sakın ola ki ayrılmayın “ diye iki hemşerisini tembihledi.
“ Burası İstanbul , valla bi gaybolursanız ferişdahı bile sizi bulamaz . Bi de paranızı sağlam yere koyun”
“Çalarlar mı ?” dedi Kayışlının Mustafa ceketinin sol cebini yoklarken. Çünkü yukarı mahallede evini sıvadığı Hacı Emin’in oğlu İhsan Tuzköylü ona parasını vermişti.
“Parayı sonrada versen olur “ dese de İhsan;
“ Abi, ben borçlu kalmayı sevmem. Param varken sana borcumu ödeyim” demiş, parayı zorla eline vermişti fakat şimdi şöför Ahmet’in söyledikleri onu korkutmuştu.
“Çalmayı bırak, haberin olmadan ceketini bile alırlar “ dedi Ahmet. Sonra devam etti;
“La burası İstanbul !”
Kayışlının Mustafa bu laf üzerine ceketinin düğmelerini ilikledi.. Çünkü cebindeki para ile karısı Şerife’ye düdüklü tencere almayı düşünüyordu. Şerife kaç zamandır;
“Heriiif ! Bana bi düdüklü tencere bilem alamadın ! Kozanoğlu Amedin garısı Adalet düdüklüyü öve öve bitiremedi. Yemek pişince bi ötüyor! Bi ötüyor ki deyip durur.”
Mustafa, garibim Şerife valla haklı diye düşündü. Elini sol cebi üstüne götürdü; Hacı Emin’in oğlu İhsan Tuzköylü’nün verdiği para sağlam yerdeydi. Mustafa başını dikleştirdi; artık Şerife’ye İstanbul malı iyi bir düdüklü tencere alabilirdi. O sıra hemen yanlarından geçen mor etekli, yüksek ökçeli bayanları görünce;
“ Yav Amet “ dedi Mustafa “Bu İstanbul pek de gozelmiş !”
Keyiflendi; şöför Ahmet’in koluna girip gezmeye devam ettiler.
Neyse… O gün şöyle bir gezindikten sonra kendilerine göre Topkapı da ucuz bir otel buldular. Çünkü çok yorgun oldukları için bir an önce dinlenmeleri gerekiyordu.
…
Birkaç gün yük hazır mı diye arabanın yanına gidip geldiler ama hazır değildi.
Üçüncü gün Aksaray’dan yürüyerek Beyazıt’a ve oradanda Kapalı çarşı’ya vardılar. Amaçları Eminönü’ne inmekti. Kayışlının oğlu Mustafa vitrindeki altınları görünce gözleri faltaşı gibi açıldı;
Şöför Ahmet’in kulağına eğilip usulca;
“Lan Amet ! Lan olum burada nadar da çoh altın varmış !” dedi hayretle.
“Bu daha ne ki “ dedi Ahmet “Bunların çoğu Ermeni yada Yahudi. Bunların goltukları bile altından”
“Deme yav ! Biz Nar da, şeerde gıram altın bulamazken “
“Bunların dedeleri Osmanlı’dan gelme.. Osmanlı’yı soyup soğana çevirmiş bu deyyuslar. Mal, mülk hep bunlardaymış. Hazine bunlardaymış; say say bitmez ! “
Enişte;
“Vay anasına ! Nar da babam ot yolarken demek bunnar Osmanlı’yı yoluyormuş !” dedi.
Bu lafı duyunca şöför Ahmet güldü
“Yav enişte !” dedi “ Valla sana helal olsun ! En sonunda anladın”
…
Üç Narlı Eminönü’ne geldiklerinde büyük bir çınar ağacının dibindeki çaycıya doğru yürüdüler. O sıra yabancı olduklarını anlayan boş bir hamal yanlarına yanaştı
“Abey hamal lazım mı ?”
“Yoh “ dedi şöför Ahmet “ Biz mal almıcaz”
O sıra lafa Mustafa girdi,
“ Amet, ben düdüklü tencere alacam”
“ O da nerden çıktı ?”
“Bizim avrad Şerife bu herif nerde galdı diye şimdi beni merah etmiştir. Heç olmazsa garibimi sevindireyim “
Şöför Ahmet bir anda durakladı. Öyle ya birlikte İstanbul’a geldiklerinden Mustafa’nın ailesinin haberi yoktu.
“Abi “ dedi “Valla doğru söylüyon. Şimdi seninkiler seni merak etmiştir “
“Yapacah bişey yoh “ dedi Mustafa “İstanbul’a geldik gayrı. Sonra cebinden para cüzdanını çıkartıp içine baktıktan sonra
“Ben, garım Şerife’ye bi düdüklü tencere alayım bari “ dedi “Siz oturup çay içedurun, ben hemen gelirim “
Kayışlı birkaç adım atmıştı ki şöför Ahmet ona seslendi;
“La dur ! Birlikte gidelim, gaybolursun “ dedi
Mustafa arkasına bile dönmeden cevap verdi;
“ Gayışlının Mıstafa’yı çocuh mu sandınızda gaybolsun !” deyip yürüdü.
Şöför Ahmet arkasından bağırdı;
“Sakın ha gaybolma ! Seni burada eniştemle bekliyom !”
Mustafa, tamam dercesine el etti.
…
Mustafa gittikten sonra bir saat geçti, iki saat geçti fakat Kayışlının Mustafa çay içtikleri yere gelmedi. Şöför Ahmet ve eniştesi şişman telaşlandılar.
“Enişte “ dedi Ahmet “Gel hele ! Tencere tabak satanları bi dolaşalım”
Eminönü civarında ne kadar tencere satan varsa dolaştılar fakat Kayışlının Mustafa ortalıkta yoktu. Yorgunluktan bir kenara çöküp gelip geçenlere bakmaya başladılar. Akşam olmak üzereydi ama Mustafa ortalıkta görünmüyordu.
“Ahmet” dedi eniştesi başını kaşırken “Bugün biz bu adamı bulamayız. Otele gidip dinnenelim. Yorgunluktan öldüm, bittim valla ! Yohsa benim ayahda duracah halim galmadı”
.
Otele gittiler. Resepsiyona sordular fakat Mustafa diye biri hiç uğramamıştı. Şişmanın enişte başını yastığa koyar koymaz uyudu ama şöför Ahmet’in gözüne uyku girmiyordu.
“Mıstafa abiyi yarında bulamazsak ?” diye kendi kendine söylendi. Şerife yengesine ne diyecek ?
“Yandık valla ! Yandık ki ne yandık !” deyip elini dizine vurdu. Bir süre sonra o da yorgunluktan uykuya daldı.
…
O sıralarda Narda ise durum İstanbul’dan farklı değildi. Hiç kimse Kayışlının oğlunu şöför Ahmet’in kamyonuna bindiğini gören olmamış olmalı ki tüm Kayışlı sülalesi ve sıvacı Mustafa’yı sevenler Narda, bağda, bahçede ve hatda garayazı da onu arıyordu. Mustafa yoktu. Sıvacı Mustafa kuş olup uçmuştu sanki.
Nenesi;
“Vaaah gara yazgılı Mıstafaaam !” diye ağıt bile yakmaya başlamıştı.
“Mıstafam heç gün görmedi gomşulaaarrr !” diyordu karısı Şerife de…
Şerife içinden;
“Gevur herif banada gün göstermedi “ diye geçirdi.
Kapı komşuları Hayriye kadın kapısının önündeki kayaları süpürürken Şerife’nin düşüncelerini okumuş gibi;
“Mıstafa alıp başını getmiş diyorlar ! Mıstafa neye gızdı kimbilir” diye ağlayan Şerife’ye bakarak laf çaktırıyordu.
Bir başkası;
“ Mıstafa’yı cin çarpmış ! Geceleri kör değirmen de yatarmış !”
“Sümme haşa yalan ! Mıstafa namazında niyazında biri, sahın inanmayın !”
“Cinler öylelerini seçermiş zaten”
“ Vah Mıstafam vah ! Onu dün ahşam rüyamda gördüm; Mıstafa doru bi ata binmiş şaha gahmış gidiyordu”
“Nereye gız ?”
“Valla bilmem ! Belki de Bektaşi Veli’nin yanına”
“ Yohsa gızıl ırmahdan geçeyim derken boğuldu mu garibim ?”
“Olur mu olur !”
“Tüüü ! Mıstafa getdi desene ! Mıstafa, Bektaşi Veli’yi pek severdi ! Uğruna heder oldu !”
“Vah vah ! Vah mıstafam vah !”
Her kafadan bir ses geliyordu. Geliyordu fakat bir gerçek vardı ki Kayışlının oğlu sıvacı Mıstafa ortadan kaybolmuştu. Kayışlı sülalesi yerde gökde Mustafayı arıyordu.
…
Narda Kayışlının Mustafa aranadursun İstanbulda da aranıyordu.
Şöför Ahmet ve eniştesi sabah erkenden kalkmış kahvaltı bile yapmadan Eminönü’nde ki çaycıya tekrar vardılar. Çünkü Mustafa’dan en son orada ayrılmışlardı. Yoksa koca İstanbul da Mustafa’yı nerede bulacaksın ? İki simit, yüz gramda zeytin alıp çay ile yemeye başladılar. Çaycı onlara çay çay üstüne servis yapıyordu ama Mustafa hala görünürde yoktu. Enişte;
“Yav Amet “ dedi “Bizim Mustafa denize falan düşmüş olmasın ?”
Şöför Ahmet’in hiç gülesi yoktu ama bu lafa güldü.
“Ona bişey olmaz” dedi.Sonra devam etti ”Gözünün görmediği yere Mıstafa ayak basmaz”
“Doğru diyonda adam kayboldu”
“Sen merahlanma, eninde sonunda burayı bulur”
Şöför Ahmet sözünü tam bitirmişti ki elinde düdklü tencere ile iki büklüm birinin kendilerine doğru geldiğini gördüler. Gelen adam Mustafa’ya benziyordu benzemesine ama dimdik giden Mustafa iki büklüm geliyordu.
Mustafa bitkin bir halde yavaş adımlarla geliyordu. İki hemşerisi onu görünce sevinçle ayağa kalktılar. Şöför Ahmet;
“Yav Mustafa abi, dünden beri nerelerdeydin ?” dedi.Sonra da;
“Beline noldu ?” diye sordu.
Mustafa yığılır gibi yere çöktü.İlk lafı;
“Ben bittim ! “ oldu. “Yanlışlıkla Galata mı ne diyorlar, hah işte o tarafa geçmişim. Ara ara kimse yoh ! Gene bu yana geldim kimseyi bulamadım. Sonra köprüden gene o tarafa geçtim.Her tarafta sizi aradım amma bulamadım. En sonunda aklıma bu büfenin yanında gölgesinde oturduğumuz böyük ağaç geldi. “
Mustafa başını güçlükle kaldırıp ağaca baktı,
“Bu ağaç olmasaydı sizi bulamazdım”
“Gece nerede kaldın ?” dedi şöför Ahmet meakla.
Kayışlının Mustafa ağrıyan belini tutarkan diğer eli ile karşı tepeleri gösterdi;
“Şu kule var ya ! Şu kule; işte onun dibinde yattım. Yürümekten belim kırıldı. Gece bi uyandım ki her yanım buz gibi.. Valla dondum dondum !
.
Mustafa o gece olanları anlatırken şöför Ahmet gülmemek için dişini sıkıyordu.
Mustafa en sonunda bir küfür savurduktan sonra Ahmet’e dönüp;
“Ulan Amet !” dedi “Beni bi daha Hoyuh yerine İstanbul’a getirirsen !”
Şöför Ahmet gayrı dayanamadı; bir yandan kah kahalarla gülüyor diğer yandan elleri ile karnını tutuyordu. En sonunda gülmesi geçti.
“Yav Mustafa abi“ dedi “Düdüklü tencereyi iyi ki çaldırmadın “
“Heç çaldırır mıyım ?” dedi Mustafa “Onu koynuma bir çocuk gibi sardım “
Kayışlının Mustafa olanları anlattıkça şöför Ahmet ve eniştesi kahkahalarla gülüyordu.
Çevreden gelip, geçenler ise bu adamlar neye gülüyor dercesine şaşkın gözlerle onlara bakıyorlardı.
…
Şöför Ahmet ve iki hemşerisi birkaç gün sonra İstanbul’dan Nevşehir’e geldiklerinde akşam ezanı okunmak üzereydi. Kayışlının Mustafa evinin kapısına varınca durdu. Düdüklü tencereyi kılıfından yavaşça çıkartıp eline aldı ve kapıyı çaldı. Kapıyı açan karısı Şerife karşısında Mustafa’yı görünce önce dondu kaldı, sonra durumu anlamış olacak ki;
“ Amanın benim herif gelmiş ! “ diye bir çığlık attı.Çocuklarına bağırdı;
“Koşun len koşun ! Babanız gelmiş ! Hemi de düdüklü tencere getirmiş ! Yav adam sen kaç gündür nerelerdeydin ? Seni aramadığımız yer galmadı”
Sıvacı Mustafa boğazına bir şey takılmış gibi;
“Ben..şeydeydim..” derken karısı düdüklü tencereyi dikkatle inceliyor kocası Mustafa’yı duymuyordu bile.
“ Aman da amanın ! Bu düdüklü de pek gozelmiş heriiif !”
Kayışlının Mustafa, kendisinden ziyade düdüklü tencereyi hevesle inceleyen karısı Şerife’ye baktı; Şerife sanki kendisinin gelmesinden ziyade düdüklü tencerenin gelmesine sevinmiş gibiydi; acı acı gülümsedi.İçinden bağırıp çağırmak geldi, ama karısına değil;
“Ulan Amet, alacağın olsun !” diye söylenirken kendisine doğru koşup gelen küçük oğluna sarılıp öptü.
Karısı Şerife ise bir taraftan tencereyi inceliyor diğer yandan;
“Heriiif !” diyordu “ Ne eyi etmişinde düdüklü almışın ! Valla, pek iyi oldu, pek ! “
………………………..M.NALÇACI
ak: Ozan Turgay KOZAN………………oğlu.
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
Behcet YAZGAN…… Namı diğer BEHCET HOCA
Narlı, bir İSTİKLAL HARBİ KAHRAMANININ hikayesi
BÖLÜM 1
…
Şu Dalma’dan geçtin mi … Soğuk sular içtin mi
Efelerin içinde Yörük Ali’yi seçtin mi …
Hey gidinin efesi … Efesi efelerin efesi …
…
Yaşlı adam ak sakalını sıvazlayarak yatağından usulca kalktı ve pencere kıyısına doğru güçlükle yürüdü. Elleri titreyerek perdeyi araladı; dışarıda ki koyu karanlığı kısmen aydınlatan sokak lambalarının flü ışığını gözleri güçlükle seçiyordu. Feri yitmek üzere olan gözlerini oğuşturdu, sokak lambalarının ışıkları olmasa dışarıyı göremeyecekti.
Bir zamanlar Batı cephesinde bir kartalı bile gözünden vuran gözleri artık körelmişti.
“Aah yaşlılık ! “ diye söylendi. “ Gitme zamanı geldi de geçti bile !“
Ölümün ayak seslerini hissediyordu. Yüz yaşına gelmesine rağmen kendi ihtiyaçlarını görebiliyor ve namazını oturarak da olsa kılabiliyordu. Fakat içinden bir ses “Gayrı misafirliğin bitti “ diyordu. Yaşlı adam o sesi duydukça çocuklaşıyor, o sesi duydukça uzaklara dalıp gidiyordu.
Afyon, Kütahya, Salihli, Menemen ve son olarak İzmir; buralarda basmadığı toprak, çarpışmadığı mevzii kalmamıştı. Tıpkı M.Kemal, İnönü, Fevzi Paşa ve Yörük Ali gibi hep zafere inanmıştı. Yörük Ali ve diğer askerlerle birlikte İzmir’e girdiklerinde o coşkuyu hala unutamıyordu.
“Yaşa, Mustafa Kemal Paşa yaşa !” nidaları İzmir sokaklarını inletmişti.
Kulaklarından hiç gitmeyen bir ses vardı ki onu hiç unutmamıştı; Bir kadın Hasan Tahsin’in vurulduğu yere kapanmış bir halde hıçkırıklar içinde;
“ Hasan Tahsin haydi kalk ! Kalk da bir bak ! Atların boyunları köpük köpük, üstünde şayak kalpaklı süvariler geldi ! Hasan Tahsin haydi kalk, bizimkiler geldi ! “ diyordu.
…
Yaşlı adamın gözlerinde iki damla yaş yanaklarına doğru süzüldü.. Geçmişi ne zaman hatırlasa duygulanır içinde saklanmış heyecana engel olamazdı.
“Hayır hayır !” diye söylendi. “ Kendimi toparlamalıyım. Kalbim zaten ufacık tefecik kaldı., bir de..”
Yaşlı adam elini kalbine götürdü; kalp atışları hızlanmıştı.. Yavaş adımlarla mutfağa gidip bir bardak su içti.Suyu içince,
“Ooh ! " dedi gülümserken. Yaşlı adam ne zaman gülümsese yüzüne nurlar düşerdi. Şimde de yüzü masum bir çocuk hali almıştı.
Yaşlı, ak sakallı adam oğlunun yanına Denizli’ye gelmişti. Yaşamı boyunca koskoca bir asrı devirmenin gururu vardı gözlerinde..Henüz sabah ezanı okunmamıştı fakat içinde son günlerde bir çocuk gülümsemesi hasıl olmuştu. Sanki içinde başka bir çocuk türküler, şarkılar söylüyordu. Yaşlı adam dur dedikçe içindeki çocuk türküler söylemeye başladı.
"Şu Dalama'dn geçtin mi, soğuk sular içtin mi...
efelerin içinde Yörük Ali'yi seçtin mi.."
Karısı Güldane, bu sesle uyanmış ona pel pel bakıyordu.
“Adam sen deli misin ?” diyerek kocasına çıkıştı.Sonra da,
“ Ezan bile okunmadı, bu türküde neyin nesi ?”
Yaşlı adam uyku sersemliği içinde gözlerini oğuşturan karısına gülümsedi;
“Yakında öleceğim !” dedi
“Tevbe tevbe ! Bu da nereden çıktı ? “
“İçimde bir his var, o söylüyor”
“Yüz yaşına merdiven dayadın. Tamam öl de bu sevinç niye ?”
Yaşlı adam bu laf üzerine daha da neşelendi; ellerini bir birine vurup;
“ Çünkü buldum !” dedi “ Gözüme uyku girmedi amma sonunda buldum “
Güldane ana, kocasının ne söylediğini anlamadı;
“Yav adam neyi buldun ? “ dedi merak ve şaşkınlıkla.
“Gömüleceğim yeri” dedi yaşlı adam sevinçle. “Mezar yerimi buldum !”
Güldane ana ellerini havaya kaldırıp;
“ La havle ! Gurban olduğum sen gadirsin ! Bu adam delirdi mi ne ?” dedi
“Yoh Güldane ! Valla delirmedim ! Mezar yerimi buldum !” dedi heyecanla tekrar.
“Neresiymiş ?”
Yaşlı adam zorlukla birkaç adım atıp karısının yanına oturdu. Titreyen elleri ile karısının elini tuttu ve çok gizli bir şey söylüyormuş gibi onun kulağına doğru eğilip;
“Ahmet Hulisi efendi’nin yanına” dedi.
“Allah ! Allah !” dedi Güldane kadın “O da kimmiş ? Ben, Narda öyle birini heç tanımadım ”
Yaşlı adam titreyen parmaklarını hayatının tüm safhalarını anlatan derin çizgiler içindeki alnına götürdü. Parmakları o derin çizgilerde bir şeyler arar gibiydi. Bulmuş olacak ki kurumuş dudaklarından belkide son cümleleri dökülüyordu;
“Oğlum Reşadi bilir” dedi.” Oğlum, Reşadi’m bilir “ diye tekrarladı.
Uyku sersemliğini henüz üstünden atamamış olan karısının yüzünden usulca öptü ve;
“Oğluma söyle, ölürsem beni Ahmet Hulisi Efendi’nin yanına gömsünler“ dedi
ve sonra sustu. Yaşlı adam bir daha hiç konuşmadı. Denizli de sabah ezanı okunuyordu.. Ezan sesi odanın içini doldurur iken Güldane ana yaşlı kocasına hala şaşkın şaşkın bakıyordu.
…
Ertesi gün eşi ve çocukları yaşlı adamı yattığı odada koltukta uyur gibi gördüler. Yaşlı adamın nurlu yüzünde mutlu bir gülümseme vardı; bir çocuk gülümsemesi. Güldane ana, uyanması için kocasının omuzuna dürttü;
“Adam, hele kalk ! Gelinin sana en sevdiğin çorbayı yapmış. Kalkda sıcah sıcah iç !” dedi
Yaşlı adam koltuğun üstüne devriliverdi..Koca bir çınar; Cumhuriyet ve hürriyet aşığı bu adam vatana sarılır gibi bir yastığa sarılmış bir halde ruhunu teslim etmişti…
O yaşlı adam kim miydi ?
İstiklal Harbinin en yiğit ve en cesur kahramanlarından, batı cephesinin korkusuz neferi, gazi madalyalı Narlı başçavuş Behcet YAZGAN, namı diğer Nar’ın BEHCET HOCA’sıydı..
İşte ONUN HİKAYESİ;
…
…
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR