Eylül, Anadolu da bir başka güzeldir. Toprak tüm bereketini Anadolu insanına sunar.
Sebzeler, meyveler, üzümler insan eli değdiği her yerde ben burdayım dercesine sergen
bir halde insanı dört gözle bekler.
Eylülde Anadolu insanının yüzü güler, ruhu dolar. O yakıcı Güneş’in altında kavrulan tenlerin, çatlayan dudakların ve nasır tutmuş ellerin “İşte, her şeye değer ! “ dediği zamandır
Eylül; bir annenin çocuklarına;
“Şükürler olsun ! Bu gışda gaydımız tamam çocuklar !” dediği aydır.
.
Eylül Nevşehir’in Nar Kasabası’nda bir başka güzeldir; karınca misali çalışan insanların
dört gözle beklediği hasrete kavuşmasıdır. Eylül, Nar da umut arayan gözlerin
berekete doymasıdır.
.
Ve işte o güzel insanların memleketinde geçen GERÇEK ÖYKÜMÜZ;
.
O günlerde Eylül ay’ı bitmek üzereydi.Tüm sebze ve meyvelerin çoğu toplanmış
kayadan oyma kayıt damlarına konmaya başlanmıştı. Bağlarda ki üzümler kesilmiş bir halde
toprak sergilere serilip kurumayı bekliyordu.Nar Kasabası’nın temel gelir kaynaklarından en birincisi kuru üzümdü..Kuru üzümü olmayan evin çocukları kanadı kırık kuş gibi boynu bükük olurdu.
Çünkü kuru üzüm para demekti. Kuru üzüm Narlı çocukların ceplerini dolduran çerez, annelerin ise hoşaf yapımında vazgeçilmez ürünüydü.
Yani kuru üzüm o yıllarda altın gibi kıymetliydi
…
O gün Güneş Erciyes’den henüz doğmuş ve Nar Kasabası’nın arı kovanı gibi oyulmuş kaya yüzeylerini işte ben geldim dercesine sıcaklığı ile okşuyordu.
Aşağı mahallede kara dutun hemen üstünde ki Dülgerler’in evinin duvarlarına istiflenmiş bağ çubuklarına tünemiş serçe kuşları Güneş’in tadını çıkarırcasına cıvıldaşıyor hemen aşağıda kara dut ağacında ki bülbülleri kıskandırırcasına kendi dillerinde şarkılar söylüyorlardı. Çenesi düşük bir saksağan karşıda ki evin damına konmuştu. Saksağan bu küçük geveze kuşları zevk ile dinliyordu ki ahşap kapılı evin önündeki at arabasının kasasına “Tak !” diye bir şey düştü.
Kuru bağ çubuklarında ki kuşlar bu sesi duyunca telaşla uçuştular.Saksağan kaçışan kuşlara “Sizi korkaklar “ dercesine bir süre baktıktan sonra o da havalandı ve çay mahalleye doğru uçup gitti.
İsmail Dülger at arabasına bıraktığı ağır çekici eline tekrar aldı,
“Kahreetsin !” diye söylendi “Ne zaman uzak bir yere gitsem bu arabaya bir hal olur “
At arabasının tekerlerine şöyle bir göz attı; fazla bir şey yoktu ama yine de canı sıkılıp karısına,
“Gııız Fadime ! Öğlen oldu öğlen ! Taa Bulhazbaşı’na gidecek !” diye bağırdı.
Halbu ki Güneş henüz çıkmıştı. Nar insanı tez canlıydı.
Fadime kadın elinde su testisiyle kapıda göründü.. Kocası İsmail’e ;
“Şu herifin bugün tersliği üstünde” diye söylendi. Sonra devam etti “Sanki yatıyoh ! İnek sağ, etrafı topla, yiyecek hazırla hep Fadime’nin üstüne.!”
Hemen arkasında uykulu gözlerini oğuşturan oğlu sarı Mustafa’yı görünce,
“Laan Mıstafa ! Bostan korkuluğu gibi dikilme ! Garın Melek geline söyle ocağın yanında yiyecek bohçası var, gapıp getirsin” dedi
Sarı Mustafa’nın karısı Melek’in içerden sesi duyuldu;
“Getirdim anne !”
“Askıda süzme yoğurt var, onu da getir ! “
“Tamam “dedi Melek gelin.
Fadime kadın oğlum sana söylüyom, gelinim sen anla dercesine;
“Şu oğlanda boy bos var amma düşünce yoh ! Her şeyi ben söylücem !” diye söylendi.
Sonrada kocası İsmail’in at arabasının tekeri ile uğraştığını görünce,
“ Gene ne oldu ? Teker mi çıhmış yosa ?” diye sordu.
İsmail Ağa başını tekerden kaldırmadan karısına,
“Yoh “ dedi “Tekerin çemberi gevşemiş. Şimdi bi tas su döktüm mü şişer kalır”
.
İsmail ağa işini bitirmiş olşacak ki derin bir nefes aldı. At arabasına yiyecek bohçasını
koyan oğlu sarı Mustafa’ya,
“Hani Memiş’in oğlu gelecekti ? Geç kaldı” diye söylendi.
Mustafa sarıya çalan saçlarını elleri ile karıştırdı; canı sıkıldığı belli idi; Mustafa’nın ne zaman canı sıkılsa ellerini saçlarına götürür çeki çekiverirdi. Sarı Mustafa parmaklarında kalan sac tellerine anlamsızca baktı. Halbu ki daha dün emmilerin Ahmet’e bağa erken gideceğiz, tez gel demişti.Babasına cevap verecekti ki iki eşek ile Ahmet’in geldiğini görünce içi rahatladı
“Kardeşin Hüseyin’e sor, boş üzüm çuvallarını arabaya koydu mu ?” dedi İsmail ağa
Oğul Hüseyin, Mustafa gibi değil unutkandı. İsmail ağa oğlunun bu huyunu bildiği için sormuştu.
Hüseyin at arabasının yanında elinde üzüm çuvalları ile bitiverdi; gülerek,
”Tamam baba !” dedi “Hepsini aldım. “
O sıra iki eşekle yanlarına gelen Memiş’in oğlu Emminin Ahmet, Hüseyin’e;
“Hüseyin emaneti aldın mı ?” diye sordu.
Bunu duyan Fadime kadın kuşkulu gözlerle oğlu Hüseyine bakıp;
“Ne emaneti len ?” dedi. “Silah mı yohsa ?”
“……!”
Fadime kadın, onların sustuğunu görünce birden kaşları çatıldı.Çocukluğu İnallı köyü’nde geçmişti. İnallı, Nar gibi sulak bir yer değil, toprağın suya hasret kaldığı bir yerdi. Bundan dolayı çok ölümlü kavgalar görmüştü. Ne zaman bir silah görse saçları diken diken olur, elleri titrerdi.
Yine öyle oldu; elleri titrerken oğlu genç Hüseyin’e bağırdı;
“O dabancayı hemen yerine goy ! Dabanca namusdur ve ancak namus için daşınır !”
Hüseyin yumuşak huylu bir gençdi. Anası bişey dese hemen yerine getirir, iki etmezdi fakat, bu sefer öyle olmadı; annesine diklendi;
“Ana “ dedi “Ortalık iyi değil. Narlılar suyumuzu kesiyor diye Sulusaraylılar silahlanmış diyorlar !”
“Doğru söylüyor “ dedi Emmilerin Ahmet. Ahmet eşeğin üzerinde sözlerine devam etti;
“Narlıları vuracaz !” demişler”Gideceğimiz yer Sulusareay dibi. Ya bişey olursa ?”
“Bişey olmaz !” diye çıkıştı Fadime kadın. “Sen dediklerine bahma, Sulusaraylı bişey yapmaz. Biz gevurdan dönme miyiz ki, hepimiz Müslümanız !”
O sıra lafa İsmail Ağa girdi;
“Oğul “ dedi “Sen anayın dediğini yap. Silahı yerine goy ! Bi cahillik eder can yakarsın..”
“Ocağımız söner !” dedi Fadime kadın “ Söner de yüreğimize oturur. Ondan gari mapus damlarında oğul bekle !”
Hüseyin eşek üzerinde olanları izleyen Memişin oğluna baktı; Emmilerin Ahmet sen bilirsin dercesine Hüseyin’e kafa salladı.
Genç Hüseyin
“Tamam ana !” dedi “Lakin başımıza bi iş gelirse ?”
“Gelmez !” dedi Fadime kadın, omzunu dikleştirerek “Başımıza düne kadar ne gelmiş ki
bugün gelsin !”
“Sen bilirsin” dedi Hüseyin ceket altında ki şişkinliğe dokunup tekrar içeri girerken söylendi,
“İnşallah başımıza bi hal gelmez ! “
İsmail Ağa oğluna,
“Onu kaya dolabın yanındaki yüklüğün altına koy. Çoluk çocuk görmesin..”
Hüseyin babasının sözlerini duymadı bile; eve girip çıktığı bir olmuştu. Hüseyin’nin belinde şişkinlik artık yoktu.
Sarı Mustafa onlar tartışırken kırat’ı arabaya çoktan koşmuştu bile.
Melek gelin kocası Mustafaya yanaşıp usulca;
“Mıstafam !” dedi "Bu gece kötü rüya gördüm. Dikkatli olun emi !”
Sarı Mustafa pek nadir gülerdi; karısına bir şey demeden zorla gülümsedi.
…
Aile yola çıkmaya hazırdı. İsmail Ağa, oğlu sarı Mustafa, Karısı Fadime ve kızı Emine at arabasına binmiş Emmilerin Ahmet ve oğul Hüseyin ise eşeklere binmişti. İsmail Ağa kırat’ın çok sevdiği o cümleyi söyledi
“Haydi oğlum Bulhazbaşı’na ! Varır varmaz arpanı torbanda bil !”
Kırat sahibini anlamışçasına ileri atıldı. Yolun uzak olduğunu o da tahmin etmişti ama sahibine
güveni tamdı. Her adımda ayak kasları daha da şişiyor, bu yol ne ki dercesine arabayı kuş gibi uçuruyordu.
…
Dedik ya eylül sonları Anadolu da bir başka güzel olur. Yeşil asma yapraklı üzüm bağları gün doğumundan batımına değin sahiplerini bekler. Beyaz üzümlerin Güneş’e bakan yanakları utangaç gelin gibi al al olur. Misket, Parmak üzümü, ketengöynek, mor renkli buludu gibi üzüm çeşitleri sele ve kovalarla özenle toplanıp kamış örgülü küfelere konurdu. Bir kısmı kayadan oyma damlarda kuru çalı değneklere tek tek takılarak kış günleri sofralara hazır hale getirilir. Diğerleri ise pekmez yapımı için ateş üstünde büyük bakır leğenlere dökülüp kaynamayı bekler. Bu üzümlerden pekmez harici köftür, tarhana tatlısı yapılır. Köftür ve tarhana hasırlar üstüne küçük dilimler halinde konur ve Güneş’e nazır bir damda kurumaya bırakılırdı.
Siyah üzümler ise; sergi dediğimiz toprak tepelerde kurutulur. Her serginin göğsü mutlaka Güneş’e bakar. Kuruyan üzümler yağmur yaş değmeden özenle toplanır. Altında kalan topraklı üzümler ise delikli kalburlarda elenerek çuvallara konurdu.Sonraki yıllarda ise bu üzümlerin altına gazete kağıdı veya naylon serilmiştir. Böylece üzümün toprakla teması kesilmiş olur.
.
Anadolu toprağı bereket demektir. Anadolu onu seveni daha çok sever. Sevdikçe daha çok ürün verir.Sevdikçe ona gönül verenleri gücendirmez, gönüllerde taht kurar.
O gün Dülgerler’in Sulusaray yakınlarındaki Bulhazbaşı’n da ki kuru üzüm sergisi de böyledir. Sergide ki üzüm taneleri öyle güzel ve temiz kurumuşlardı ki İsmail Ağa eline kuru üzüm
salkımını alıp karısına gösterdi;,
“Fadime “ dedi “Şuna bah hele !”
Fadime kadın kocasının elindeki kuru üzüm salkımına şöyle bir göz attıktan sonra
“Heriif ! Maşallah de ! Maşallah ! Tüm salkımlar aynısı. Bu yıl fırtına mırtına da olmadı.
Olmayınca salkımlar gelin eli gibi maşallah !”
Fadime kadının oğlu Mustafa kuru üzümleri çuvallara dolduruyordu. Annesine güldü;
“Ana “ dedi “Gelin eli üzüm gibi mi olur ?”
“He tabi !!! Başka nasıl olur ? Elbette gelin eli gibi temiz olur” diye söylendi. Sonra başını
Mustafa’ya döndürüp;
“Sen garının elini heç kirli gördün mü ?”
Mustafa doldurduğu üzüm çuvalını sırtlayıp arabaya koyar iken,
“Doğru valla !” dedi “Bizimkinin eli hep temiz olur”
Fadime kadın
“Aah ah !” dedi “Anaların lafını bi dinneseniz ! Analar evladını hep korur amma bunlar bilmez !”
Sonra oğlu Mustafaya
“Mıstafam !” dedi “Keşke Saffeti’mi de getirseydin. Çocuk toprakta goşar oynardı !”
“Ana, gıyamadım ! Hem mışıl mışıl uyuyordu “ dedi Mustafa
Fadime kadın derince iç çekti,
“Aaah ah ! Ben yanarım yavruma ! Yavrumda yanar yavrusuna ! “ dedikten sonra
gözleri küçük oğlu Hüseyin takıldı;
Hüseyin sergideki işini yarım bırakmış, ayakta dikili bir halde etrafa kuşkulu gözlerle bakıyordu.
Fadime kadın
“Ne oldu len ? Gene değnek gibi dikildin !” dedi
Hüseyin anasına cevap vermedi. Arkadaşı Emmilerin Ahmet’e dönüp;
Hüseyin elleri ile yüz, yüz elli metre ilerideki çalılıkları gösterdi,
“Aha, şu sivri kayanın ardındaki çalılıklar !”
Emmilerin Ahmet gösterilen yere dikkatlice baktı; bir şey göremedi.
“Hayal görmüş olmayasın ?” deyip güldü.
O sıra lafa babaları İsmail Ağa karıştı
“Az önce ben de gördüm. Fakat telaşta kalmayın diye ses etmedim “ deyince karısı Fadime kadın;
“Amanıııınnn !” diye hayıflandı. Sonrada devam etti,
“Aman ki aman ! Elinizi çabuk tutun ! Üzümleri sergiden toplar toplamaz buradan
hemen gidelim !”
Alel acele sergide kalanlarıda kalburla elemeden toz toprak içinde topladılar.
Sarı Mustafa inanmıyor, kırat’ı bağladığı yerden çözerken kendi kendine söyleniyordu;
“Yok canım !” diyordu “ Dört kocaman adamız, bize kim zarar verebilir ki ?”
Fadime kadın ise,
“Mıstafa dırlanıp durma ! Düşman uyumaz derler. İçime kurt düştü. Neme lazım
buradan hemencik gidelim !” dedi.
…
Öyle de yaptılar. At arabası ve eşeklere yüklenen kuru üzüm çuvalları hazırdı. Henüz elli altmış adım gitmişlerdi ki Fadime kadın;
“Tüüüh ! Kahretsin ! Kalburu sergide unuttum !” deyip gerisin geri yürüyordu ki İsmail Ağa,
“Dur kadın !” dedi “Ben şimdi alır gelirim !”
O gün hava gizemli bir haldeydi O gün Erciyes’in başı az bulutluydu fakat eteklerine
yerleşen sis onu belli belirsiz yapıyordu. Halbu ki başka zaman olsa Erciyes doruklarında ki karları gümüş bir madalya gibi doğaya yansıtırdı.Erciyes kendi bedenine saklanmış olacakları
görmemek için sanki yüzüne ince bir tül çekmişti.
“Tak ! Tak ! Tak !” Sonra bir daha
“Tak ! Tak !” etti.
Silah sesleri etrafı çınlattı. Çalılıklarda ki kuşlar korku ile havalandılar.
İsmail Ağa sıcak bir şeylerin vücuduna temas ettiğini hissetti. Vücudu ağırlaşmış, ayakları bedenini tartmaz olmuştu. Bu da neyin nesi dercesine elinden toprağa düşen kalbura bakıyordu.
O an vücudunu yoklamak aklına bile gelmedi.Belini doğrultamamıştı.
Bir ara karısı ve çocukların bulunduğu yere baktı; kendisine doğru koşuyorlardı. Ayakları altındaki toprakta kırmızı ıslak lekeler oluşmuştu.İsmail ağa bunlar bana mı ait dercesine şaşırdı. Ayaklarında takat kalmamıştı; dizleri büküldü ve bir çınar bedeni gibi toprağa devrildi.
“Babam !” diye bağırdı büyük oğlu sarı Mustafa “Babam sana gıydılar !”
Mavzer kurşunu İsmail Dülger yere eğildi ği an omzundan girip boynundan çıkmıştı.
Fadime kadın kendini yerden yere atıyor,
“Amanıınn ! Herifimi vurdular amanın !” diyor başka şey demiyordu.
Kendini ilk toparlayan sarı Mustafa oldu.; Babasının sırtından ve boğazından akan kanı
durdurmak istiyor diğer yandan kardeşine bağırıyordu
“Hüseyin at arabasını hemen boşaltın ! “
Hüseyin ve Emmilerin Ahmet bunu bekliyormuş gibi koşarak arabaya doğru gittiler.
Mustafa babasının kan akan boynuna boğça bezi sarıp onu kucağına aldı ve arabaya doğru
hızlıca yürüdü.
Gülşehir- Nevşehir kavşağına vardıklarında yaralı İsmail Ağa’nın iniltisi kesilmişti. Mustafa bunu farketmişti ama yanındakilere belli etmedi. Bir umutla belki yaşıyor diye düşündü. Nevşehir tarafına giden bir kamyon falan var mı diye baktı; toprak yol ıpıssızdı. Babası İsmail’in soluk alış verişleri belli olmuyordu.
Sarı Mustafa at arabasını süren kardeşi Hüseyin’e bağırır gibi;
“Hüseyin, atı kamçıla !” dedi.
….
Nar belediye meydanına vardıklarında Fadime kadın kocası İsmail’in hala yaşadığını sanıyordu. İsmail Dülger’den ise ses seda yoktu. Narlılar bir anda at arabasının etrafını sardılar. Ve İsmail Ağa’yı bir dolmuşa koyup hastaneye götürdüler..Akşam üzeri aynı dolmuş İsmail Ağa’yı evinin yakınında ki kara dutun dibine getirdi.. İsmal Dülger ölmüş, evine cenazesi gelmişti.
Karısı Fadime, kendini yerden yere atıyor , canhıraş feryatları belediyeye kadar ulaşıyordu.
“Gomşular İsmail’im gettiii! “
İsmail Dülger’in kızı ve oğulları derin acılar içinde bir şey yapamamanın ıstırabını yaşıyordu.
Oğlu Hüseyin göz yaşları içinde yumruğunu sıkarak,
“Babamın intikamını alacağım !” diye bağırdı
Salihlerin Hayriye kadın Hüseyin’e can oldu
“Al guzum ! Babayın ganını Sulusaray’lıya goma !”
Barutcunun Hayriye de fitili ateşler gibi,
“Aah ah ! Aslan gibi İsmail’i vurdu gahpeler !” diyor başka şey demiyordu.
Nar’ın erkekleri ise derin ve ezik bir sessizlik içinde cenaze evinde toplanmıştı.
Ortalıkta çıt yoktu. Herkesin yüzünde keder ve meçhule gezinen bir anlam vardı.
Hiç kimse bundan sonra olacakları düşünmek dahi istemiyor gibiydi. Çünkü Nar ve
Sulusaray arasındaki bu su kavgasında ilk kan akmıştı. Ya bu kanın devamı gelirse ?
Kirişlerin Emine’in ortalığı çınlatan sesi duyuldu;
“Eeey Narlılar ! Bu kan burada galmıyacak ! Adam olan bu ganı yerde bırakmaz !”
İsmail Dülger’in oğlu Hüseyin yerinde duramıyor, insanlar ağıt yaktıkça daha çok kızıp köpürüyordu.
“Gan akacak “ dedi Hüseyin yere tütkürür iken “Öyle bi gan akacak ki !”
Hüseyin’in eli yüzü toz toprak içindeydi.Ağız kenarına bulaşan toprak çamurlaşmıştı.
Hüseyin sinirli bir halde yere bir daha tükürdü.
O sıra Muhtar, Hüseyin’in yanına yanaşıp, usulca;
“Hüseyin “ dedi “Biz de çok üzüldük. Bu mesele burada bitmeyecek lakin, önce babanı yarın
defin edelim. sonrası Allah kerim !”
Hüseyin muhtara cevap vermedi; ters ters baktı.
O gün ortalık çok gergindi. Bazı kişilerin ceket altları şişkin ve silahlı oldukları belli oluyordu.
Bu iş burada kalmayacak ilk kan sonrası kan akacak gibiydi.
Sarı Mustafa insanların yüzlerindeki öfkeyle karışık endişeyi görüyordu
“Allah kerim !” dedi Mustafa. “Muhtar doğru söylüyor;
"Yarına Allah kerim ! “
“Yarın ola hayır ola !” dedi tekrar muhtar. Muhtarın beli şişkin ve doluydu.
Sarı Mustafa çok hüzünlüydü. Babasının akan kanı hala elbisesindeydi. Değişmeye vakti dahi olmamıştı. Çaresizce parmaklarını sıkıyor, sıktıkça parmaklarından değil yüreğinden “Küt ! Küt !” ses geliyordu. Mustafa hırsla mırıldandı;
“Hele yarın bi olsun da !” dedi
…
.
Yarın oldu; Nar halkı göz yaşları içinde İsmail Dülger’i toprağa verdiler. Sonrası mı ?
Belediye başkanları, Jandarma komutanı, Nar ve Sulusaray ileri gelenleri toplandı,
Bu gergin ortamı yumuşatacak adaletli bir karar alacaklardı. .Ve aldılar.
Karar şöyleydi. Hiç kimse bir daha diğerine zarar vermeyecek. Su bundan böyle öğleden sonra Kemerpınar gölünden aşağı kısım Sulusaray’a akacak. Nar’dan hiç kimse suyu kesmeyecek.
Kesen olursa cezalandırılacak.
…
Olan güzel insan İsmail DÜLGER’e olmuştu.. Bulhazbaşı’n da kahpece sırtından vuruldu..
Bu olayı Nar halkı hiç unutmadı fakat, kinde gütmediler. Çünkü Narlıların tek bir amacı vardı; çocuklarını okutmak.
Olayı çocuklarına anlattılar. Çocukları da çocuklarına.
Ve bu dramatik öykü günümüze kadar geldi.
Bize de sevgili arkadaşımız Sedat DÜLGER’in bilgileri ve desteği doğrultusunda dedesi
İsmail DÜLGER’in acı öyküsünü yazmak kaldı.
Anısı önünde saygı ile eğiliyorum.
Ol hikaye budur.
Ruhu şad olsun !
.
Katilleri mi ? İki şüpheli beş yıla kadar ceza aldılar..Ve bir zaman sonrada çıktılar.
“Ne gardeşi laann! Ben senin için yanıp tutuşuyom !”diye bağırdı Kamil.
Emine elindeki testere gibi bağ bıçağını göstererek;
“Hele bi yanaş !” dedi “Hele bi yanaşda görelim !”
Kamil korktu; yanaşmadı fakat, Emine’ye el kol hareketleri yaparak uzaklaştı.
Fakat bu iş burada bitmemişti; Emmi oğlu Kamil, fırsat buldukça Emine’yi rahatsız ediyor,
“Emine benim olacaksun !” diyordu.
Emine tehlikenin farkındaydı ama elinden bişey gelmiyordu. Yaşlı babasına bir kez konuyu açmış, o da
“Ben Kamil’e söylerim. Bi daha yoluna çıhmaz” demişti.
Fakat Kamil onu sıkıştırıyor, ıssız yerlerde önüne çıkıyordu.
Derken güz geldi;Emine ve Ahmet düğün yaptılar. Güzel bir evlilikleri vardı. Bağ ve bahçeleri az olsada hayatı idame ettiriyorlardı. Bir gün kocası Ahmet’in dayısından Ahmet’e
“O iş tamam. Seni yakında Almanya’ya aldırdırım !” diye telefon geldi.
Ahmet sevinçle karısına sarıldı.
“Emine “ dedi “Dayım çağırıyo !”
Taze gelin Emin’nin içinde bişey “Cııız !” etti.Kocasının Almanya’ya gitmesine gçnlü razı değildi.
Kötü bir şeylerin olacağından korkuyordu.
“Eminem !” dedi kocası “Gider gitmez söz seni de aldırırım !”
Ama öyle olmadı; Ahmet Almanya’ya gideli iki yıl olduğu halde izine dahi gelemedi.
Emine gelin emmi oğlu Kamil’in bakışlarından çok tedirgindi.Onu takip ediyor peşini bir türlü bırakmıyordu.
Kamil yine bir gün Emine’nin önünü kesti;
“Emine kurtuluşun yoh ! Benim olacaksın !” dedi.
Emine belki iyilikle emmi oğlunu ikna ederim diye düşümdü;
“Kamil “ dedi “Bah gardeşim, ben evlendim bahlandım ! Kimi kimsem yoh ! Gocam senin bana sırnaşdığını duyarsa beni boşar ! Etme, eyleme ! Hayatıma yazıh etme !”
Kamil ekşi ekşi gülümseyerek Emine’nin yanından uzaklaştı fakat peşini yine bırakmadı.
…
Kış gelmişti. Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi sobalar yanıyor, dumanları raks ederek gök yüzünde dağılıyordu. Ahırlarda ineklerden sütler sağılıyor tereyağı ve yoğurt yapılıyordu.
O gün Emine helkide yoğurt kalmadığını gördü.
“Tüüüh !” dedi Helki de heç yoğurt kalmamış !”
Komşudan iki kaşık yoğurt almak için dışarı çıktığında emmi oğlu Kamil kapının önünde onu bekliyordu,
Emine’nin bir an dizleri titredi. Kamil paltosu sırtında ona alenen asılıyordu.
Eminenin başından aşağı kaynar sular döküldü. Döküldü de buz oldu o soğukta kaskatı kesildi. Emine çaresizce emmi oğluna baktı; Kamil yine o ukala tavırlarıyla gülümsüyordu. Emine'nin çaresi kalmamıştı. Dudaklarından şu cümleler döküldü;
“Kamil “ dedi “Beni mi istiyon ?”
“He !” dedi Kamil sarı dişlerini gösterircesine sırıtarak
“Yarın bizim ahıra gel ! Orası sıcah olur” dedi
Emmi oğlu Kamil ellerini oğuşturup,
“Tamam” dedi “Yarın ahırdayım ! Sözünden dönmek yoh ama ?”
“Yoh !” dedi Emine
Kamil dönüp giderken Emine gelinin gözleri gibi yüzüde buz gibiydi. Emine açılan çiçek işlemeli yemenisini sıkıca doladı. Komşuya gitmekten vazgeçmişti.Kararlı bir şekilde ahıra yönelip kapıyı açtı;
iki ineğine acır gibi baktı. Onlarla her zaman konuşur, evin horantası imiş gibi sohbet ederdi.
Emine gelin hiç bir şey demedi; kapıyı örttü üstdeki odasına gitti.
…
Ertesi gün olmuştu. Öğleye doğru emmi oğlu Kamil avlunun yarı açık bırakılmış kapısından süzülerek içeri girdi.Emine oda penceresinden onun gelmesini bekliyordu.Kamil’in geldiğini görünce aşağı inip ona zorla gülümsedei. Emine, Kamil’e;
“Sen ahıra gir. Üstünü çıharadur, ben hemen geliyom !” dedi
Kamil ahıra girip heyecanla elbiselerini çıkarmaya başladı.Öyle ya yanıp tutuştuğu kadın biraz sonra kucağında olacaktı.Kapının yan tarafında ki minderin üstünde çıplak vaziyette Emine’yi beklemeye başladı.
Emine’nin gelmesi uzun sürmedi. Ayak sesleri yaklaşıp kapı açıldı.
Kamil’nin heyecanı doruk noktasına çıkmıştı..Yıllardır özlemini çektiği an gelmişti işte.
Emine kapıdan içeri bir adım atınca Kamil onun elindekini gördü; Emine gelinin elinde sıkı sıkı kavradığı kocasının namusunu koruması için ona emanet bıraktığı sarı kabza bir ondörtlü vardı.
Kamil olduğu yere mıh gibi çakılıp kalmıştı. Emine’nin elindeki silah üç kez,
“Güm ! Güm ! Güm !” diye patladı.
Emmi oğlu Kamil tozlu minderin üstüne kanlar içinde yıkıldı ve bir dahada kalkamadı.
Jandarma geldiğinde Emine diz çökmüş bir halde ağlıyor bir taraftanda söyleniyordu;
“Neden Kamil ? Gendinede banada yazıh ettin ! Etme dedim ! Yapma dedim ! Yalvardım, yakardım !
Aaah Kamil, ikimizede yazıh ettin !”
…
Jandarma başçavuşu ahıra girip şöyle bir göz atınca durumu anlamıştı. Hıçkırıklar içindeki Emine’nin omuzuna elini yavaşça koydu ve;
“Hadi bacım” dedi “Gidelim !”
Emine gelinin elleri kelepçelenip jandarmanın jeep’ine binerken yakındaki camiden ezan sesi geliyordu. Emine’nin duvar dibine döktüğü yemek artıklarına kuşlar konmuş şu zemheri ayda bir an önce karınlarını doyurmanın sefası içindeydilerki askeri jeep “Puf ! Puf” çalışınca onlarda kanat çırpıp uzaklaştılar. Orada sadece bir kuş kalmıştı. Kuşun kanadı kırık gibiydi. Yürürken yalpalıyor, kanat çırpıyor ama bir türlü havalanamıyordu. Birkaç deneme daha yapan kuş olmayacağını anlayınca duvarda bir delik bulup içine girdi.
Belli ki o da Emine gelin gibi kaderine razı olmuştu.
…
ve aradan birkaç ay geçmişti. Nevşehir adliyesine yolu düşen genç bir adam nezarethanede Emine gelini gördü. Emine gelin olanları göz yaşları içinde kısaca anlatıp şöyle dedi;
“Abi bana çok ceza verirler mi ?”
Genç adam yöresel kıyafetler içindeki bu Çatlı geline önce acır gibi baktı. Sonrada gülümsedi,
“Yok bacım “ dedi “Senin idamın beş altı sene. Ağır tahrik, namusu müdafa, ne ararsan var.
Her şey hakimin elinde fakat sen en fazla beş altı ay yatar çıkarsın !”
Emine’nin hüzünlü gözleri birden ışıdı,
sevinçle
“Sahi mi abi ?” dedi “Doğru mu söylüyon ?”
“Doğru “ dedi genç adam. “Her kelimesi doğru “
…
Emine gelin altı yedi ay sonra çıkmıştı fakat olanlara Almanya da ki kocası bir türlü inanmamış olacak ki karısı Emine gelini boşamıştı. Hayat maalesef acılarla yoğruluyor. 1982 de Çat kasabasında geçen bu olay diğerleri gibi unutuldu gitti.Ve zaman ekmek arayan kuşların kanatlarında uçtu gitti ..Aradan yıllar geçti, kışlar, yazlar, zemheriler, baharlar geçti. .Emine gelin gibi saf ve temiz Anadolu kadınının acıları hiç bitmedi, bu güne kadar geldi. Dostlar yüreğinizde ki güzelliklerin eksilmemesi dileğimle !
Nar Kasabası coğrafi olarak bir vadinin yamaçlarına kurulmuştur. Evlerin çoğunluğu devasa kayaların içine yapılmıştır. Bunun nedeni ağır geçen kış günlerinde sıcak ve doğal bir yerde yaşamaktır. Kaya, insan nefesiyle bile ısınacak bir yapıya sahiptir. Ayrıca kaya evler insanı fırtınadan, yağmurdan ve dış etkenlerden korur. Yani kaya ; o zamanlar at arabası ile birlikte vazgeçilmez yaşam aracıdır.Bir kayadan oyma damın, bir de at araban oldumu Anadolu insanının değme keyfine ! Hikayemizde işte burada yaşanır..
O gün havadaki bulutlar griden siyaha doğru gittikçe koyu bir hal alıyordu. Kel İzzet'in Abdullah kayadan oyma ahırından kır atını avluya çıkarmış tımar ediyordu. Karısı Zeynep gelin taş merdivenlerde gökyüzüne ürkek gözlerle baktı,
"Abdullah" dedi "Göre tarafında hava çok kapalı, sel mel gelir, gitmesen !"
Abdullah karısının müdahale etmesine her zaman kızardı ama bu sefer nedense bişey demedi. Kırat'ın koşumlarının kayış bağlantılarını alel acele taktı.
"Biliyorum" dedi "Hava pek iyi değil Kaya Değirmen de fazla kalmam, kesilmiş ağaçları arabaya atıp hemen döneceğim. " dedikten sonra eli ile duvardaki bir deliği gösterdi;
"Bu bahar kırlangıçlar gecikti. Havadan mıdır nedir, toprak bir türlü ısınmadı"
Zeynep gelin duvardaki kırlangıç yuvasına baktı; içinden bu herifin sert mizacı altında kalbi çok güzel diye düşündü; elma yanakları gülümsedi..Zeynep gelin ne zaman gülümsese elma yanakları kırmızı gül gibi açılırdı.Bu sefer öyle olmadı; gülümseyen yüzü öylece dondu kaldı. İçinde kötü bir his vardı; Abdullah'ın başına ya iş gelirse ? Elleri istemez şişkin karnına gitti; Zeynep gelin hamileydi. Taş merdivenlerden usulca avluya inip kocasının yanına vardı,
"Herif" dedi "Bugün değil de yarın gitsen "
Abdullah boylu poslu, aslan gibiydi. Karısı Zeynep ancak omuz hizasına geliyordu. Etrafına baktı, kimse yoktu; eğildi karısının yanağından usulca öptü.
"Sen merak etme ! Öğleye mutlaka dönerim "dedi. Sonrada kırat'ı arabaya bağlayıp sürdü
"Hadi oğlum ! Kaya Değirmen'e doğru yürü bakalım !"
Zeynep gelin aslan yapılı kocasının ardı sıra bir süre baktı. İçindeki kötü hissi bastırırcasına elleriyle karnını bastırdı;
"Yoh gız Zeynep ! Böle şeylere inanama ! Abdullah'ım mutlaka gelecek.Çocuğu karnımda, mutlaka gelecek !" diye söylendi.
...
Fakat o gün hava çok kötüydü. Göre tarafındaki koyu gri bulutlar ağırlaşmış Nevşehir üstünden Nar'a doğru gelmişti.Gök gürlüyor, içindeki sancıyı dışarı vururcasına şimşekler atıyordu. Hışım gibi yağmur yağarken doğada Kel İzzet'in Abdullah'dan başka hiçbir canlı görünmüyordu.
Abdullah tehlikeyi sezmişti. Bahçesi dere yatağında olduğu için risk altındaydı. Ya sel gelirse ? Ağaçları alel acele at arabasına doldurdu. Uzun olan kavakları ise yerinde bıraktı.Çünkü öğle vakti olmasına rağmen ortalık akşama dönmüştü. Kır at'ı hızlı bir şekilde arabaya koşup
"Hadi oğlum !" dedi "Allah'ın izniyle eve varacağız.!"
Dere kenarından henüz yüz , yüz elli metre gitmişllerdi ki Abdullah bir gürültü duydu; kulak kabarttı; bu sel sesine benziyordu. "Eyvah !" bile demeden selin ucunu gördü. Bu gördüğü en büyük sellerden biriydi. Önünde taş ve ağaç bedenlerini sürükleyerek kendisine doğru korkunç bir gürültüyle yaklaşıyordu. Abdullah kırat'ına acır gibi baktı. O kırat ki onun can yoldaşıydı. Bir insan can yoldaşını yarı yolda bırakmaz diye düşündü; kararını verdi; ya birlikte kurtulacağız, ya da birlikte öleceğiz. Abdullah var gücüyle atın gemini çekip bağırdı;
"Hadi aslanım ! Hadi koçum ! Başaracağız !"
Ama olmadı; Selin önünde sürüklediği devasa taşlar ilk vuruşta arabanın ahşap tekerlerini kırmıştı. Kırat olanca gücüyle arabayı çekmek istiyor fakat boynuna kadar gelen selin gücü karşısında yenik düşüyordu. İkinci bir vuruş arabayı yan çevirdi;Kırat ve Abdullah selin bulanık sularında kayboldu.
Gök gürültüsü kesilmişti ama onun yerini gürleyerek gelen büyük selin sesi almıştı.Bahçelerin yüksek yerlerinde sele bakanlar Kel İzzet'in Abdullah'ın ve kırat'ın sele gittiğini henüz bilmiyordu. Ta ki bir ses duyuluncaya kadar.
"Kel İzzet'in Abdullah'ı sel almış !"
"Deme yav !"
"He valla ! Kaya Değirmen'den geliyormuş !
"Vah Abdullah vah !"
"Vah ki vah ! Aslan gibi yiğit sele kapıldı ha ?"
"Kırat yanındaymış. Bu can sana gurban olsun demiş ! Kırat'ı bırakmamış.Kırat'ı bıraksa kurtulacak ama bırakmamış !"
"Abdullah'a yazık olmuş. Hem de çok yazık !"
"Kader ! Kel İzzet'in oğlunun kaderi böyleymiş."
"Ya karısı Zeynep ? Eli böğründe diyorlar"
"Vah Zeynep'im vah ! Kadersizim ! Şimdi kimbilir ne haldedir !"
"Desene Zeynep geline de Abdullah'a da yazık oldu !
"Kırat'a da yazık oldu !"
"Hepsine yazık oldu !"
...
Kırat bir gün sonra yaralı bir halde eve gelir; selden kurtulmuştur. Abdullah ise birkaç gün sonra Avanos yakınlarında ırmak kenarında ölüsü bulunur.
Zeynep gelin biri beş yaşında kız olmak üzere karnında çocuğu ile yapayalnız kalır. Abdullah'ın ölüsünü kasabalı alıp getirsede o sele gittiğine hiç inanmaz. Abdullah bir gün ona dönecektir. Ömrü boyunca aslan gibi kocası Abdullah'ı bekler; evlenmez. Zorlu, acı dolu bir yaşamdan sonra sevdiğine kavuşur; Zeynep kadın ölür..Abdullah ona gelememiştir ama o Abdullah'a gider..
Kırlangıçlar mı ? Her bahar Abdullah'ın sesini duymak için kaya duvardaki yuvalarına dönerler..Ve o bahardan bu bahara Kel İzzet'in Abdullah'ı beklerler.
Ben henüz küçük bir çocuk iken Nar'ın kayadan oyma evlerinde büyüklerimiz kış günleri hikayeler anlatırdı. Biz çocuklar ise odun sobasının yanında pür dikkat dinler sonrda uyuya kalırdık.Onlardan biri de Ali Osman Ağa'nın hikayesidir...Neyse, hikayemize gelelim;
Ali Osman Ağa gece vakti Çombuz deresine bahçe sulamaya gider..O gece her yan ıpıssız, yıldızlardan muaf kapkaranlıktır..Zor, güç bela bahçesini sular ve küreğini sırtına alıp düşer yola..Fakat o sıra yukardaki kaya mağaralardan dışarı sızan bir ışık görür. Işığa doğru yaklaştıkça bu sefer çalgı sesleride duyar.
"Vay be ! Bu da neyin nesi ? Gecenin bir yarısı kim ola ki ?" der
Işık yanan mağaraya doğru yaklaşır fakat bu sefer gördüklerine inanamaz; Kadınlı, erkekli bir gurup insan mağaranın ortasına ateş yakmış darbuka, zurna eşliğinde oynamaktadır.
Ali Osman Ağa'yı gören süslü bir güzel;
"Oooo ! Ali Osman Ağa hoşgeldin ! Buyur, bize katıl, içeri gir !" der
Ali Osman Ağa hayretler içinde etrafa bakınır, şaşırır ama şaşkınlığını belli etmeden sorar
"Yav bu neyin nesi ?" .
"Sünnet düğünümüz var da " derler.
Ali Osman Ağa'nın oturması için bir ahşap sandalye verirler. Ali Osman Ağa etrafı süzer; İçinden;"Ulan" der "Bunlar çingene desem değil, muhacir desem değil. Ne güzel kadınları varmış huri gibiler. Bizim evdeki kuru ekmek çırpısı valla" diye düşünerek iç geçirir. Sanki onun düşüncesini anlamış gibi bir güzel Ali Osman Ağa'ya yanaşır
"Buyur, beni mi çağırdın Ali Osman Ağa ? "diye cilve yapar.
Ali Osman Ağa yutkunur, dili tutulur. Zorda olsa
" Bir içecek isteyecektim de " der
O cilveli kadın koşar adım gidip büyük bir bardakla şerbet getirir. Ali Osman Ağa bir kadına bakar, birde şerbete,
"Ya Allah ! Bismillah !" deyip kafasına diker. Fakat o da ne ? Her taraf birden zindan gibi olur. Elinde ise bardak diye tuttuğu bir taş vardır. Ali Osman Ağa bir anda durumu anlar ve var gücüyle oradan kaçmaya başlar.Kan ter içinde koşarak kasaba girişinde ki Bölükbaşılar'ın evinin önüne kadar gelir. O sıra Bölükbaşılar'ın Ali dayı ayak yoluna çıkmıştır. Telaş içinde jet gibi giden Ali Osman Ağa'yı görünce;
"Ali Osman, hayırdır? Şeytan görmüş gibi gidiyon" diye gülerek sorar
Ali Osman Ağa hızını hiç kesmeden cevap verir;
"Benim gördüklerimi sen görseydin donuna ederdin !"
...
Ali Osman Ağa'nın hikayeleri hiç eksik olmazdı..Bu da onlardan biriydi..Biraz gülümsetelim dedik.
Hacı Boran. Nüfus cüzdanındaki adı ise Yusuf ÖNCÜL. Yani rahmetli eniştem kasap Mustafa ÖNCÜL'ün babasıdır.
Yıllar önceydi kasaplar caddesindeki kahvenin önünde çay içiyoruz.
"Boran ağa " dedim " Çocukluğun Rum ve Ermeni çocuklarıyla geçmiş. Bana biraz anlatır mısın ?"
Hacı Boran 90 yaş civarı olmasına rağmen az da olsa sigara içerdi. Cebinden Samsun sigarasını çıkarıp bir tane yakıp derince çekti. Kapaklarına derin çizgiler yerleşmiş gözleri uzaklara daldı gitti.
"Ben " dedi O zamanlar yetim bir çocuktum. Savaşa giden babam Balkanlardan dönmedi.Ekmek bulamadığımız günler oldu.Yani zor yıllardı. Ermeni çocuklarıyla pek anlaşamazdık. Ermeniler yamandı..Kimi zaman Meteris de Rum çocuklarıyla oynardık. Rum çocukları iyi idi, kavga etmezdik. Daha doğrusu anneleri buna müsade etmez "A be komşu kavga yok, tamam" derler elimize Nevşehir simiti verirlerdi.
Bir gün Nevşehir'e askerler geldi. Ne kadar Ermeni varsa çoluk çocuk dahil Meteris de ki Ali Bey'in Hanı'na topladılar.Ben Meterisli olduğum için görüyordum olanları. Ali Bey'in Hanı'nda birkaç gün kalan Ermenileri asker aldı götürdü.Geride kimse kalmadı.Ben 14 - 15 yaşlarında iken bu sefer Rumlar gitti..O zamanlar Nevşehir ve civarının yarısına yakını Rum idi..M.Kemal Yunanistan ile anlaşma yapmış; Selanik de ki Türkler buraya, bizdeki Rumlar ise Selanik'e gitti..Hatırlıyorumda Rumlar çok göz yaşı döküp gitmek istemediler ama asker onlarıda alıp götürdü"
Hacı Boran sigaradan bir nefes daha çekti.Birkaç kez öksürdükten sonra devam etti;
" Türkler o zamanlar rumların yanında amele olarak veye karın tokluğuna çalışırdı..Bizde mal mülk çok azdı. Şayet şu an malımız mülkümüz varsa M.Kemal'e borçluyuz"
Hacı Boran bir an durdu. Elindeki sigara izmaritini nereye atayım dercesine etrafına baktı.Sonrada kaldırım kenarına attı
"Ya evlat !" dedi "Hayat böyle..Vasili adında bir Rum çocuk vardı. Arkadaşımdı. Bazen bana evlerinden kuru üzüm getirirdi.. Vasili iyi çocuktu.. Şimdi öldü mü sağ mı bilinmez.."
Hacı Boran bana bir çay daha içer misin ?" diye sordu. Güldüm
"Yok hayır Boran Dayı. Bu sefer çayları ben ödeyeceğim sana borçlandım "dedim.
Siyah bir kedi yavrusu onun ayak ucuna kadar gelmışti.Onu sevmek için elini uzattı, bana cevap vermedi.
O sıra Kurşunlu Cami'den ikindi ezanı sesi duyuldu.
"Ezan okunuyor, gitmeliyim" dedi. Yavaş adımlarla uzaklaştı
“Harman zamanı yavrııım ! Sen harman zamanı ekinler toplanırken doğdun !”
…
Anneler, çocuklarına eski harman zamanlarını anlatır ve
“Aah yavrııım !” derdi “Şimdi her şeyin golayı çıhdı. O zamanlar gara saban vardı. Trahtör mırahtör yohdu ki..Ekinler desde desde toplanıp at ile eşşek ile gaya harmana daşınır, gara saban goşulurdu. Bizim gençliğimizde elimize alacah orağımız bile yohdu.. Aaah ah ! Her şeyin golayı çıhdı da insan bunu şimdi bilemiyo.”
Bir zamanlar Anadolu da harman zamanı bir başkaydı.
Gün doğmadan sabah ezanında uyanan ve karınca misali telaş içinde koşuşturan insanların hikayesi çok eskilerde kalmadı.
Ocakta odun ateşinde pişen sıcak çorbanın buğusu havaya yükselirken ahırdaki ineklerin sütü sağılmış olurdu. Azıklar hazırlanır , At ve eşeklerin kaşağısı yapılır ,yola çıkmaya hazır hale getirilirdi.
“Gııızz Fatma ! Süzme yoğurdu bahır tasa goymayı unutma ! Bi de bekmez gabının ağzını sıhı bağla emi !”
“Tamam ana, annadık !” diyen uyku sersemi bir kız çocuğunun mahmur gözlerini güneş ışığı açardı.
Anadolu’da harman zamanı bir başkaydı.
Ve tarlada;
Yürekler ter kokardı, bereket kokardı, toprak kokardı. Terli ellerde ki oraklar uzandıkça ekine altın misali sarı başaklar deste deste toplanır ve emeğin karşılığı olarak gönüllerde bereket çiçekleri açardı.
Harman zamanı kuşlar, karıncalar ve tüm böcekler bayram ederdi.
“Maşallah ! Maşallah ! Bu yıl da çocukların rızkı çıktı !” diyen yorgun bir sesin gözlere yansıması sıcak bir gülümsemenin zafer işareti gibiydi. O gülümseme tüm yorgunluğu alır ve akşam üstü eve dönüşte çatlamış dudaklarda yanık bir türkü olurdu.
Harman zamanı eskiden Anadolu bir başkaydı.
Ve son;
Saçları, başları, elleri, ayakları toz toprak içinde ki o onurlu güzel insanların hikayesi keşke hiç bitmeseydi...
Kekik, doğanın bize sunduğu en güzel kokulu doğal bitkilerinden biridir. Elinize sürseniz eliniz , yüzünüze sürseniz yüzünüzi yüreğinize sürerseniz yüreğiniz kekik kokar; Anadolu kokar,; insan kokar.. İşte bizim hikayemiz kekik kokulu yüreklerin hikayesidir.
…
O gece hava ağır, dağlar ağır ve gece ağırdı. Gökyüzünde yıldızlardan eser yoktu. Koyu gri bir karanlık içinde dağlar görünmez olmuş, dağ dorukları evrenenin sonsuzluğunda kaybolmuş gibiydi. Doğanın tenine sanırsınız siyah bir perde çekilmişti; göz gözü görmüyor ve dağ dağa yabancıydı. Derin bir sessizlik içinde doğanın yanaklarına dokunan soğuk iliklerine kadar işliyor geceyi daha zor kılıyordu.
…
Nevşehirli asker Mehmet böyle havalara bir türlü alışamamıştı; hani en azından birkaç yıldız olsa başını kaldırır gülümser, sonra da sohbet eder, içini ısıtırdı. Siz yıldızlarla sohbet eder misiniz bilmem ama Mehmet mevzide iken başını silahına yaslar, hayallere dalar; koynunda yıldız toplardı.
O yıldızların sıcaklığında şarkılar, türküler söyleyerek bambaşka dünyalara giderdi.
Bu gece ise hava çok karanlık ve soğuktu. Dağların doruklarına oturmuş karların gümüşi yansımaları olmasa göz gözü görmeyecekti. ..Halbu ki henüz gece yarısı bile olmamıştı.
Mehmet, soğuktan üşüyen ellerini huflayıp asker parkasının yakasını kulak hizasına kadar çekip kızgın bir ses tonu ile;
“Ula arkadaş ! “ dedi “Ne zaman milli takımın maçı olsa şansıma nöbet çıkıyor. Lan Çorumlu alacağın olsun ! “ diye söylendi. Sol elindeki silahı bırakmadan sağ eline küçük bir taş alıp hırsla karanlığa doğru fırlattı..
“Yuh lan ! “ diye bir ses duydu. “ Az kalsın ayağımı kıracaktın !”
O ses devam etti;
“Memed gene birine kızmışın belli “
Ona seslenen nöbet arkadaşı Yusuf’du. Maraşlı onbaşı Yusuf.
Mehmet, bulunduğu taş siperden çıkıp arkadaşına;
“Yav, görmedim, kusura bakma ! Bu gece biraz sinirliyim de !” dedi.
“Niye ?” dedi Yusuf onbaşı.”Hayırdır ? “
“Şu nöbet işi diyorum; ne zaman milli takımın maçı olsa hep bize denk geliyor.”
Yusuf güldü;
“ Çorumlu çavuş bilerek yazıyor ! Geçen ki maçda yine bizi yazdı bu hergele. Neymiş; maç saati tehlike büyük olurmuş da..Cesur ve gözleri keskin askerler nöbete yazılacakmış da…Tabur komutanının emriymiş de falan, yalan ! Hep bu Çorumlu çavuşun eli altından çıkıyor “
Bir küfür savurdu Mehmet. Sonrada pişman olmuş olacak ki;
“Kimbilir, ona kızıyoruz amma belki dediği doğrudur” dedi. Arkadaşı Yusuf’un omzuna elini koyup;
“ Taburda komutandan sonra en iyi nişancı sensin.”
“ İyi atıcı olmak suç mu kardeşim ? Herkes nöbet görevini yapmalı. Ne zaman riskli bir durum olsa nöbete bizi gönderiyor. Maraşlı gel ! Nevşehirli gel ! Şu askerlik bir bitsin anamı doktora götürüp gözlerine baktıracağım..Bizim komşulardan biri kapımızı çalsa içerden; Yusuf’um sen mi geldin diye sesleniyormuş .Gözleri görmediği için her geleni Yusuf sanıyor. Garibin bir ayağı çukurda; bugün var, yarın yok “
Mehmet,
“Oof ! Bu anaların var ya, hakları ödenmez” dedikten sonra cebinden bir paket sigara çıkarıp Yusuf’a bir tane uzatmıştı ki vazgeçip tekrar cebine koydu.
Yusf güldü. O da cebinden bir şey çıkarıp Mehmet’e uzattı.
“Boşver sigarayı “ dedi “Al bunu ağzında çiğne . Ben hep öyle yaparım “
Mehmet, Yusuf onbaşı’nın uzattığı şeyi görünce;
“Yine mi kekik ?” dedi, o da güldü.
“ Kekik tabi ki ..Anam boşuna dememiş yüreği kekik kokulum diye. Maraş’ın dağları burası gibi kuru değil, her yan sanırsın kekik bahçesi. Ta ki çocukluğumdan beri kekikleri severim. Ben de alışkanlık oldu, bir tutam mutlaka cebime korum.”
Mehmet, Yusuf’un verdiği kekiklerden birkaç yaprak ağzına atıp çiğnedi.
“Biraz acı gibi ama kokusu çok güzel “ dedi
“Sigaradan yine iyi oğlum !”
“Kahretsin ! Sigarayı bırakamadım “ dedikten sonra devam etti ;
“ Arkadaşın Nihat maçda oynuyor mu ?”
“Oynamaz mı, elbette oynuyor “ dedi Yusuf. “Onunla Antep de birlikte oynamıştık.
O yıl ben de Maraş’dan Antep Arabanspor’a geçmiştim. Nihat’ı orada tanıdım. Topa bir vuruşu vardı ki top ile birlikte kaleciyi içeri sokardı. Bir gün kulübe birileri geldi; dediler ki biz bu çocuğu Beşiktaş’a götüreceğiz.. Anlaştılar. Gidiş o gidiş; sonrasını biliyorsun..Şimdi ise milli takımın en vurucu silahı !”
“Vay be ! Demek Nihat ile birlikte oynadın ha ?” dedi Mehmet. Mehmet, arkadaşı Yusuf’un Nihat’a olan sevgisini bilirdi. Yusuf, Nihat’ı belki yürmi kez anlatmıştı. Mehmet, Yusuf’un yarasına basmayı severdi. Şimdi yine şaka ile karışık yarasına dokundu;
“Nihat ile birlikte maç oynamak çok güzel bir duygu olsa gerek” dedi
“ Oynamak ne kelime, onunla can ciğerdik !”
“Şimdi sen burada, o ise ?”
“Hayat böyle oğlum ! Sende yarama dokunup durma. Bu gece içimde kötü bir his var. Neyse, bu geceki maçı bi alsalar ”
“ Alırlar ise ne yapacaksın ? “ Deyip güldü Mehmet.
Yusuf onbaşı bu soru üzerine bir an düşündü; sonra da;
“Golü Nihat atarsa sen benim yerime iki sefer nöbet tutacaksın. Yok eğer atamazsa ben senin yerine nöbet tutacağım. Var mısın ? “
Deyince Mehmet;
“ Tamam lan ! “ dedi “Anlaştık !”
Yusuf onbaşı arkadaşı Nihat’ın gol atacağına o kadar inanıyordu ki aksi bir durum aklına bile getirmek istemiyordu fakat ya aksi olursa ? diye geçirdi içinden.
Bu ortamdan sıkılmış gibi başındaki kepini çıkarıp taş siperin üstüne koydu. Sonra da ;
“Memed “ dedi “Bana bişey olursa yerime anamın elini öper misin ?”
“Lafa bak ! Bu da nereden çıktı oğlum ? Biraz önce maç konuşuyorduk, şimdi yine efkarlandın. Sana da, bana da bişey olmaz. Sen meraklanma ! “
“ De ki başıma kötü bişey geldi”
Mehmet, arkadaşı Yusuf’un ara sıra böyle şeylere takılıp kaldığını biliyordu. Son aylarda ikide bir “Bana bir şey olursa “ deyip duruyordu. Onunda canı sıkılmıştı; başını iki yana salladı.
“ Senin anan benim anam sayılır.” dedi Mehmet.
Asker Mehmet annesini çok küçük bir çocuk iken kaybetmişti. Sonra öğrendiğine göre anası zatürreden ölmüştü. Mehmet anne sevgisini hiç bilmezdi. Bayram günleri tüm çocuklar annelerine sarılır iken o; boynu bükük halde bir duvar dibine oturur hüzünle diğer çocukları seyrederdi. Anne sevgisi içinde hep bir ukde idi. Yusuf’a dönüp;
“ Anan, benim anam gardaş !” dedi tekrarından. Sonrada;
“Fakat sen de biliyorsun o yaştan sonra gözlerinin açılması çok zor !” dedi.
Yusuf ve Memet iyi iki arkadaş idi. Dertlerini paylaşır, gelecek için hayaller kurarlardı.
Yusuf’un anası ona kekik kokulum derdi. Kekik kokulum aşağı, kekik kokulum yukarı. Kasabada adı kekik kokuluma çıkmıştı. Aslında bu durumda biraz gerçek payı vardı; Yusuf dağ kekiklerini çok sevdiği için cebinde kekik otu taşırdı. Kokusu iki metreden diğer insanlara kadar varırdı. Memed bunu bildiği için kimi zaman onun cebinden birkaç dal alır, ağzında çiğnerdi. Ondan biraz daha kekik isteyecekti ki yüz hatları birden gerildi. Yüz metre kadar ileride bir gölgenin hareket ettiğini görür gibi olmuştu.
Mehmet, Yusuf onbaşı’ya yaklaşıp usulca ;
“ Yusuf bişey gördüm ” dedi “ İlerdeki çalılıkların orada sanki bir gölge kıpırdadı ! “
“Yok canım !” dedi Yusuf “ Sana öyle gelmiştir. Hiçbir şerefsiz cesaret edip buraya kadar yanaşamaz !”
“Lan oğlum, burası dağ başı. Adamlar yılan gibi kıvrıla kıvrıla geliir !”
Yusuf, Mehmet’in gösterdiği çalı yığınlarına doğru dikkatlice baktı; bir şey göremedi.
“Sana öyle gelmiştir “ dedi
Mehmet emin olmak için çalılığa doğru hareketlendi. Birkaç adım atmıştı ki Yusuf ;
“ Dur oğlum !” dedi. “ Sen manyak mısın ? Öyle dimdik gidilir mi heç ? Sen burada bekle ve beni koru. Ben tepenin yamacından usul usul gidirim “
“Komutana haber versek mi acaba ?” dedi Memed
Yusuf bu lafa kızdı;
“ Ortada fol yok, yumurta yok. Üstüne fırça yeriz. Hem milli takımın maçını bırakıp gelmezler ”
“Sen bilirsin !” dedi Memet. “Fakat sanki hareket eden bişey gördüm “
“Tamam, anladık !” dedi Yusuf “ Sen dediğimi yap; dikkatlice beni koru !”
Yusuf onbaşı silahı elinde tepenin alt yamacına doğru belini büküp bir panter gibi ilerlemeye başladı.
Memet, kurşunu namluya sürüp sipere yattı. Maraşlı Yusuf onbaşı’nın ardısırea bir süre baktı; Biraz sonra hiçbir şey göremez oldu. Yusuf onbaşı tepenin yamacında karanlıkta kaybolmuştu. Kendi kendine söylendi;
“ Yav !” dedi “Bu çocuk kadar fedakar ve cesur birini hiç görmedim. Komutan haklı mıdır nedir ? Korku nedir bilmiyor.. Beni göndermedi, kendi gitti. İnşallah ben o kıpırtıyı yanlış gördüm !” diye söylendi.
Memet derin bir nefes aldı. Yusuf’un onu verdiği kekikler dilini acıtmıştı; yere tükürdü. İçinden; bu çocuk bu otu nasıl çiğniyor diye geçirdi. Hem de Maraş otu gibi çiğniyor. Mehmet kendi kendine güldü. Güldü ama tedirgin olmaya başlamıştı. Yusuf’dan ses seda yoktu. Merak edip uzandığı siperden yavaşça ayağa kalkıp birkaç adım atmıştı ki ;
“ Tak ! Tak ! Tırraak !” diye silah sesleri duydu.
Mehmet’in içinde bir şey “Cıız !” etti. Ne olduğunu tahmin etmişti; karanlık boşluğa doğru silahın tetiğine bastı. Gecenin karanlığında silah sesleri dağın yamaçlarında yankılanıp geri dönüyordu. Mehmet ikinci şarjörü takıp ileri fırladı. Bir taraftan zikzak çizerek koşuyor diğer yandan ateş ediyordu. O sıra ayağında bir sıcaklık hissetti; Memed aldırmadı ; arkadaşı Yusuf onbaşı’yı görmüştü. Buz üstünde kayan bir patenci gibi sağ ayağını çeke çeke ona doğru gidiyor ve tepeden üstlerine gelen ışıklara doğru ateş ediyordu. Memet, güç bela arkadaşı Yusuf onbaşı’nın yanına vardı. Yusuf yerde hareketsiz yatıyor, silahı ise elindeydi.
Mehmet o sıra arkadan gelen silah seslerini duydu; takviye çabuk gelmişti fakat arkadaşı Yusuf iyi görünmüyordu. Mehmet bir yandan yerdeki arkadaşını korumak istiyor diğer yandan tepeye doğru ateş etmeye devam ediyordu.
…
Bir süre sonra silahlar sustu. Koyu gri bulutlar açılır gibi oldu; karanlık gökyüzü’n de birkaç yıldız göründü. Mehmet, Yusuf onbaşı’ya sarıldı;
“Gardaşım !” diye bağırdı “Seni vurdular ! ”
Yusuf onbaşı nefes almak istiyor ama sol göğsünün altındaki bir acı buna meydan vermiyordu. Çünkü Yusuf boğazından ve göğsünden vurulmuştu. Yattığı yerden güçlükle arkadaşı Memet’in ellerinden tuttu.
“Vu vu vuruldum !” diyebildi “Namussuzlar pusuda beni bekliirmiş !”
Mehmet şaşkın bir halde telaş içindeydi. Bundan önce bir olaya rast gelmişti ama o çatışma değil mayınlı pusuydu. Bir okulun duvarının önü kazılıp mayın konmuştu. Askeri araç geçer iken patlatılmış Allah’dan o zaman ölüm olmamış iki asker arkadaşı ayağından şarapnel parçalarıyla yaralanmıştı.
Oysa şimdi en sevdiği arkadaşı can vermek üzereydi.
Mehmet, kendi yaralı ayağını bile unutmuştu. Yusuf’a;
“Sen konuşma !” dedi. Sonra da cebinden bir mendil çıkarıp Yusuf onbaşı’nın kan akan boynuna sardı.
Yusuf;
“Ölirem ! Biliyom ölirem gardaş !” diye tekrarladı. “Anama öldüğümü söylemeyin ! Garibin gözleri zaten kurudu, görmez, bir de kalbi kurursa !!! “
“Gardaşım yaşayacaksıın !” diye bağırdı Memet “Sıhhiye şimdi gelir !”
“Gelse de kar etmez gari. Ölürsem beni buraya gömün”
“O nasıl söz gardaşım ! Öyle şey olur mu ? Seni…”
“ Memed, bana yalan söyleme. Sen de biliyon ki yaram derindir. Bana söz ver; anama gideceksin !. Ona de ki; ben geldim. Oğlun Yusuf geldi ! Sesimiz çok benziir ; anam seni ben sanır, sarılır, koklar. Cebinde kekik götürmeyi unutma ! Tenin kekik kokarsa hiç şüphesi kalmaz. Anamın yüreği söğüt dibinde kaynayan pınar gibidir; ne kadar içersem iç doymazsın. Memed söz mü ? Anama gidecen değil mi ?”
Mehmet, Yusuf’un gözlerine baktı; Ay ışığının altında feri bitmekte olduğunu gördü. Asker kepini çıkarıp yere vurdu.
“Gideceğim “ dedi. “Söz, gideceğim amma sen yaşayacaksın ! Birlikte arkadaşın Nihat’ın yanına gideceğiz. Diyeceğiz ki; Nihat biz geldik ! Sonra kendi aramızda maç yapacağız ! Birkaç çalım; Oh be ! Kral Nihat yerlerde ! Nihat bir tepsi baklava alacak. Boğaza nazır bir tepede güle oynaya yiyeceğiz ! “
Nevşehirli asker Mehmet arkadaşının yanında konuşurken ağlıyordu.
“Belli mi olur, Nihat seni takıma bile aldırır. Güzel futbol oynuyon.. Beşiktaş senden iyisini mi bulacak ? Olmadı cimbom’a gidersin. Senin adamı ters tarafa yatıran çalımın var ya ! Lan oğlum sen en kral futbolcusun !”
Yusuf onbaşı zor konuşuyordu. Sesi derinlerden gelir gibiydi;
“ Memed kardeşim ! Kendini de beni de kandırma; bilirim birazdan öleceğim !”
“Yaşayacaksın !” dedi başka bir ses “Gurban sen yaşayacaksın !”
Bunu söyleyen Çorumlu çavuştu. Takviye birliğin içinde o da vardı.
Yusuf onbaşı, baş ucunda Çorumlu çavuşu görünce başını topraktan kaldırır gibi yaptı.
“Çavuş “ dedi “Maç kaç kaç ?”
Çavuş bir an Yusuf’un ne demek istediğini anlamadı. Anladığında ise göz yaşları içinde bağırdı;
“ Maçı aldık oğlum ! Hem de iki bir biz kazandık !”
Yusuf onbaşı’nın yüzünde bir gülümseme belirdi; bir yıldız gözlerinde parlayıp söndü.
“Golleer ?” dedi.
“Golleri Nihat attı ! Senin arkadaşın attı ! “
Bunu duyan Yusuf onbaşı başını usulca toprağa koydu ve;
“Memed “dedi “İddiayı kaybettin. Gplleri Nihat atmış !” Yusuf bir an durdu; nefesi boğazında tıkanır gibiydi. Son bir gayret sarf ederek;
“Helal olsun çocuklar ! “ dedi “Yusuf size gurban olsun ! “ dedikten sonra gözleri usulca kapandı ve bir daha açılmadı.
Çorumlu çavuş ise Yusuf onbaşı’nın kendine gelsin diye yakasından tutmuş hıçkırıklar içinde bağırıyordu. Sesi gecenin bir yarısı karanlığı yırtıyordu.
“Maçı aldık oğlum ! Maçı iki bir biz aldık ! Şimdi ölme zamanı değil ! Şimdi sevinç zamanı ! Hadi kalk aslanım ! Nihat’ın yanına gideceğiz ! Diyeceğiz ki; Nihat biz geldik ! Çocukları sevinçten sokağa döktünüz ya, size helal olsun diyeceğiz ! Hadi aslanım kalk ! “
…
Ne yazık ki Yusuf onbaşı gayrı başka dünyadaydı. Ne arkadaşı Nevşehirli Memet’i, ne de Çorumlu çavuşun hıçkırıklarını duyuyordu. Ay, koyu bulutlardan sıyrılmış, şavkı Yusuf onbaşı’nın yüzüne yansıyordu.
Yusuf’un yüzünde belli belirsiz ince bir tebessüm vardı; maçı kazanmanın zafer tebessümü.
.
Gerçek ise farklıydı; Türkiye o gece maçı iki bir kaybetmişti.. Çorumlu çavuş şehid Yusuf’a bilerek yalan söylemişti.
…
Yıldızlar ardı sıra bir bir çıktılar. Bir yıldız şavkıyarak askerlerin bulunduğu tepeye doğru kaydı. Diğer bir yıldız ona nisbet yaparcasına ardısıra sağdı. Tüm yıldızlar bir bir Yusuf onbaşı’nın şehit olduğu tepeye sağdılar. Yıldızlar ince ve uzun beyaz bir renk oluşturdular. Sanki birini içlerine almak ister gibi o tepede dolanıp duruyorlardı. Bir süre sonra aradıklarını bulmuş olmalılar ki tüm yıldızlar hep birlikte tekrar göğe yükseldiler.
Doğa eski haline bürünür iken Ay’ın rengi solmuş, yıldızlara hüzünle bakıyordu.
Her yürekte bir sevda yatar. Hikayemizde o sevdalardan birini anlatacağız..Ne kadar gerçek tam olarak bilmesekde bize düşen yaşanmış her sevdaya saygı duymak gerek diye düşünüyorum.
İşte Nar da gizli kalmış o unutulmaz deli dolu aşk hikayes;
…
Yıllar önceydi; Nar da ortaokul olmadığı için Halil Can Nevşehirde orta üçe gidiyordu. Yaşı küçük olsada uzaktan gören onu yakışıklı, boylu poslu bir delikanlı sanırdı. Genç Halil Can bir taraftan derslerine çalışırken diğer yandan o zamanlar küçük bir yer olan Nevşehirde simit fırınlarının önünde avare avare dolaşır ve cebinde şayet parası varsa bir simit alır Nar’ın toprak yolundan yürüyerek eve gelirdi.
Bir gün Halil Can okul çıkışı simit fırınının önünden geçerken çok acıktığını hissetti. Elleriyle ceplerini yokladı; kahretsin ! Cebi bomboştu. Oysa canı öyle çok simit çekmişti ki..Para alacağı bir tanıdık var mı diye etrafına baktı; kimse yoktu. O sıra fırının yan tarafındaki taş binanın penceresinde saksıları sulayan kendi yaşlarında bir kız gördü. Kızın gözleri bahar mevsimlerinde açan menekşe rengiydi. Halil Can heyecanlandı; ne yaptığını bilmeden kıza baka kalmıştı. Kız ise ona gülümserken başındaki saçlarını kapatan beyaz tülbenti beni iyi gör dercesine yana çekti. Halil Can’nın aklı başından gitmişti. O an kumral saçlı, menekşe rengi gözlü kıza aşık oldu. O gün eve nasıl gittiğini bile bilemedi. Küçük kalbi güm güm vuruyor, vücudunu ateşler basıyordu.
…
Ertesi gün, daha ertesi menekşe rengi gözlü kız Halil Can’ın okuldan çıkmasını bekler gibi aynı saatte pencere kenarındaki çiçekleri suluyordu. Her iki genç içinde aşk bacayı sarmıştı..Bir gün kızın annesi bu durumun farkına varmış olmalı ki menekşe gözlü kız bir hafta, on gün kadar pencerede görünmedi. Halil Can için hayat durmuş gibiydi. Geceleri bile Nar’dan yürüyerek kızın penceresi altına geliyor fakat perde bir türlü açılmıyordu.
Halil Can tam umudunu kaybetmişti ki ayakları önüne bir taş düştüğünü gördü. Taşa bir kağıt sarılmıştı. Halil Can kağıdı elleri titreyerek açtı. Yazılanları okuduğunda ise yüzü bembeyaz olmuştu. Kağıtta menekşe gözlü kız şöyle diyordu;
“Annem birbirimizi sevdiğimizi gördü. Bana her şeyi yasakladı. Birkaç gün sonra beni Niğde’ye halamın yanına gönderecek. Adres Kayaardı… bilmem nere…Seni seviyorum”
Halil Can’ın başından aşağı kaynar sular döküldü. Elindeki kağıdı hırsla sıktı sıktı.. Pencereye baktı; tül perde hafiften kımıldasada sevdiği görünmüyordu. Bir süre daha fırın yanında bekledi; akşam olmak üzereydi, ne gelen vardı ne giden, Halil Can tarifsiz hüzünler içinde Nar yolunu tuttu.
…
Menekşe gözlü kızın dediği doğru çıkmıştı; birkaç gün içinde annesi onu Niğde’ye götürmüştü..Halil Can okul biter bitmez bir yerden dolmuş parası bulup Niğde’ye gitti. Kızın yazdığı adresi bulmuştu ama evleri bir bağ içinde ve iki azgın köpek vardı..Tüm hevesi kursağında kaldı, onunla görüşemeden geri döndü.
…
Aradan altı, yedi ay geçti; Halil Can Nar’dan salatalık toplamış Niğde’ye götürmüştü..Bu sefer menekşe gözlüsünü görmeye kararlıydı. Bağ evinin karşısındaki tepeye gidip oturdu. Bir süre sonra kız halası ile kapıda göründü. Pazara gidiyor olmalılar ki ellerinde Pazar çantası vardı. Halil Can hala ve kızı takip etti. Pazar yerinde bir punduna getirip kızın eline dokundu. Kız ürkerek elini çekti ve usulca
“Beni nişanladılar “ dedi.
Halil Can dona kaldı. Pazarın tam ortasında canlı bir heykel gibi duruyordu. Tüm hayalleri birden silindi. Sevdiği, uğruna canını bile vereceği menekşe gözlüsü elden gidiyordu. Kendini çabuk toparladı; kızın yanına bir daha vardı. Kızın gözlerindeki korkuyu görünce durumu anladı.. Salatalıkları Pazar yerinde bırakıp Nar’a döndü.
…
Narlı Halil Can yaşam direncini ve içinde büyüttüğü sevdasını hiç bırakmadı; sınavda başarı gösterip polis oldu.. Fakat hayatın cilvesi devam ediyordu; polis olduğu yerde amiri yani komiser sevdiği kızın kocasıydı..Tesadüfün ancak böylesi olabilirdi. Halil Can'ın başından aşağı kaynar su döküldü. Ve hiç düşünmeden emniyet müdürünün yanına varıp rozetini çıkarıp masaya koydu;
"Müdürüö" dedi "Ben polislikten istifa ediyorum"
Müdür;
"Etme !" Yapma ! Bu işten daha iyisini bulamazsın !" desede Halil Can kafaya koymuştu, istifa edecekti ve öyle de yaptı. Çok sevdiği mesleği bırakıp tekrar Nar'a döndü.
...
Aradan yıllar geçti; Halil Can o menekşe gözlü kızı hiçbir zaman unutmadı. Evlilik çağı gelmiş ama evlenmiyordu. Çünkü evleneceği kızın gözleri sevdiğine benzesin istiyordu. Bir gün sevdiğinin gözlerine benzeyen menekşe gözlü bir kız buldu ve onunla evlendi. Ondan güzel çocukları oldu..Aradan yine yıllar geçti. Halil Can bir gün o sevdiği kızın hastalanıp öldüğünü ve kızının Niğde Ziraat Bankası’nda çalıştığını duydu. Gençlik heyecanı yüreğine güm güm vuruyordu. Kız acaba annesine benziyor mu ? diye düşündü. Merakını yenemedi ve bir gün otobüse atladığı gibi Niğde'ye gitti.
Halil Can bankaya girip tanıdık bir sima aradı. Gişedeki genç kızı görünce sıcak bir şey kalbine doğru aktı.
“Aman Allah’ım ! Annesine ne çok benziyor “ diye söylenip gişeye yanaştı
“Beyefendi buyurun !” dedi kız.
“Pa pa para yatıracaktım da !”
Genç kız menekşe gözlerini ilk defa gördüğü bu yabancıya dikip;
“ Tabi, olur. Hani para ?”
Halil Can telaş içinde ceplerini karıştırdı. En sonunda bulmuş olmalı ki bir tomar parayı elleri titreyerek kıza uzatı.
“Kaç para ?”
“….!!!”
“Beyefendi beni duymadınız ! Kaç para dedim ?”
“Bi bi bilmiyom. Siz sayarsınız”
Genç kız gülümseyip kendisine uzatılan parayı saymaya başladı.
Halil Can ise kızı süzüyor, annesine ne kadar benzediğini bulmaya çalışıyordu. Benzerlik hoşuna gitmiş olmalı ki gülümsedi. Sırtından büyük bir yük kalkmışçasına rahatladı. Çünkü bu kızın gözleri gençlik yıllarında gönlünü kaptırdığı menekşe gözlü annesine öyle çok benziyordu ki..
İşlemler bitince bankadan hüzünle çıktı. Nevşehir arabasını bekledi. Bir süre sonra araba gelince bindi ve son defa bankanın bulunduğu yere baktı;
“Eyvallah sevdiğim kadının çocuğu !” dedi “Bir daha seni görür veya göremem, bana eyvallah !”
İçi buruk bir vaziyette Nevşehir'e döndü.
Halil Can'ın bir kızı dünyaya gelmişti. . Ve adını bir zamanlar gençlik yıllarında sevdiği kızın adını koydu.
Ol hikaye budur.
…
Bize düşen mi ? O güzel insanları rahmetle analım ve onlara yakışan şiire dokunalım;
...
Mona Roza siyah güller ak güller
Gülcenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aah ! Senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller.
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona anla ben öteliyim
Açma pencereni perdeleri çek !
……………..Sezai KARAKOÇ
…
Kaynak : Meral Tuzköylü Aykutalp
Nevşehir - Halil Can'ın Taskobirlik'den mesai arkadaşı.
Habibe kadın hasta yatağında yatan küçük kızının kanı çekilmiş solgun yüzüne baktı; içinde yanardağdan henüz çıkmış kızgın bir lav dolaştı. Ciğeri yanıyordu; kızı her zaman ki soruyu sormuştu. Ona her seferinde “ Evet, tabi ki var kızım” der sonra diğer sorulara yanıt vermeye çalışırdı. Kızının adı Cennet idi. Cennet kız cenneti çok seviyor olmalı ki “Cennet” lafını duyunca gözleri ışıl ışıl yanardı. Babasını işten attıklarından bu yana kuruşa muhtaç bir hayat yaşıyorlardı. Bir de kızının kanser hastası olması onları tamamen yıkmıştı. Doktorların söylediğine göre kızı Cennet’in kısa bir ömrü kalmıştı. Son görüşmelerinde ise doktor Salih şöyle demişti;
“ Bacım Allah’dan umut kesilmez fakat kanser her yana yayılmış maalesef” demiş sonra susmuştu. O günden sonra Cennet kızın yanında onun hastalığı hakkında kocası Hilmi ile bir daha hiç konuşmadılar. Nasıl konuşsunlar ki elleri, ayakları, gözleri ve ciğerleri yanıyordu. Kocası Hilmi belki bir iş bulurum umuduyla bugün yine evden dışarı çıkmıştı. Komşuların verdiği birkaç parça ekmek naylon poşette öylece duruyordu. Cennet kız bişey yemiyor, içmiyor, o yemedikçe kendileride yemiyordu. Nasıl yesinler ağızlarına aldıkları her lokma boğazlarında taş gibi takılıp kalıyordu.
Cennet kız her zamanki sorularını annesine tekrar yöneltti;
“ Cennet de bal olur mu anne ?”
Habibe kadın kızına bakıp zorla gülümsedi;
“Olmaz mı heç !! Hemi de kovan kovan bal olur”
“Kaymak ?”
“ Oooo, istediğin kadar”
“Cennet de Pambişler de olur mu ?”
Kızının çok sevdiği kedisi Pambiş geçen yıl ölmüştü.
“Aah bir görsen kızım ! Bir görsen; oradaki Pambişleri öyle çok seversin ki “ dedi
Bu lafı duyunca Cennet kızın feri yitik gözleri canlanır gibi oldu;
“Ne güzel !” dedi “Cennete gidince hepsiyle arkadaş olur, oynarım”
“Oynarsın “ dedi Habibe kadın. Sesi boğazından zor çıkmıştı. Kızgın bir demir dilini yakar gibi oldu; gözlerine hücum eden baraj kapaklarını sıkı sıkı kapadı.
Bunu fark eden Cennet kız ;
“Anne, niçin dişlerini sıkıp dudaklarını ısırıyorsun ki ? Ben yakında zaten cennete gideceğim. sevinmelisin. Hani babam ve sen derdin ya cennet çok güzel bir yer diye.. Hem babamın orada işi de olur, kimseye muhtaç olmayız.. Kimse orada iftira atmaz, babam , sen, ben ve Pambiş mutlu bir hayat yaşarız..Yaşarız değil mi anne ?”
Habibe kadın gözlerini zorlayan baraj kapakları açıldı; iki kızgın lav yanaklarına doğru aktı;
“Evet yavrum !” dedi “Orada mutlu bir hayat yaşayacağız”
Cennet kız küçük elini annesinin yanaklarına uzatıp akan yaşı sildi.
“Anne, ne olur göz yaşlarını benden gizleme..Bazı geceler babamla konuşurken ağladığınızı duyuyorum. Benim için çok üzüldüğünüzü söylüyorsunuz. Ne olur üzülmeyin. Hani cennete giden çocuklar melek olur derdin ya ! Ben melek olacağım değil mi anne ?”
“Evet, hem de kanatlı melek !”
“Ah, ne güzel ! Kelebekler gibi uçarım ! Çiçekten çiçeğe, gülden güle ! O zaman sen hiç ağlamazsın; ardımsıra bakar kah kahalarla gülersin.” derin bir nefes aldı. Cennet kızın nefesi boğazından zor çıkmıştı.Birkaç kez kesik kesik öksürdü ve devam etti;
“Anne, ben gülmeyi unuttum, şimdi öyle çok özledim ki “
Habibe kadın hıçkırıklar içinde kaldı. Gözlerinden akan yaş elindeki mendili sırılsıklam yapmıştı. Kızına bir şey diyecekti ki kapı açıldı; kocası Hilmi elinde küçük bir market poşetiyle içeri girdi.
“Babaaa !” dedi Cennet kız. “Yoksa iş mi buldun ?”
Hilmi bey karısının ıslak gözlerine baktı; durumu anlayınca;
“Evet gelincik” dedi. Hilmi bey kızına oldum olası gelincik derdi. “ Bir inşaatda gece bekçiliği yapacağım. “
“Aah ne güzel ! Baba en sonunda bir işin oldu.” deyip sevindi kızı. Sonra babasının elindeki poşeti görünce;
“Baba bana ne aldın ?”
“Bisküvi, en sevdiğin çikolatayı ve bir de Pambiş”
dedikten sonra tüylü oyuncak kediyi kızına uzattı.
“Kızım bu çok güzel ! Aha şu düğmeye bastığında kedi gibi miyavlıyor”
“Ah baba ! Dediğin gibi Pambiş de pek güzelmiş. Çok teşekkür ederim. Baba paran var mıydı ?”
Hilmi bey yutkundu.
“Şey !” dedi “Hani marketci Memed abin vardı ya, hah işte ondan aldım”
“Çok güzelmiş.”dedikten sonra annesine dönüp;
“Anne, ben cennete Pambiş ile gitmek istiyorum”
Habibe kadın kızına sımsıcak sarılır iken;
“Yavrum “ dedi “Sen nasıl istiyorsan öyle olsun !”
Cennet kız annesinin bu lafı üzerine kucağındaki oyuncak Pambiş’e gerçeğine sarılır gibi sarıldı.
…
O gece Cennet kızdan hiç ses seda çıkmadı. Başka zaman olsa ağrılarından uyuyamazdı. Aile “Her halde sevinçten uyuya kaldı” diye düşündü. Sabah olup oda kapısını açtıklarında Cennet kız cennete gitmiş bir halde cansız yatıyordu. Kucağında ise babasının aldığı oyuncak Pambiş’i vardı. Annesi Habibe;
“Yavruuum !” diye üstüne kapandı. “Yavrum gitmiş !”
…
Acı haber tez duyulur derler; haberi duyan eve gelmeye başladı.
Biraz sonra iki polis geldi. Polisler kapı önünde bekleyen kalabalığı görünce bir anlam veremedi.
“Hilmi Eken’in evi burası mı ?”dedi bir polis.
Kapı önünde başı önde, yıkılmış bir vaziyette oturan Hilmi bey ayağa kalkıp;
“Veli” dedi “Buradan hemen gidelim. O namussuz marketçiye söyleyeceklerim var”
“
Sevgili dostlar çok zor günlerden geçiyoruz. Bu bir kısa hikaye fakat kimi zaman gerçeğine şahit oluyoruz. Kainatı Yaradan ülkemizin ve çocuklarının yardımcısı olsun !
O güzel insanlara şu kadarcık ince bir dil olabildiysek ne mutlu bize..
Hafta sonları uykunun ve dinlenmenin günleri olsa da bu sabah ezanından sonra beni uyku tutmadı. Günün planlamasını kafamdan yaparken birden ruhumu içimden hiç de eksik olmayan memleket hasreti sardı. Kulağıma sabah namazını kılmış, sobanın kovasını değiştiren anneannemin elinden gelen hassasiyetle, biz uyanmayalım diye takırtı yapmadan değiştirdiği soba kovasının sesi geldi. Ardından havalandırılmış odada soğuğu hissederek yorganın içine kaçtığım o keyifli titremem geldi. Ardından huzur veren bir gümbürtüyle sobadan dil çıkaran yalazın, alacakaranlıkta tavana vuruşunun verdiği ve içimde mutluluk uyandıran huzurla yeniden uykuya dalışım..
Uyanırken anne ve babamın sessizce başımızda bizim uyanmamızı bekledikleri cümle odasında onları ve dedemi görünce hafiften şımarık bir mutluluğun tüm benliğimi sardığı an.
Annemle anneannemin hazırladıkları koca koca kesilmiş ve üzerine tuzu sonradan atılmış patatesi de içeren o caaanım kahvaltı.
Kahvaltıdan sonra adeta onların da torunları olduğum gibi bir duyguyla karşı komşumuz Bıyıkoğullarına günlük rutin olarak yaptığım nezaket ziyareti. Bu ziyaretten en çok aklımda kalan ve hiç unutamadığım Besime Nene’min ( Nur içinde yatsın—Adını andıklarımın hepsi nur içinde yatsınlar.) Sabah erkenden sobanın üzerine koyduğu içinde kurutulmuş kaburgayla pişen ve tüm odayı kokusunun sardığı yemek. Büyük bir görüş açısı olan pencerelerinden damlardan ve çatılardan sarkan buzları, dizboyu olan karı, şimdilerde çok da hasret kaldığımız manzaraları izleyip, Besime Nene’min elinde patik örerken torunu Mehmet’e söylediği maniler..
“Işıl ışılım, alım yeşilim, dalga dağıtanım, ciğer soğutanım, malım mülküm, samur kürküm, altınım burmam , anam babam, bi dene Memmed’im.”
Eve döndüğümde, evin yumuş uşağı olarak her gün orta mahalleye gitmek zorunda olduğum giderken de ayaklarımın kara her basmasıyla duyduğum gıcırtıdan ve varsa gördüğüm her buzu kırdığımda işittiğim çatırtıdan aldığım zevkle geçen kısa yolculuğum. Şimdilerde pek de kolay yapamadığımız en güzel kış sporu işte. Her gün orta mahalleye git gel..
Derken eve döndüğümde kış kuruları ile yapılmış anneannemin muhteşem yemeklerine ve güzel turşularına hiçbir hastalık ve kilo alma endişesi olmadan ailece yumuluşumuz.
Çocuğum işte.. Sadece yiyip içip geziyorum. Yemekten sonra bulaşık yıkama derdim yok temizlik derdim yok. Yemekten sonraki keyfim, dedemin dizine yatıp onun saçlarımı okşaması ve beni sevmesi.
Sobalı bir evde kış günü odadan dışarı çıkıp,soğuktan titremenin zevki ne büyükmüş de bilememişim.
Hafta sonuna temizlenmiş ve sıcacık, kaloriferli bir evde girsem de mazideki doğal yaşamımın keyfine ermek ne mümkün.
İçimden özlemini bir türlü atamadığım Çocukluğumdaki hayatım mıydı yoksa çocukluk hayatımı dolduran büyüklerim miydi? Bence önce büyüklerimiz sonra da kaybettiğimiz değerlerimiz.. Ama hep söyledigim bir şey var:
” Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler.”
Tüm ifadeler:
90Sen, Ali İhsan Sarıhan, İlknur Gevrek Emmiler ve 87 diğer kişi
Burnu sümüklü bir çocuk hem koşuyor, hem de elinde ki saman sarısı rengi zarfı düşürmemek için sıkıca tutuyordu. Çocuk pervazları çürümüş Zazaların ahşap kapının önüne gelince durdu;derin bir soluk aldı ve kapı tokmağını hızlı hızlı vurmaya başladı;
“Emine ablaaa ! Benim ben, Memed ! Kapıyı aç hele ! ”
Emine gelin kayadan oyma damın önündeki toprağı temizliyordu. Sesi duymuştu ama sanki oralı değilmiş gibi süpürmeye devam etti.Emine gelin burnu karnında hamileydi.
Her hamile kadın gibi son günlerde iyice duygusallaşmış, her şeyi ters anlar olmuştu. İçinden bir ses bu çığrtkan çocuğun iyi bir haber getirmediğini söylüyordu. Yan tarafda ahır önündeki tezekleri kürekle çeken kocasına seslendi;
“Derviş ağa biri çağırır; Get hele bi bah !”
Kocası Derviş boyu ufak tefek olmasına rağmen iş canlısıydı. Evde iş yapmadan durmazdı. Genç Derviş elindeki boklu küreği duvara yaslarken karısına ters ters baktı.fakat bir şey demeden kapıya yöneldi.
Kapının tahta gorasını hızlıca çekti; karşısında soluk soluğa kalmış komşu çocuğu Memed’ı görünce
“Ne var ula ?” dedi “Ne böğürüp duruyon ?”
Çocuk elindeki sarı zarfı Derviş’in ayak ucuna atıp kaçtı.
O an Derviş’in yüzü sarı zarf gibi oldu. Çünkü sarı zarf demek savaş demekti. Seferberlik demekti.Çocuğun attığı zarfı alıp usulca açtı.Osmanlıca pek iyi bilmesede zarfta yazılanları okuyabilmişti. Harp ilan edilmiş ve kendisinin Niğde karargahına teslim olması emrediliyordu. Kapıda öylece kala kaldı. Ta ki karısı Emine’nin sesi gelinceye kadar
“Yav adam, oraya kapı tokmağı gibi ne yaslanırsın ! Kimmiş o ?”
Derviş karısına tam cevap verecekti ki Emine onun elinde ki zarfı görünce olduğu yere çöküverdi.
“Vay anaaam ! “ dedi “Derviş’im seni mi çağırırlar ?”
Derviş karısına ancak ,
“He ,beni çağırırlar “ diyebildi. O da kapının önüne çöküp yamalı cebinden bir tabaka tütün çıkarıp sarmaya başladı..
Çocuk gittikten sonra derin bir sessizlik hakim olmuştu. Hani sinek uçsa kanat sesi duyulur derle ya işte öylesine.. Bu sessizliği Emine gelin bozdu. Emine gelin kocasından daha cesur olmalı ki şişkin karnını tutarak ayağa dikiliverdi;
“Derviş’im” dedi “Garnımda çocuğun var. Kaderde varsa birlikte büyütürüz..Ola ki yoksa Allah yardımcım olur. Dönersen ne ala ! Dönmezsen çocuğuma baban şehid oldu der, sarılıp sarılıp ağlarım“
Derviş karısına bakıp gülümsedi. Genç Derviş gülümsediğinde yüzü çocuk yüzü gibi oluyordu. Ayağa usulca kalkıp karısının yanına vardı. Elleriyle onun oyalı yemenisinden taşan üzüm siyahı saçlarını okşadı.
“Emine’m” dedi “ Alnımda ki yazgıyı silemeyiz !. Vatan bana muhtaçsa gideceğim !”
Zazaların Derviş elindeki sarma tütünden derin bir nefes çektikten sonra,
“Döneceğim Emine’m ! İçimden bir ses döneceksin diyor. Mutlaka döneceğim !Beni bekle emi !”
Sarıldılar; İki yürek birbirine öyle sarıldı ki dağ olsa ortadan yarılır, nehir olsa yatağında taşardı.Onlarınki işte böyle bir sevgiydi.
...
Ve gidiş o gidiş; Zazanın genç Derviş evden çıktı. Niğde karargahına güç bela vardı ve oradan cepheye sevk edildi. Çanakkale ve Yemen cephesinde savaştığını biliyoruz.. Osmanlı askeri Yemen de iki cephede birden savaşıyordu; Bir tarafta isyancı YAHYA ve diğer tarafta Basra’dan gelen İngilizler..
Yemen de Osmanlı askeri perişan bir haldeydi. Ekmek, su, erzak yoktu. Düşmanla savaşacak ellerinde silah bile çok azdı..Ayaklarındaki kundura, çarık lime lime olmuş patlamıştı. Yaralı ayaklar çölde kangren oluyor, donanım eksikliği ve hastalıktan asker kırılıyordu. Bu şartlar altında Zazanın Derviş yılmadı, mücadele etti..Ve birgün bir çarpışma sonrası İngilizlere esir düştü.
İngilizler esir Türk esirlerini kendi sömürgeleri Arakan’a götürdüler. O esirlerin içinde Zazalar’ın Derviş'de vardı.
Derviş onbaşı Arakan da yıllarca esir hayatı yaşadı. Yanındaki arkadaşların çoğu koleradan, vebadan öldü.Kendiside hastalandı ama ölmedi. Bir gün bir İngiliz hemşire yanına geldi. Ona içmesi için bir şurup verdi.Fakat nedense İngiliz hemşire diğer hastalardan ziyade genç ve yakışıklı bu Osmanlı askeriyle daha çok ilgileniyordu.Hemşire bir gün;
“Osman !” diye ona seslendi
Derviş, bu gevur gızının ne demek istediğini anlamamıştı
“Ben “ dedi “Ben Derviş !”
Hemşire gülümsedi. Çat pat Türkçesi ile;
“ Ha ha hayır ! Sen Osman !” deyince bu sefer Derviş gülümsedi
“Anladım. Ben Osman ! Tamam !” dedi
O günden sonra sarı saçlı İngiliz kızı Derviş ile daha çok ilgileniyor ve ona cilveler yapıyordu.Bu ilgi İngiliz subaylarını kıskandırsa da kız oralı bile olmuyordu. Kızın adı Almira idi. Gönüllü hemşireydii. Gönüllü olduğu için subaylar ona fazla ses çıkaramıyordu.
Almira, Derviş iyileştikten sonra bile onunla ilgileniyor, ona yiyecek temin ediyordu.
Almira bir gün ona şöyle dedi;
“Osman, ben seni seviyor !”
Zazaların Derviş bunu zaten tahmin etmişti.Kıza ne diyeceğini şaşırdı. Nar da ki güzel karısı Emine hiç aklından çıkmamıştı. En zor anlarında bile Emine aklından hiç çıkmamıştı. Derviş karısına deli gibi aşıktı. İngiliz hemşirenin yeşil gözleri çok güzeldi belki, endamıda güzeldi fakat Emine onun için başkaydı. Derviş’in kırmızı yanakları iyice kızardı. Hemşireye ne diyecekti ? Düşündü ve doğruyu söylemekte karar kıldı;
“Almira” dedi “Ben evliyim !”
Almira sarı lüle saçlarını parmaklarıyla çekiştirdi. İnce dudaklarını ısırdı. Belli ki bu cevaba üzülmüştü. Zorla gülümsedi
“Sen evlisin ?”
“Evet” dedi Derviş onbaşı."Ben karımı seviyor !"
Almira ayakta öylece put gibi duruyordu. Derviş’e ne bir şey söylüyor, ne de bir hareket yapıyordu. Yeşil gözlerinin kirpik altları ıslandı; iki damla yaş yanaklarına aktı. Derviş’e hiçbir şey söylemeden döndü ve gitti.
O günden sonra güzel hemşire Almira’yı kimse görmedi. Birkaç gün sonra bir İngiliz subayı esir Derviş onbaşı’nın yanına gelip usulca
“Almira Basra’ya gitti “dedi.
Közlenen bir aşk olgunluğa ermeden bitmişti.Derviş onbaşı teneke kaplamalı esir koğuşundan dışarı çıkıp Almira’nın kendisine getirdiği uzun sigarayı yakıp derince çekti..”Kader !” diye söylendi.”Alın yazım böyleymiş !”
Gözleri Anadolu toprağına baktı; bomboş bir gökyüzü'nden başka hiçbir şey görünmüyordu. Vatandan ayrılalı kaç yıl olmuş unutmuştu. On beş yılı geçmiştir diye düşündü. Dile kolay en az on beş yıl. Gelen haberlere bakılırsa Mustafa Kemal orduyu toplamış karşı taaruza geçmişti. Anadolu Kurtuluş Savaşı veriyordu. Ya kendisi gibi esir olanlar ? Elleri kolları bağlı hiçbir şey yapamıyorlardı. Gözleri nemlendi; Ne zaman duygulansa gözleri nemlenir çocuk gibi ağlardı. Şimdi de öyle olmuş, ağlıyordu.
“Aah Almira !” diye söylendi “Keşke sevmeseydin “
Derviş onbaşı yırtık çarıklarını sürüye sürüye koğuşa girerken kendi kendine söylendi,
“Ah ulan Derviş ! Vatan mahzun, sen mahzun !”
...
…..
Aradan bir kış daha geçti. Zazaların Derviş güzel Almira’yı unutmuştu unutmasına ama bazen aklına gelince bir “Aaah !” çekmeden edemiyordu. Yine bir gün esir kampında ki çalışma alanına giderken bir İngiliz askeri ona bir mektup uzattı. Mektup Osmanlıca yazılmıştı. Bu mektup ona Almira’nın bir arkadaşından geliyor ve şöyle diyordu,
“Derviş Osman, Almira maalesef koleradan öldü. Ölmeden önce sana bir mektup yazmamı ve onun seni çok sevdiğini iletmemi istedi…”
Derviş mektubu okuyamadı..Toprağa gözlerinden birkaç damla yaş düştü.. Yaşlar çoğaldı sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Kaderde yaşanacaklar varsa yaşayacağız !”
O gün çalışma kampında ki işleri bitmiş koğuşa dönmüşlerdi. Derviş kederler içindeydi. O sıra bir esir arkadaşının sevinçle bağırdığını duydu;
“Bizimkiler savaşı kazanmış ! Cumhuriyet ilan etmişler ! Yakında esir değişimi yapacaklarmış !”
Zazaların Derviş bu sefer sevinçten hüngür hüngür ağlıyordu.
.....
…
O gün Anadolu da kavurucu yaz sıcağı vardı. Kara bulutlar sıyrılmış Güneş olanca haşmetiyle kendini göstermişti. Bir zamanlar kendine ağlayan topraklarda şarkılar söyleniyor, ozanlar saz çalıp türküler söylüyordu.
Dağ yamaçlarında yeşil çimenlerde kuzular oynaşırken çobanlar uzun kanatlı kuşlara el sallayıp sevdiklerine selamlar gönderiyordu.Güzel Anadolu toprakları Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle sanki bambaşka bir dünyaya girmiş gibiydi.Anaların gözyaşı dinmiş, çocukların baba hasreti bitmişti. Cephelerde şehit olanlar ve geri dönmeyenler hiçbir zaman unutulmamış, anma törenleri düzenlenmişti.Doğa yeniden yaratılmışçasına çok güzeldi.
Aynı durum Niğde’ye bağlı Nar Köyü’n de vardı. Kaya kertiklerine tutunmuş güvercinler bir birine sokulmuş sohbet eder gibi telaşlı başlarını sağa sola çeviriyor, ötüyor ve neşeli bir şekilde kanat çırpıyorlardı. Pal bir güvercin olacakları bilircesine havalanıp taklalar atmaya başladı. Bir diğeri, bir diğeri daha..Pal güvercinlerin hepsi havalanıp taklalar atıyor bir sermoni gösterisi yapıyorlardı.
Ahşap kapısı kırık kayadan oyma evin duvarında uzun kuyruklu bir kertenkele at böceğini yakalamak için pusuya yatmış bekliyordu. At böceği pusudan habersiz taş duvarın aralığından çıkmış kertenkeleye doğru yavaş yavaş yaklaşıyordu. Kertenkele avının yaklaştığını görünce heyecanla başını kaldırdı; tam böçceği çevik bir hareketle yakalayacakdı ki kapının tokmağı “Güm güm !” vuruldu. Kertenkele korkuyla kaçtı.
“ Gııız Emine ! Ben geldim !”
“…..!”
“Gıızz duymadın mı ? Ben geldim ! Derviş’in geldi !”
Evin kaya odasının kapısının gıcırtıyla açıldığı duyuldu. Kadın sesi
“Sen de kimsin ?” dedi
“Benim ben ! Derviş’in”
“Derviş öldü ! Seni tanımıyom !”
“Gıız, aç şu kapıyıda gör !”
Ayak sesleri yaklaştı ve kapı usulca aralandı; ve yaşmaklı bir bayanın başı göründü. Kadının kapıyı açmasıyla kapaması bir oldu;İçerden
“Sen Derviş değilsin !” dedi telaşla
Derviş onbaşı şaşırdı..Başından aşağı buz gibi bir suyun döküldüğünü hissetti. Biricik aşkı, sevdiği hasretiyle yandıüıi kadın onu tanımamıştı.İçinden bir La havle çekti;. Tekrar kapının tokmağını vurup bağırdı
“Gıız benim ! Derviş !”
“Senin Derviş olduğuna inanmıyom ! Şayet sen Derviş isen Bekirlerin İbraam Ağa’yı bul, o desin nanayım. Yohsa şimdi benim oğlan gelir gafanı taşla gırar !”
Derviş onbaşı kapıda öylece kalmıştı..Karısı Emine’nin huyunu bilirdi; Kapıda beklemek nafile diye düşündü ve geri dönüp hızlı adımlarla Bekirlerin evine doğru yürüdü..
Bekirlerin İbrahim kapının önünde tavuklara çürük buğday taneleri atıyordu. Derviş onbaşı’ya göz ucuyla şöyle bir baktı; umursamadı
“Selamınaleyküm !”dedi Derviş
“Aleykümselam !”
Bekirlerin İbrahim bu gelen yabancıyla hiç ilgilenmiyor, tavuklara yem atmaya devam ediyordu
“Yav İbraam, sen de mi beni tanımadın ?”
Bekirlerin İbrahim başını kaldırıp kendisine selam verene dikkatlice baktı baktı; bu minyon tipli, elma yanaklı simayı bir yerlerden tanır gibi oldu ama çıkaramadı. Ters bir laf söyleyecekti ki aklına bir şey gelmiş olacak ki ayağa fırladı;
“Olamaz !” diye bağırdı.Sonra,
“Derviş sensin ha ? Vay gardaşım ! Evine Hoş geldin !”
İki dost hasretle kucaklaştı. Konuşacakları çok şey vardı fakat şu an bunun zamanı değildi.Gazi Derviş kısaca durumu anlatınca İbrahim
“Emine valla doğru yapmış “ dedi “Ben bile seni zor tanıdım ! “
Sonra Gazi Derviş’in koluna girdi
“Gel hele gel !” dedi “Emine’ye beraber gidelim “
Biraz önceki kapıya geldiklerinde Bekirlerin İbrahim Ağa bağırdı
“Emine geliiin ! Aç kapıyı ! Bah sana kimi getirdim “
Emine gelin zaten kapının ardından hiç ayrılmamıştı. Yüreği güm güm atıyor, inanmak istiyor ama inanamıyordu. Çünkü seferberlikte gönderdiği Derviş’i bu Derviş değildi.Fakat Bekirlerin İbrahim Ağa’nın sesini duyunca inanmaya başlamıştı. Kapıyı usulca açtı. Utangaç gözlerle Derviş’e dikkatlice baktı. Evet onu cıldır cıldır yanan gözlerinden tanıdı
“Derviş’im sen ha ? diyebildi.Tam bayılıp yere düşecek iken Derviş onu kolundan tuttu. O an genç bir delikanlı yanlarında bitiverdi. İbrahim Ağa’ya bu da kim ? dercesine ters ters kızgınca baktı
İbrahim Ağa ona fırsat vermeden
“Mıstafa” dedi “Mıstafa bu senin Derviş baban ! O giderken sen anayın garnındaydın !”
.....
…
Hikayemiz bitti mi ? Hayır.
O gün havada bulut yoktu..Yemen’e giden geri gelmişti.
Acılar bir nebzede olsa dinmiş Gazi Derviş Anadolu topraklarındaydı ,
En sevdiği memleketndeydi. Birde karısı Emine’yi çok severdi..Birde cigarayı..
Zazaların Derviş’in yüreği sevgi doluydu;Tıpkı Anadolu toprağı gibi.
Anadolu da gayrı acı türküler yakılmıyordu. Giden gelmez derlerdi ama o gelmişti işte..
Zazaların Gazi Derviş 16 – 17 yıl sonra sevdiği kadına aşkına kavuşmuştu.
Biz çocuklar mı ? Onu; bu güleryüzlü sevimli ihtiyarı yaşlılığında tanıdık.
“Derviş Ağa savaşı bize biraz anlat derdik; O ağlardı.
O ağladıkça biz gülerdik. Hal bu ki her savaş insanı ağlatırdı, biz çocuklar bilmezdik.gülerdik..
Biz çocuklar güldükçe Gazi Derviş ağlardı.
Ol hikaye budur.
.....
…
KAYNAK; Halim GÜL ve Reşat YAZGAN’a Teşekkürlerimizle.
Fadime ana saate umarsızca baktı; saat beşe geliyordu. Biraz önce ikindi namazını zorla da olsa kılmıştı. Bacakları titriyor, yorgun vücudunu taşıyamıyordu artık. Hal bu ki daha iki yıl öncesine kadar her işini kendi yapar, sabah namazlarını güneş çıkmadan eda ederdi. Şimdi ise vücut yorgunluğu ona ağır uykular getiriyordu. Kayın pederinin o henüz taze bir gelin iken aldığı sedirdeki halının yıpranmış, kıvrık uçlarını düzeltti. Ahşap pencere kenarındaki hasır yastığı kendine doğru çekip bel verdi. Fasime kadının feri gidik yaşlı gözleri dış kapıdaydı.Elindeki yüz birlik tespiği hırsla çekerken söylendi;
“Aaah ! Ah !” dedi “Belli ki Muradım bu bayramda gelmeyecek. Beni unuttu gitti. O gelin yok mu o gelin, o türemiyesice herifin gızı ! Hep onun yüzünden. Yohsa Muradım heç gelmez mi ? Gapı açılıverse, anam ben geldim dese, aah ah ne iyi olurdu ! “
Sol yanındaki ağrı son günlerde iyiden iyiye artmıştı. Derisi buruşuklar içişndeki elini sol yanına koydu; kalp atışları çok yavaşlamıştı. Ölümden korkmuyordu ama ya oğlu Murat ve torunlarını görmeden ölürse ? Kaç aydır açmadığı duvardaki cazgır radyoya düşmanına bakar gibi baktı.
“Hee” dedi “Bu evde hep sen gonuştun. Sesini nasılda gıstım. Neymiş, uçah yapacahlarmış. Uzaya füze miymiş neymiş onu göndereceklermiş.Sonacığıma fabrikalar guracahlarmış, hepsi yalan ! Dünyanın çocuhlarını alıp gelip türkü mürkü sölettireceklermiş. Amaaan sen de ! Benim torunlarım gelmedikten sonra neyime..Gonuş ! Gonuş ! Gayrı yeter ! Bu odada ben gonuşurum, annadın mı ? Heç durmadan yalan gonuşursan ben de seni böle gapadırım ! “
Fadime kadın duvardaki radyo ile çekişmeyi bırakıp dış kapıya tekrar baktı; serçe kuşları kapının üstündeki kuru üzüm çubuklarının üstünde cıvıldaşıp duruyorlardı. Horanta dediğin böyle olur diye düşündü. Gamsız kedersiz nasılda cıvıldaşıyorlar.
“Aaah ah ! Hep o gelinin başının altından çıhıyor, yohsa Muradım bu guşlar gibi cıvıldaşır goşar gelirdi. Kasabada başka gız yohmuş gibi gedip kulaksızın Amedin guru değnek gibi gızını aldık. Aaah gafam ah ! Eee suç bende mi ? Heç suç ben de olur mu ? Oğlu Murat illa bu gızı alacam diye tutturdu. Şimdikiler laf mı anlar; annamaz; neymiş, gönlünü gaptırmış.. Tüü ! Murat diye boyun bosun devrilsin emi !”
Fadime kadın dış kapıya bir daha baktı; ne gelen vardı, ne de giden. Söylediklerini kendisinden başka duyan olmamıştı. Elindeki tespihi minderin üstüne atıp kalkmak istedi; böğrüne bıçak saplanır gibi oldu; tekrar yerine oturdu.
“Amanııın gomşular, bana bi haller oldu !” diye yüksek sesle söylendi.” Şimdi ben needicem ?”
Etrafına bakınıp odanın içinde birşeyler aradı, gözleri aradığını bulamadı. Gözleri eskisi gibi görmüyor, kulakları ise çok zor duyuyordu. Bastonu oda kapısının dışında bıraktığı aklına geldi.
“Aaah yaşlılıh ah ! Bastonu dışarıda ne diye bırahırsın ki ?”
Fadime kadın yerinden ahlaya puflaya zorla kalktı. BHenüz bir adım atmıştı ki yere yığıldı. Yerdeki eski kilimin üstünde yavaş yavaş oda kapısına doğru sürünmeye başladı. Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez ama kapıyı güç bela açmıştı. Aha işte, baston orada duruyordu. Elini bastona doğru tam uzatmıştı ki sıcak bir elin elinden tuttuğunu hissetti. Bu sıcak el sanki tanıdığı bir el idi. Fadime kadın başını kaldırıp elin sahibine baktı;
“Muradııım !” diye sevinçle haykırdı. “Muradım sen geldin ha ?”
“Geldim anam ! “dedi Murat bey
"Torunlarımıda getirdin mi ?"
"Getirdim"
"O gül yüzlü gelinimi ?
"Onuda getirdim !"
Fadime kadın birden dinçlendiğini hissetti; ayaklarında ve böründeki ağrılar gitmiş, gözleri cam gibi açılmıştı. Oğluna hasretle sarılır iken;
“Muradım !” diyordu “Muradım, ne iyi ettinde geldin yavrııım ! Çocuklaıda, gelini de pek çoh özlemiştim !”
Sonra derin bir nefes aldı.
“Gayrı ölsemde gam yemem ! Sizi gördüm ya Muradım ! Çakır gözlüm sizden Allah razı olsun ! Aaah ne eyi ettinizde geldiniz ! “
…
Sonrası mı ?
Sonrası tahmin ettiğiniz gibi; içten bir gülüş ve mutlu bir gülümseme..
Sevgili dostlar bayramı hikayesiz geçmek istemedim.
En güzel bayramlar güzeli düşleyen yüreklerde karanfiller gibi açsın ! O güzel insanları asla yalnız bırakmayın.
Selâm; çocukluğum şimdi yıkılıp tarih olan resimdeki gibi bir evde geçti..Tahmini 1900'lerde yapılmış toprak damlı, "Taşevdi."
Kocaman tahta bir kapıdan içeri HAYAT'a girilirdi. Şimdi avlu diyorlar ya biz "HAYAT" dirdik. Cümle gapısından hayad'a girişle birlikte evdede hayat başlardı...
Nevşehir evleri genelde iki katlı olurdu. Bizim evin ilk girişinde solda Ahır, yanında merdiven altı, soldan yukarı dar bir merdiven çıkardı, İç balkon kısmından odaların önünden geçilir, sağdan ikinci merdivenle inilirdi. Orda yer altında bir keler (kiler) vardı. Birinci ahırın üstünde "Ahırsekisi" derdik, ıscacık küçük bir oda, merdivenin yanında birde "Tandırevi" vardı...
Tandırevinin,1 büyük, 1 orta boy, 1'de küçük tandırı vardı. Biz ona "OCAK" dirdik. İçinde "Sacayağı" vardı, demirbaş eşya gibin ocağımızda dururdu. Firdevs babanne Aside, Dolaz yapacağı zaman himen tavayı sacayağına oturtur; ununu, yağını kavururdu. Tandırevimizin duvarında L şeklinde "Terek" vardı. İsli tencere ve tavalar "Sebilhane Bardağı" gibin tereğimizde dizili dururdu.
Tandırevimizin tam karşısında 2.ahır vardı. Dedemden yadigar devasa Kıbrıs eşeğimiz vardı, oraya bağlanırdı. Bu ahır içerden çekme katlıydı, tahta merdivenle çıkılır, orda saman balyaları sıralı, istifli, kitap gibi dururdu...
Yanında içinde havuz bulunan şirahne derdik, "Şırahane" vardı. Güz gelip, bağlar bozulunca, küfe küfe üzümler gelir, burda sarı çizme giymiş halam tarafından çiğnenirdi. Ezilen üzüm suyu dışarı çötlen borusuyla akar, boğlumdaki kovada birikir, tülbentten süzülür, Pekmez ilaanine toplanır, bekmez gaynatılırdı.
Üst kata merdivenden çıkılınca, iç balkondan "ARALIK" dediğimiz orta salona girilirdi; sağda ve soldaki iki kapı, biri bizim odamıza, diğeri baannenin odasına açılırdı.
Taşevimizin salonunun bu şekli; ermeni ustaların karnıyarık ev stili dediği; tek kapıdan aralık dediğimiz salona girilince sağlı, sollu iki veya dört kapıdan oluşan o kapilardan da odalara geçiş yapılan kullanışlı iç mekana sahip salon şekliydi.
Odaların kapı arkasında kapaklı gizli hamamlık olurdu. (Şimdinin Maaile Banyosu)...
Onun yanında "Yüklük" vardı. Yüklüğümüz; yatak, yorgan, halı, kilim evin bütün yükünü içine alırdı...
Baş taraftada altlı, üstlü bir dolabımız vardi.
Üst kısımda çamaşır, üst, baş bohçalarımız dururdu, alt kısımda ise günlük kullanımlık eşyalarımız olurdu.
Dışarıda merdivenden çıkılınca iç balkonun solunda ise;
"Odadan bozma bir Mutfak,
"Köşede bir likitgaz 3'lü Ocak,
"Yanında tabaklar dizili bir Terek,
"Ters köşede ise tekli bir rafta kap-gacak dururdu.
Ayrıca Erişte, kesme makarna, gırcı makarna ve kuru bakliyat, turşu, pekmez gibi gışlıkların konduğu "KAYIDODASI" vardı...
Bu evde, Huzur vardı, Bereket vardı, Muhabbet vardı.
Akşam olunca ilkönce perdeler çekilirdi, "PERDE" evin "EDEB"iydi, gizlerdi, herşeyi..
Eskiler;
Evceğizim, evceğizim,
Sen bilirsin, halceğizim derlerdi.
Akşam; çat kapı 3..5 komşu gelirdi, her komşunun en az 2 çocuğu olurdu. Her kapıdan girene ayağa kalkılır, hoşlukla karşılanırdı. Dinilirdiki; gelen baştır, ayağa kalkan mıçtır..
Nohut oda, bakla sofa evimizde, iki somyamız vardı. Büyükler orda otururdu, bizler yerde halının üstüne dizilirdik. Kestaneler çizılir, sobanın üstüne dizilir, pişmesi beklenir, afiyetle yenirdi. Ardından elma, kış armudu gibi meyveler soyulur, kuru üzüm, fıstık, leblebi, çeteneli kavurga yerken ...
Annelerimiz bir varmış, bir yokmuş diye bi masal anlatmaya başlarlar, laf lafı açar misali, masal masala bağlanır, saatler su gibi akar, geçerdi..
"Eskiden; Evlerimiz "DAR"
"Gönüllerimiz "GENİŞ"ti.
"Şimdi ise evlerimiz genişledi,
"Gönüllerimiz darlaştı..
Randevusuz kimseye gidemez olduk, iki lafın belini kıramaz olduk.
Misafir gelecek diye 3 gün önceden evler temizlenir, paklanır oldu.
Kek, pasta, börek 5 çeşit yapılır oldu. Çayın yanında petibör bisküvi, lokum unutulur oldu. Sohbet, muhabbet nerde herkesin elinde bir telefon fırsat buldukça online oldu.
"Göz olur, nazar olur" denmedi; yediği, içtiği "SELFİ" çekilip, cümle, aleme gösteriş oldu.
Nereden nereye geldik, eski komşuluklar, Dostluklar hayal oldu.
Selâm; Yazıma bir türkü sözüyle başladım.Yine bir anlatım, yine anılar, yine Nevşehir Hamam Kültürü. Bakalım gönülden ne gelecek, dil ne söyleyecek, kalem ne yazacak. Yazanın değil, yazdıranın (RABBİM) hikmetiyle..Bismillah.
Çocukluğumda; Bir Hamam, birde Sinema Kültürümüz vardı. Her hafta Sinemaya, ayda birde muhakkak Hamama gidilirdi. Annelerimizin çok lüksü yoktu şimdiki gibi Altın ayrı, Dolar ayrı, Euro ayrı günü nerdee... Gariplerin gün yapacak parası bile yoktu.
Eşlere boyun bükülür, binbir cilve, naz ile haftada bir Sinema parası, ayda birde Hamam parası istenirdi.
Bazı beyler, çok masraflısın çokk hatun der, hem parayı virir hemide sohranırlardı. Hatunlarımızda az deeeldi. napaah adam, bi hamamadamı gitmiyek, yunmayahmı, çoluk çocuk bitlenecekmi der, savunmaya geçerlerdi. Bazı beylerde hiç itiraz etmez, parayı kuzu kuzu verirlerdi. Annem bu yönde şanslıydı; babam genelde iş nedeniyle, İstanbul'a gittiği için hem zaman, hemde para yönünde heççç sıkıntı çekmezdi...
Bizim evde Hamama ayda bir kez ama illaki sabah gidilirdi. Annem; önce temiz kıyafetlerimizi bohçalar, başka bir çantayada Hamam havlusu, Baş havlusu, Peşkir, Kese, Lif, tarak, Hacı Şakir sabunumuzu ve Hamam taslarımızı koyar. Taslarımızı dedim bah çünkü annemin böyük, benimde güccük birer hamam tasımız vardı. Hepsini hazır eder, bir çantayada, Zeytinyağlı yaprak sarması, Elma, Portakal biraz da ekmek guyar, nevalemizi hazırlar, yola çıhardık...
Nereyemi tabiki Kurşunlu Camiimizin ordaki tarihi, Kubbeli bizim hamamımıza. Neredemi hemen tarif edeyim..
Biz Karasoku mahallesinde otururduk; evimizden çıkınca dibimizdeki tol komşumuz babamın emmioğlu sucu Aliaaanın ve yanındaki amcayın Hüseynanın evide geçince, Tavukçu camimiz vardı, ordan yukarı doğru döner. Eminayın evinin önündeki soku taşının yanından, bakkal Esataaanın köşeye varınca sola döner, bayır aşağı vurur, kasaplar çarşısını boylar, orda biraz soluklanırdıh.
Kolaymı annemde iki yüklü çanta var. At yokk, araba yokk, tabanvayla koştura koştura giderdik...
Anam tekrar çantaları yüklenir, yola koyulurduk. Sağda taş binalı karakolumuz vardı; gri üniformalı, yuvarlak şapkalı bir polis abi kapıda dururdu..
Karşısında Palamut'larin evi vardı, orayı geçince Kurşunlu camiimiz görünürdü. Kurşunlu camiiye varmadan sola döner, bayıraşağı biraz inince hamama varırdın...Orasını Damat İbrahim Paşam yaptırmış, annem öyle dirdi. Biz gapıdan girerdik, kimsecikler olmazdı.
Anamla "Karga kahvaltısını etmeden" yola çıktığımız için hamam tenhaca olurdu. Öğleye doğru kalabalıklaşırdı. Dış kapıdan girince, küçük bir avlu vardı, orayı geçince geniş bir salona girilirdi, tam ortada yuvarlak şimdilerde "Şadırvan" deniyor, üstünden su akan süs havuzu gibi birşey vardı..
Sağda ve solda iki oda bulunurdu. Yüksekçe yerde bir teyze otururdu, annem ona parayı verir birde kese için; marka dediği bakır 10 krş büyüklüğünde plastik yuvarlak alırdı. Soldaki odayı hep biz alırdık, eşyalarımızı guyar koyar,peştamallarımızı sarınır. Anam ayağına ordan tahta nalın giyerdi, biz "Nalik" derdik . Parantez bacaklarıyla tek tek yürümeye çalışırdı, ben çok gülerdim. Çünkü, çok komik olurdu...
Ortada siyah iç çamaşırlarıyla gezen iri yarı çalışan bayanlar vardı; Aklım çıkar, tırsardım. Bunlara "NATIR" denirmiş, Erkekler hamamında çalışanlara ise ise "TELLAK" denirmiş. Annemin hep kese yaptırdığı "Nazik" isminde Natırı vardı, hatunun maşallahı vardı.
Yüzünde kocaman bir ben, hem enine, hemide boyuna babayiğit bir hatundu. İlk ondan duymuştum.
Ellerini, beline koymuş; Hanım hanım babasınıda getirseydin bariii deyişini. Dönüp baktığımda kadının yanındaki ufak, tefek, tıfıl, tırsak erkek çocuğunaydı garezi... Annesi zar zor izin alır, çocuğu içeri sohar, çocuk cıbıl hatunları görünce korkudan "Kirpi" gibi iyice büzülür, gücçüldükce gücçülür anası apar topar, yur, yıkar. Dışarı çıkarır, soyunma odasında giydirir, köşe minderi gibi oturtur.
Elinede bir dürüm tutuşturur, sakın kıpraşma, epmeğini ye, sesini çıkarma diye de sıkılar (tembihler), koşarak yunmaya giderdi...
Gelelim; bize hamamın iç kapısından, soğukluk denen bölüme girerdik, ordanda ufak bir tahta kapıydı, hamama girerdik. İçerisi müthiş sıcak olurdu, dört köşede, dört bölme vardı, aralarda tam ortada kurna olan kısımlar vardı. Anam sağdaki ilk bölmenin demirine havlusunu asar, orayı behlerdi.(işaretlemek). Bölme oda gibiydi köşesinde tek kurna; biri sıcaksu, diğeri soğuksu iki çeşmesi vardı. Önce saçımı, başımı yıkardı, ben gücücük tasımla ıscak ıscak su dökünmeyi çok severdim. Anam ise soğukluğa geçer, kese yaptırırken ben de hem su dökünür hemide "Göbektaşı'ndaki" hatunlara bakardım. Şen şakrak konuşmaları çok ilgimi çekerdi...
"Hamam tası gümüşten,
Sabah geldim yeni işten,
Yaalellii, yaleeelli, dokumacı kızlar...Türküsü taaa o zamandan aklımda kalmış. Ellerindeki tasla tempo tutarak hem söyler, hem oynarlardı. Benimmi içim giderdi de, "Fasulye gibi nimetten" sayılmadığım için, anca alık, alık hayranlıkla seyrederdim....
Annem keselenmesi bitince bi koşu odamıza gider; Elinde ekmek, bi tabak dolma ve Elma, Portakal ile gelir, benide soğukluğa çıkarır, bir köşede oturur, garnımızı doyururduk.
Tekrar içeri girer, annem üçer kere lif atar, başımı da son birkez sabunlar, iyice durular, havluya sarar, bölmenin kenarında beni bekle der, oda liflenir, yunur yıkanır, dışarı çıkardık. Avluda oturma bankları vardı. "Kıyımsız" anam ne hayırsa paraya kıyar; orda kendine madensuyu, banada gazoz alırdı. Dolmaların üstünede gazoz içince dünyalar benim olurdu.
Hemen odamıza çıkar, önce beni giydirir, sonra kendi giyinir. Kirli çamaşırlarımızı, ıslak havlu, Lif, Kese, Sabun hepsini yükleniriz.
"Sıhhatler olsun, Güle güle kirlenin, yine bekleriz" uğurlamasıyle evin yolunu tutardık.
Eve gelince "Anayla kız, Çuvaldız ile biz" yani ikimiz Öğlen uykusuna bi yatardık. Hamam Sefamızı, Uyku Sefasıyla tamamlar. Anacığım üstünede bir keyif çayı demler, çayımızıda içerdik..Sefamız olsun. Değmeyin keyfimize..
Bugünde satırlarımın sonuna geldim. Kırk, elli yıllık bir hamam kültürünü anaadmaya, yazmaya çalıştım. Büyüklerimiz o yokluh günlerinde bile hem çalışmış, çabalamış hemide Sinema ve Hamam Sefalarından vazgeçmemişler.
Selâm, Sizleri yine geçmişe götürmek istiyorum. Sözlerime bu "Nevşehir Türküsü" ile başladım. Çünkü; Bulgur sokusu bizim mahlemize ismini verecek kadar çok önemliydi..
"KARASOKU" mahallesi ismini bu taştan almıştır. Meterise giderkene, Keklik'lerin evin altındaki çıkmaz sokağı geçince sağda bir daracık vardı. O daracık Karasoku Camisine çıkardı. Camii deyince içimde 'UKDE' kaldı, yazmadan geçemiyeceğim. O camiide bir CEMAL hoca vardı, bir kaçta kötü anım...
Ne diyeyim bilmemki; O Cemal hocanın bir kaç şamarınıda ben yemiştim. Sinirli, asabi bir adamdı. Bir yaz sûre öğrenmeye anam tarafından zoraki gönderildim.
O neydi o; içeriye giren çocuklar kıpkırmızı bir surat, alı al, moru mor yanaklarla çıkardı. Çocukların yanaklarında gülller açardı. Bir sureyi bir kerede ezberledin ezberledin, ezberliyemedin veya şaşırdın, fırıncı küreği gibi eliyle iki şamar çocukların kafaları önce sağa sonra sola dönerdi...
Ne hikmetse o iyi öğretiyor diyede anam illaki ona gönderirdi...
Anammı 1.55 boyunda ama bir o kadarıda yerin altında ufacık tefecik emme otoritermi otoriter bir hatuncukdu.
Camiye sıkıysa gitme, camiden "AL AL" eve gelincede, sokaklarda goşturacağına oturup ezberleseydinya, hocanın vurduğu yerde "GÜL" biter dirdi de.Banane, banane ben o gülü istemiyordum. Ben gücücüktüm, benim canım çok yanıyordu. Haceli hocama gurban olim bir kerem bile vurmadı.
O daracığı geçince yapısı siyah taştan 3 katlı bir ev vardı. Karşısında Kekliğin Mediha yenge otururdu. (Allah gani gani rahmet eylesin.) Benim iki halamında "Görümcesi" idi.
Onların evin karşısında, sokağın içinde tam karşıda pembe duvarlı bir ev vardı. Duvarında Çok güzel bi çeşme vardı. İsmini ve detayını "Nevzat Öndegelen" abimden sordum, öörendim.
O çeşmenin ismi "ÇEKİÇ ÇEŞME" imiş. Onun yanından devam edince Meteris'in Meydan fırınına giden yoluna çıkılırdı. Meteris ortadan iki yola ayrılırdı, alt yol "Karadeniz pastanesi ve eski Devlet hastanesine giderdi. Üst yolda Köşker Necip emmiyle, Leblebici Ali emminin dükkanı ile Meydan fırınına giderdi. Karşı çaprazında kuru baarsak (bağırsak) satan kemikkıranlar vardı. Neyse şincilik bu kadar yol tarifide yeter..
"Çekiç Çeşmenin" önünde garataş'tan böyük mü böyük bir "Soku" vardı. Büyüklerimiz, Karasokuya gittih, Bulgur döödük, geldih dirlerdi. Gururla yineliyeyim; Bizim mahallemizde ismini bu taştan almıştır.
Anlı Şanlı "KARASOKU MAHALLESI"...
Hatırladığım 2.Soku'da bizim evin yukarısında "Fişekçi" Camisine giderken, garaadirin iminaa dirlerdi, onun evinin önünde çok geniş bir boşluk vardı. İminaanın kendi kapısının önündede külüstürmü külüstür, gocaman bir gamyonu vardı. "İminaaanın Takası" dirlerdi, Peh Peh bütün haşmetiyle gapının önünde arzı endam eylerdi...
Gelelim "SOKU" taşına Siyah Cingi taştan tam daire şeklinde tahmini 70 cm yüksekliğinde, aşağısı külah misali yuvarlak toprağa gömülü olurdu. Bu şekilde oluşu; çalışan kadınlarada golaylıh sağlar, ayaklarını çarpmazlardı.
Bizim "Soku' da galiba 70cm idiki; ben önünde durunca kafam yuharda kalırdı içini görebilirdim.
İçi oyuk olduğu için o mahallenin çocuklarıyla oynarken; bazen hırkamızı, bebeğimizi, ipimizi içine saklardık. Oyunumuz bitince herkes eşyalarını alır giderdi. Yani bizim Yeddi eminimizdi, eşyalarımızı gorurdu bizim Soku taşımız. Biraz büyük çocuklar hoplar kenarına otururdu, ben güccük olduğum için ne kadar çıkmaya çalışsamda bir türlü çıkamazdım.
Yazın başlarında oyun alanımızdı emme harman sonu sıkıysa yaklaşş zopa ile kovalanırdık..
Çocuk aklı işte o zaman anlayamazdım emme büyüklerimiz haklıymış, bulgura taş toprak sıçrar veya tokmak kafamıza gelir diye bizi uzaklaştırırlarmış.
Sabahları fırına giderken orda bir telaş görürsem bilki bulgur dööülecek bende gider, karşı evin işşiğinde oturur beklerdim..
Önce hortumla "Soku taşımız" gözelce yıhanır, gurulanırdı. Islanan toprak çamur olmasın diyede biraz toprak döker çiğnerlerdi.
Beri yanda kaynamış buğday "Soku taşına" dökülür. Ha babam, De babam seri ve hızlı bir şekilde tokmakla dövülürdü. (Üst resimdeki gibi)
Bulguru tokmakladıkça, bulgur mest olur, sarardıkça sararır, mis gibi buğday kohardı. Aradada "Lenger" ile garıştırılır, altı üstüne getirilirdi.
Kadınlarımızın ağzı boş dururmu;
"Bulguru kaynatırlar,"
"Sohu'da yaylatırlar" diye bi başlarlar,
"Evlerinin önü bulgur sokusu,
"Yel estikçe gelir yarin kokusu" diye devam iderlerdi. Türküler, maniler gırla giderdi...
Dövülen buğday, bulgura dönünce "İtaa" dirdik, yaygılar serilir, üstüne bulgur yayılır. İtaanın köşeleride gıvrılmasın diye 4 taş ile behlenir, (sabitlenir) kuruması beklenirdi.
Akşam toplanır, sabah başka temiz ve kuru itaa'ya tekrar serilir. 3...5 günde kurutulur.
Kile'de dirler biz Urup derdik, "URUP" (ortasında tahta tutak yeri olan, düz silindir kova) Urup ile Çuval veya küçük Haşa'lara hem doldurulur, hemde urup hesabıyla hesaplanırdı, sonaada evlere taşınırdı.
Büyüklerimiz bu yılda Unumuzu çektirdik, Bulgurumuzu, Yarma'mızı dövdük, Kayıdodası'na guyduk dir, şükrederlerdi..
Onlar Şükretmiş, Bende Akıl Defterime kaydetmişim...
Selâm; bugün güccüklüğümde babamın hep âanaddığı Zenginlikmi disem, Şıdırgınlıkmı disem, ne disem bilemedim.!
"Eşeğinin dişlerini altın gaplatan"
Nevşeer'imin mozaik daşlarından birini daha yazıp, âanadıvireceğim.
Geldim seksen,
Gittim seksen;
Yasemin bi otursan,
Şu yazıyı da bi yazsan didiiim...
Sonracığıma; aldım elime kâadı, galemi, büktüm boynumu yaradanıma; beni mahcup etme ya "YARAB" dedim ve yazmaya başladım.
Ya ALLAH, ya BİSMİLLAH...
Öncelikle Bahriye Ruhiye, Rukiye ablalarıma ve Sabri, Şevket abilerime yazıma katkılarından dolayı sonsuz teşekkürler..
Başlık ilginizi çehti dimi, hah işte bende onu âanadıvireceğim. Çavuşoğullarından Eyüp efendaanı sizlere tanıtacağım. Bu zatı möhteremi anası "Kadir gecesimi" doğurmuş bilmem; çok nasipli ve kısmetli biriymiş. Rabbim "Yürü ya kulum" diirya, işte bu kulda yürümek ne kelime at başı koşturan şanslı bi kulmuş.
Niden dirseniz himen âanadıviriyim.
Eyüp Efendaa çok büyük bir tüccarmış.
Tuttuğu altın oluyor, ne işe el atsa köme köme altınlar, gayme gayme paralar gazanıyormuş.
Çavuşoğlu Eyüp Efendaa; öyle zenginmişki, sarı liraları odanın ortasına halı gibi serer, evin horantası şıkır şıkır üstünde gezermiş.
Hatta cezveye soğuk su goydurur, içine gavesini atar, deste deste mor binliklerle gavesini pişirir, sefam olsun, diyerek afiyetle içermiş..
Eyüp Efendaa hayatında hiç zarar etmemiş, "Tosyanın pirinci meşhurdur" bütün Türkiye bilir. Bi kerede ben zarar edeyim dimiş.
O devirde bir gamyon pirinç almış, Tosya'ya göndermiş, sudan ucuza satılsın bende zarar ideyim diye düşünmüş. Tosya'ki pirincin yetiştiği yer emme velakin gönderdiği 1 gamyon pirinç bırah zararı 3 katı fiyatla satılmış ve çoohh böyüh kâr elde edilmiş.
Ne dimişler;
"Gulun virdiği başa gahılır, Rabbimin virdiği daşar, döhülürmüşşş."...
Eyüp Efendaa; eski, püskü ve bol yamalıklı giysilerle dolaşırmış emme o her yamalık iki katlıymış, iç kısmı gizli cep olurmuş. Görünen dıştan yamalık, içteki cepte ise içi sarı lira ve rulo rulo mor binlikler istif istif dururmuş..
Gören "Fasulye gibi nimetten" saymasada, "Kırk İçlikli Memmet ağa" gibi; Eyüp Efendaa da "Şalvarbank" gibi gezermiş.
Hatta taaa Hatay'a gider sabun alır, sabun satar, ticaret yaparmış. Çok büyük tüccar didimya, bah dimedi dimeyin başta didiiim...
Niiysee konumuza dönelim.
Hatay'ın yeşil sabunları çok meşhurmuş, Hatay'ın bu yeşil ve doğal sabunları devasa kazanlarda yapılır ve satılırmış. Çavuşoğlu Eyüp Efendaa gittiği zaman, herkeş hizaya girer, saygıdan hazırolda dururmuş.
Bütün imalatçıları gezer, sabunları kazanlarıyla birlikte alır, (30 gazan şundan, 40 gazan öbüründen, 70 gazan berikinden dirken) 400...500 kazan sabunu gamyona yühletir, parasını da anında yamalıklı "Şalvarbanktan" sarı altın lira veya mor binlik olarak ödermiş. Yine Çavuşoğlu geldi, guruttu, gitti dirlermiş. Niden mi? Golay mı adamlar yeniden kazan alacak, düzen kuracak, sabun yapacak...
Gelgelelim Nevşeer'imin yokluk ve kıtlık yılları, kadınlarımızın garnını ve çocuklarını doyurmak için birer pindirli dürüme sabahtan âğşama gadar bağa ırgat gittiği zamanlarda; Çavuşoğlu sarı liralarla dircik atarmış.
Hani bir söz vardır. "Kasap kuyruk yağını bol bulunca mahrem yerlerine sürermişya,"
Bizim Çavuşoğlu Eyüp Efendaa da parayı çok bulunca eşeğinin dişlerine altın döhtürmüş.. Nasıl mı himen yazıvireyim...
Eyüp Efendaanın bir eşeği varmış, gel çekice git küreğe bu hayvancağız çalışırmış.
Yine birgün bütün evin horantasıyla bağa gittiklerinde eşeği biraz uzağa çalıya bağlamışlar. Onlar çalışırken dağdan bir kurt eskilerin deyimiyle "CANAVAR" iniyor, eşek önden kaçıyor, kurt arkadan kovalıyor, dirkeen kurt bu eşeği parçalayıp yiyor.
Ağşama doğru, bi bahıyorlar eşşek yok, her tarafa bahınıyorlar, eşşeğin boş palanı ile siftinmiş kemiklerini buluyorlar...
Eyüp Efendaan; üzülsede yine gidip iyi bir paraya yeni bir eşek alıyor. Bu eşekte eğitimli ve çok akıllı çıkıyor, geh deyince geliyor, çüşş deyince duruyor, çöhh deyince çöküyor, eşek her denileni anlıyor, sahibine itaat ediyor ve uysal haliyle yediği arpanın hakkını vererek eşşek gibi çalışıyor...
Bu eşeği öyle seviyorlar ki; o devirde de bizim Nevşeer'imizde dişçi Memmetaliaaa varmış. Herkeş ona gider, varsa çürük dişlerini kerpetenle çeker, elinden geldiğince gerekeni yaparmış. Bizim eşek akıllı ve çoh ta seviliyorya, alıp dişçi Memmetaliaaya götürüyorlar. İki kişi hayvanın ağzını ayırıp alt damak ile üst damak arasına kalın ağaç dalını dikine dayanak yapıp başını tutuyorlar. (Araba motoruna bakmak için kaput açılır, demir çubuk birşey konurya onun gibi) iki kişide dişciyi ezmesin, tepmesin diye eşeği zaptediyorlar.
Dişçi Memmetaliaaa beri yanda kapta altını eritiyor ve hayvanın alt dişlerine kaynar kaynar döküyor. Altın soğuyup sertleşince alt dişler komple altın kaplama oluyor. Eşek anırdıkça dişleri ışıl ışıl parlıyor. Hem yazdım, hem içim sızladı, hayvanın çektiği eziyet revamı, ceza mı? Diye..
Nevşeer'i alıyor bir şav, bizim altın dişli eşek herkeşin diline düşüyor, eşeğe göz koyan uyanıkta çoh. Eskiden at'ı eşeği olmayan öz'e, bağ'a, gitmek için gonu gonşudan "öndüç" eşek alır gider, öz, bağ işlerini görür, gelirdi. Uyanıklar Eyüp Efendaan gapısına geliyor; Eyüp ağam eşeği öncüt virsende bi koşu bağa gitseh gelseh diyorlar. Maksat iş görmek diiil, eşeği cebellezi yapıp, dişlerini söhmek.
Çavuşoğlu çoh akıllı eşeğini virirmi hiç, altın dişli eşeğine gözü gibi bahıp, muhaat oluyor.
Yine Çavuşoğlu ile şöyle bir hikaye anlatılır didi kimmi didi "Mustafa Zekeriya Efeoğlu" abim didi. Bende himen aldım, yazıma ehleyivirdim. Nemi didi onun anâadımıyla buyrun ohuyalım. Çarşıda bir köpek ölüsü vardır. Çavuşoğlu oradan geçen fakir bir hamala sana 2,5 lira vereyim. Şu köpek ölüsünü çarşının ortasından kaldır, dereye at dir. Hamal öökelenir, ben sana vireyimde sen at dir..
Çavuşoğlu hadii vir lan dir, sözüne boğulan, arına bunalan hamal 2,5 lirayı verir. Çavuşoğlu'da köpek ölüsünü dereye götürür, atar. Sonrada köpek ölüsünü attım diye Çavuşoğlu'luktan olmadım ya. Yine Çavuşoğlu'yum, yine Çavuşoğlu'yum diye böbürlenir. Buda hamala kappak olur...
Mustafa Zekeriya abim yüreğine, kalemine sağlık...
Çavuşoğlu Eyüp Efendaa 1900 yüzlü yıllarda yaşamış, göçmüş, gitmiş. O sahih dünyada, "Berzah" aleminde, biz ise yalan dünyadayız. Ben derlediğim, duyduğum, dinlediğim bilgileri yazıp âanadivirdim. Yazması benden, okuması sizden. Yinede rabbim gani gani rahmet eylesin...
Selâm; Besmele ile girdim söze, Eğri oturdum, doğru yazdım size; Un, su, tuz ile eyice karışsın,
Yuuka ekmek olsun, gelsin sizlere...
Küçüklüğümün "KAAT" ekmeği, ne severdim, seni bi bilsen, Dursun halam kuru yuukayı sular getirirdi bize. Annemde bi gözel itimiş pindirle, kolum gibi dürüm yapardı, virirdi elime; sokak kapımızın eşşiğine oturur, bir salkım banni beyaz üzümle birlikte afiyetle yerdim...
"YUFKA" ekmeğini Dursun Halam her yıl Güz'ün yapardı. 8...9 Testilik hamur karardı, testi deyip geçmeyin; bir testi tahmini 18 litre su alırmış, halamkızı didi. Halam bizi çok severdi, bizsiz içine hiç bişi ilimezdi; (sinmezdi) bizede haber ederdi.
Ekmek yapılacağı gün, Anamın gucağında 3 yaşındaki tohumluk koca bebe, yanında "Geçmez akçe" ben benim elimde bi gara geçi, bizim evden çıkardık yola, Saraç Memmet güccamın evinin yanındaki daracığa girer, Karasoku camii'nin yanından, Meydan fırınını teğet geçer, Sahil yolu, Ticaret lisesinin önü derken, otun çöpün içinden, bayırı çıkar. 350 evler, 1. yoldaki halamın evine varırdık. Geçiyi bağlardık bir kenara o otlanırken, biz biraz nefes alır, dinlenirdik.
Halam; hazırlıkları anama annadırken, bende pür dikkat dinlerdim..... Halam; birgün önceden bir kazana, desti hesabı ile ölçülü suyu ve kaya tuzunu bir tülbente 'Çıkı' yapar, içine atardı, tuz erisin, suya karışsın, tortusu kalsın diye. Sabahtan da ununu eler, eleğini asardı.. Öğleye doğru hamur azar azar, elbirliğiyle yoğrulmaya başlanır. Yoğrulan hamurlar peyderpey (parça parça) büyük itaaların arasına konur, gonugonşu çığrılır, çoluk çocuk, cümbür, cemaat bir gözel çiğnenir, hamur öze gelit yani kıvama getirilir ve yine gonşuların yardımıyla bezelenirdi. Beziler unlanarak ilâanlere dizilir, ertesi sabaha kadar dinlenmeye bırakılırdı. Bezeler dinlene dursun....
Halam; Osmanlı kadındı, "Görgülü kuşlar, gördüğünü işler" dirlerya. Halamda baba evindeki tandır gibi evinin bodrumuna Tandırevi yaptırmıştı. İşte bu tandırevi yuuka epmek yapmak için hazırlanır, önce yire büyükçe itaa serilir, oklavalar, ekmek tahtaları yerleştirilir, bişirgeç ise tandırın gıyında hazır edilirdi. Haa unutmadan yazayım; ekmek yapılırken dölek durmazsak bacaklarımıza çırpıştırılan oklavalarla hanyayı, konya'yı yani uslu oturmayı da öğrenirdik.
Her tahtanın yanına büyük kuşaneler içine uğralık unlar hazırlanır, pişen ekmekleri koymak içinde tertemiz sufra bezi serilirdi....
Gelelim Tandırımıza, tandırın tabanına büyük kütük ve halapa odun bırakılır, yakılacak çıbık, çıtırgı, odun talaşı hazır edilirdi. Külle'de temizlenir, tandır yakılmaya hazır olurdu. "KÜLLE" ne merak ettiniz dimi; himen diyivereyim. Tandırın dibinden, yüzeye doğru meyilli boru yerleştirilmiş hava boşluğudur. Tandır ateşinin hava alarak yanmasını sağlar.
Eskiden analarımızın; kızlarını yetiştirirken söylediği bir söz vardır. "EL KAPISI INSANI TANDIR'DAN SOKAR, KÜLLEDEN ÇIKARIR" diye. Her işi iyi öğrenki el gapısında zorluk çekme, geçimli ol dirlermiş. Ayrıca gışında kaynanaların para, altın sakladığı para kasasıymış bizim külle...
Tandırevi hazır olurda, yemeksiz olurmu, Dolmalar, Sarmalar yapılır, hoşaflar kaynatılır, Sütlaçlar pişer, kaselere dökülür, kelere (kiler) dizilir, meyvelerde hazır edilirdi.
Sabah ezanıyla ekmek yapacaklar ve pişirici gelir, erkenden işe koyulunur, keşşik usulü ekmek yapılırdı. "KEŞŞİK" nemi "İmece" usulü yardımlaşarak sırayla ekmek yapmaktı. Yuukalar açılmaya başlanır; 1..2 saat ekmek yapılır, beri yanda kahvaltı için; pindirli, kıymalı dürüm ile süzme yoğurtlu "IŞLEME" Çörekler yapılır, sıcakken tereyağıyla yağlanır, afiyetle yinirdi...
Kahvaltıdan sonra yuuka açmaya devam edilirdi. Tandır başında hem yuuka pişirip hemde kendide pişen pişirici ablamız; elindeki yuuka çevirdiği bişirgeci çeneleride elleri gibi işleyen hatunlara sallayarak; uğralı uğralı açmayın, dooru, dölek açın şunu diye sohranırdı...
Pişiricinin sohranmasıyle son gaz yuuka yapımına devam idilirdi. Anamsa getir, götür işlerine bakar, hiç boş durmaz, geride kalmaz, hiç oturmaz, koşturur dururdu. Öğlen olunca hazırlanan; sarmalar, dolmalar, sütlaçlar afiyetle yenirdi.
"Düriyemi aldatması golaymı ah golaymı.. diye bi başlanır, şarkılar, türküler ile bizim tandırevi ayrı bir şenlenirdi. Pişiricinin hadin garii avara galmayalım diye sohranmasıyle tekrar eller makine gibi işler yuukalar açılırdı. Aradada elma, armut dişlenir, hevenk üzümününde tadına bakılırdı...
Ekmeğin bitimine doğru yuuka ekmek iyice gevrek pişirilir, gözelce ufalanır; içine çitilmiş kuru suvanla, çölmek pindiri katılarak "ÖFELEMEÇ" yapılır, hoşaf ile mideye indirilirdi. Ekmek yapıldı, bitti sandınız dimi cıkss bitmedi.
Ekmek kokusu mahalleyi sardığı için gonugonşuyada "BAZLAMA" yapılır, evinde pindirli, pateyesli, kıymalı "İç avayni" hazırlayıp, gelen gonşular geri çevrilmez mis gibi çörekler yapılır, gönderilirdi. Artan bazlamalardan ekmek yapanlarada birer "Çıkın" yapılıp virilirdi
Yufka ekmek bitti, iş bitti sandınız dimi nirdee; bir tandır yarısı "KOR" olmuş "KÖZ" var, bu közden küçük tandıra birazı alınır, içine patates, pancar ve gabak gömülür, pişmesi behlenirdi. Bizim hatunlar çok maharetliydi, kimmi tabiki Anamla, Halam ellerinden uçan, kaçan kurtulamadığı için; tandırın üstüne temiz bir sac ters çevrilir. Önceden kesilen erişte ve kabak çekirdeğide gavrulurdu.
Yarım tandır köz olurda, bizimkiler dururmu hani bir söz vardır; "Kasap kuyruk yağını çok bulunca, her yerine sürermiş" bizde tandırda közü çok bulunca, buldumcuk olduk, Erişte, çeerdek, patates, pancar, gabak bile gömdük. "Tandır'da kabak, yede tadına bak" dirken Oda yitmedi çölmekte çeşit çeşit yemekler hazırladık, tandırın gıyına dizdik. Yemekleri pişirdik, 2..3 günlük yemekleri de hazır eyledik...
Pişen yufkalar kayıdevine taşınır, 1.5 metreye yakın yufka direkleri oluşurdu.
Büyük resimdeki gibi sıralı ekmek yığınlarına "DİREK" dinirdi. Yuukaların üzerinede "Sini" konurduki yüksekliği yerleşsin diye.2...3 gün uğraşılır, geceyarılarına kadar ekmek pişirilir, yaza kadarda afiyetle yenirdi..
Yeşil yapraklı "YONCA" misali Yuuka, Öfelemeç, Çörek ve Bazlama beti bereketiyle sofralarımızdan eksik olmaz, bizimde midelerimiz bayram ederdi...
Bugünde yazımın sonuna geldim, ölenlere rahmet, kalanlara selâmet diyorum..
Selâm; güccüklüğümde "Dolaz" ile ilk tanışmam Firdevs baanne sayesindedir. Babaanne; diyemediğim için baanneyi yuvarlamışım...
"TAT" gız olan bendeniz 3 yaşına gadar gonuşamayınca; dili açılsın diye, ağzında kilit çevrilen, paslı camii kilidinden bile su içirilen, bu garibin bildiği 3...5 kelimeden ibaretmiş. Bendenize ne su, ne kilit fayda etmemiş.
Vakti saati gelince 4 yaşında birden gonuşmaya başlamışım. Bana tat diyenlere de möhteşem bi kapah olmuş...
Rabbim; sonrasında "Söss Garii" dedirtecek bir çene ihsan eylemiştir... Neysem garii...
Firdevs baannem; Maşallah ayaklı gazete gibiydi, mahlede kimin gelini doğurduysa ilk o duyardı. Hemen eve gelirdi; bi Dolaz pişireyimde; Gelin lohusa sütü bol olsun, göğsüne süt dolsun diir geçerdi tandırevimize.
Tandırevimizde 3 tane tandır vardı, en köşede kallavi böyük tandır, tam önünde solda orta boy, sağda ise güçücük tandırımız vardı.
Güçcük tandır'ın adı "OCAK"tı. Üçgen davlumbaz şeklinde tavanda birleşen baca boşluğu, dama kadarda uzunca bir bacası vardı.
Firdevs baaanne; ocağa önce Sacayağını yerleştirir, sonra çalı, çırpı çıtırgı ile ocağı yahardı. Arada derede benide orda gıyıda duran çuvallardan birinin üstüne "MIH" gibi oturtur, işine goyulurdu.
Benmi hiç gıpraşmadan, cimbik cimbik baharak baanneyi seyrederdim.
Tandırevimizde "L" şeklinde birde terek vardı. Üstünde isli tencereler ile üzlük, ekecikler (güveç) sebilhane bardağı gibi tek sıra halinde dizili dururdu. Birde baannenin tandırevimizin duvarında asılı yuvarlak fırın tepsisi böyüklüğünde arkası isli, içi galaylı, bahır bir tavası vardı.
Tavayı sacayağına oturtur, bir kase sıvıyağ ile 2 kase un dökerdi, tahta kaşıkla evire çevire, sararana kadar unu gavururdu. Beri yandada 2..3 kaşık şeker ve yarım kase bekmezi su ile cıvıtır, kavrulan una cozz diye dökerdi.
Tavayı ateşe gösterip, çekerek ara sıra garıştırarak gıvamını aldırır. Güçcük bir tasa 2 kaşık gatar, elime virir, ben oturduğum yerde ıscak ıscak dolazımı gaşıklarken; baaannede pişen dolazı kertikli Bahır Sahana bastıra bastıra güzelce yassılar, üstünede kaşıkla şekil virerek son rütuşunu yapardı.
Baanne arada banada bilgi verir, Nevşeerimizde adettir!;
"Oğlan doğarsa "Dolaz"
"Gız doğarsa "Aside" pişirilir dir.
Hemen dimisini giyer, atkısını çeker, pişirdiği Dolazı sarar sarmalar, golunun altına alır, benimde elimden tutar, doğruca bebe görmeye giderdih.
Baanne gideceği yere hiç eli boş gitmezdi. Asker yohlaması olsun, Gelin görmesi olsun, Bebek yohlaması olsun; Çam sakızı, çoban armağanı; bazen Dolaz, bazen Aside pişirir, götürürdü. Rahmet canına....
Nevşeer'imizin tatlıları sadece Dolaz ile Aside sandınız dimi cıkss.
Dur onuda yazıvireyim. Karşıdağımız vardı, orda Dursun halamın evi vardı. Hatta Karşıdağin türküsü bilem vardı.
"KARŞIDAĞDA SIRA SIRA BADEMLER; "OTURSUN, AĞLASIN YARİ GİDENLER... diye
Gözelim karşıdağımızın her tarafını kazdılar, oydular, ev yaptılar, adınıda 350 evler goydular... niysem
350 evler, 1.yolda ise benim Dursun halam otururdu. Ne o bizi görmeden yapardı. Nede biz onsuz, muhakkak giderdik. Bizim Karasoku'daki taşevimizden çıhardık yola; anamın kucağında bir bebe, yanında ben, öbür yanında abim, elimizdede bir 'KEÇİ'...
Yol mu var; otun çöpün içinden geçe geçe varırdık halama. Keçiyi bağlardık bir kenara, keçi otlanırken, biz dinlenirken; Halam başlardı ne yapayım, ne yiyelim dimeye.
Bizde İşlemee, Çörekkkk diye bağrışırdık, gurban olimm Dursun halama hiç üşenmezdi, himen hamuru yoğurur, ocağın üstüne sacı guyar. Çölmek pindirli, gıymalı çöreğimizi yapardı.
Anamda sufra bezini serer, üstüne tahta Honça'yı guyar, tahta gaşıkları dizerdi. Sofranın bile bi edebi, bi adabı vardı. Hepimiz sessizce sufranın etrafına usulca dizilirdik. Çöreklerimizi afiyetle yer, Ağbulamacı da dibine kadar sıyırırdıh.
Anam tohumluk bebesini uyutur, bizde halamkızı Hayriye'yle oyuna dalardık.
Dursun halam bazen Bekmezli bulamaç, bazende Bekmezli helva yapar, köfte gibi sıkar, sahana dizerdi. Yemeye doyulmaz, kapanın elinde kalırdı. Canım halam çokta güzel yapardı.
Rahmet canına, Mekanın Cennet ola.
Nevşeer'imin tatlıları beşi bir yerde altın gibiydi.
Başı Dolaz çekerdi, Aside yanında, Ağbulamaç, Bekmezli bulamaç, sonda Bekmez helvası vardı. Yemelere doyulmazdı, canııım beşlim....Dirkene geldim, bugünde yazımın sonuna.
"GELİYOR DÜĞÜN ALAYI," "KAYNANALAR ÇEKSiN HALAYI." (1. Bölüm)
Selâm; Bugün hayırlı bir işe niyet aldım. Bakalım dil ne söyleyecek, kalem ne yazacak, sizler neler okuyacaksınız.
Evlilik diyelim söze girelim. Eski büyüklerimiz oğulları büyüdükçe hayırlısı ile iki ayağını dört edeydik, yuvanı bi guraydık diye telaşeye düşerlerdi.
Gız yetişirkende edep adap, aş iş ööretilir.
El gapısı var öğrende, bi gıyında dursun dinir "Yaptığın iş bizim için, öğrendiğin kendin için" diye de şiverlerdi.
Golaymı gız çocuğu biraz büyüyüp serpilince, evlilik çağının tesbiti için tahta sandalyeye oturtulacah birde ayakları yere basıyorsa "Yandı gülüm keten helva" misali evlenme çağına gelmiş olacaktı.
Nevşeer'de eskiden süper bir dünürcülük sistemi vardı. Gız olan evlerde zabah irkenden evin gızı galhar, dış gapının önünü önce bi sular, sonra çaĺı süpürgesi ile gözelce süpürürdü. Bilinirdiki o evde yetişkin gız var ve gelecek dünürlere gapı açık dimekti...
Erkek çocuklar ise askerden gelince anne, abla evde varsa babanneyi de bir telaşe alır.
Buda gapı önlerinden belli olur, gapı önü süprülmüş gızevinin gapısı çalınır.
Gız anası dünürcüleri içeri buyur eder, misafirler evin temiz, pak emme hep boş duran, eşyaları duvara, duvarı eşyalara bahan, modası geçsede, hiç eskimeyen kanepelerin olduğu evin çoh gıymatlı odasına alınır; gızımız en gözel elbiselerini giyer, misafirlerin ellerin öper, çıharken babaanne heç dururmu adettendir; tekrar görelim, iyice süzelim diye gızımızdan su isterdi.
Gız beğenildiyse bir kaç kere daha gelinir gidilirdi. O arada da gızın gısmetide bir açılır, pir açılır, dünürler gapıyı keser, yolgeçen hanı gibi, biri gider biri gelirdi.
Oğlan evi de geri durmaz, diller dökülür aile ikna edilmeye çalışılırdı. Bilhassa gelin eve alınacaksa;
Bu "BERABER OTURACAH
"GIZINIZINDA CANINA OKUYACAH"
anlamını daşırdı...
Gız evi araştırır soruşturur, gönülleri olursa himen haber gönderilir. Bir akşam erkeklerle gelinir, gayfeler pişer, fincanların altına bahşişler sıkıştılır, bu arada da damat izlenirdi.50...100 atarsa "Bonkör" 5...10 atarsa "Cimri" damat dinirdi.
O bahşişler gayfeyi taşıyan delikanlı ile gayfe pişiren gonşu arasında mutfahta fifti fifti gırışılırdı. (paylaşılır).
Ardından Allah'ın emri, peygamberin gavliyle babadan gız istenir, söz kesilir, dualar edilir, böyüklerin ellerinden öpülürdü.
Gaynata adı belli olsun diye zincir ucunda çerçeveli tam "ATA LİRA" takardı...
Ailenin vermeye gönlü olmazsa eğer gızımız güccük dir, kestirip atarlardı...
Gelelim nişana; sözden sonra ara uzamasın diye aile içi nişan yapılırdı. Goca bir gazanda gırmızı gıda boyası şekerli su ile garıştırılır. Pespembe bir nişan şerbeti yapılır, ince uzun nişan bardakları da sebilhane bardağı gibi tezgaha dizilir, hazır edilirdi.
Erkekler bir odada misafir edilir, yüksük tahılacağı zaman bir oda dolusu kadının içine damat getirilir, aile eşrafından birisi yüksükleri tahar. Sıra hoca efendiye gelir. Örf adetimizde "Gambersiz düğün olmaz" misali nişanlarımız hocasız olmaz, başköşede oturan hocamız duasını ohur, oda cemaatinin amin dilekleriyle, eller yüzlere sürülür, hayırlı bir işe başlangıç olurdu.
Bu arada gelin gızımıza da küpesi, saati, el görümlük 1..2 de bilezik takılır, eller öpülür, şerbetler içilir, (Şinciki gibi nişan pastası, meyvesuyu, colası, fantası nirde)...
Biraz oturlanır, muhabbetle misafirler uğurlanır, gönül hoşluğu ile evlere dönülürdü....
Nişandan sonra ise ara ara gidilir, gelinir, gelingızın hediyesi hiç eksik olmazdı.
Düğüne 1 ay kala bazarlık bozulurdu.
Gelingız ve Damatevi geldigi zaman, Alışveriş yeni sinemanın ordan Manifaturacı Narlılar'dan başlar, Altınökçeden ayakkabılar, Erol mağazasından giysileri alınır, uzun sözün kısası belediyeye kadar tüm çarşı esnafı nasiplenir, herkeş bayram iderdi...
Gelin önceden aldığı öğütleri unutmaz fırsat bu fırsat diyip her istediğini alır,
damadın canınada "OT" tıkardı...
Düğün günü yaklaşır gız evinde bir telaş ki hiç sormayın; çeyizler yıhanır, ütülenir.
Kütük gibi yün yastıklar dolar, yün yorganlar sırınır, bembeyaz hassalar (patiska) ile gaplanır, evin bir odasına çeyiz serilir.
Herkeşe duyurulur, 3 gün boyunca çeyiz gezilirdi. Akabinde çeyizler toplanır, "SEYSANA" için hazır behletilirdi.
Düğünlerimiz genelde Cuma günü başlardı. Davul, zurna eşliğinde bayrak galdırılır, erkek evinin damına asılırdı.
"Bayrağimiz kutsal, evliliğimizde kutsaldı."Cuma ağşamı damat evinde erkekler kendi aralarında eğlence düzenlerdi.
Cumartesi sabah damat tıraşa gider, öğlene de "SEYMEN" gelecek diye; genelde bizim taşev gibi geniş "Hayadı olan" evler hazırlanır, sandalyaler dizilir, gündüz gınasında dağıtılacak iki çuval kabuklu fıstıkta kız evine gönderilirdi.
Seymen gurubunun en önde "KÖÇEK" davul zurna ekibi olurdu. Köçek deyip geçmeyin çok namlı köçekler vardı, bi görseniz ne döktürürlerdi. Arkada sıra halinde ailenin erkekleri, onun arkasında hatunlarımız yürüyerek kız evine doğru giderlerdi.
Gündüz gınasının gapıları çocuklar tarafından tutulur, Damat evinden bahşiler yontulur.Seymen erkekleri dışarda galır, seymen hatunları içeri alınırdı. Dışarda erkekler ağırlanır, içeride gelin gelir, böyük güçcük herkesin eli öpülürdü.
Tam köşede de defçi Elmas oturur, bildigi birkaç türküyle defini öttürür.
Repertuarı kıt olunca amaninn birde istek gelirse ağzını yüzünü eğerdi. Soonasında "Ateş düştü Şalvar'a" türküsünden başlar, "Konyalım"dan sonlar, hem işini yapar, hemide ikide bi defini gezdirir, Bahşiş babında parsayı toplar, paracıkları götürürdü. Mahallenin gızları, gelinleri parmaklarını başlarının üstünde şıklata şıklata göbek atar, hatunların bütün gurtları dökülürdü.
Ardından mahallemizin orta yaş ablaları fıstık dağıtır, seymen gider, gündüz gınası biter, sandınız dimi "pışşık" asıl ağşam gınamız var.
Ağşamdan sonra damat evinden seymenlerimiz tekrar gelir gına gecemiz başlardı.
Gelin önce gelinlikle gelirdi, defçi elmas yine çalar, hatunlar oynardı. Arada irkek gılığına girmiş iki ablamız gelir, çeşitli taklitler yapar, komedi gırla giderdi.
Soonacığıma gelin; damat evinin aldığı gecelik sabahlık takımını, tüylü ponponlu terliğini giyer, tam ortaya sandalyeye oturur, başınada al örtülürdü. Çevresinde gız arkadaşları dizelenirdi. (Şimdiki gibi kına organizasyon ekibi ve nedimeler niirde..)
Ardından defçi Elmas ezdire ezdire maniler söölerken, tepsi içinde gelin gınası gelir, önce ayaklarına soonada ellerine yahılırdı.
Gaynana hatun kasıla kasıla arzı endam eder, gelinin avucuna bir çeyrek guyardı.
Kız evi salya sümük ağlarken,
Erkek evi
"Oğlan bizim,
"Gız bizim,
"Çatlasın gız anası" diye de dircik atardı.
Gece gına biter herkeş evine giderdi.
Pazar sabahı damat evinde gelinden giden damat bohçası dualar eşliğinde açılır, sağ üst köşede resimdeki "ASIM DURUSU" beyin gençliğinde "TRT" belgeseli için damat rolündeki gibi bizim damatda bi gözel giydirilirdi.
Diğer taraftan da davul zurna eşliğinde gız evine gidilir.
"SEYSANA" dediğimiz gızın çeyizleri gamyona yühlenir getirilir, damat evine indirilir.
Gelin odası düzenlenirdi.
Öğleden soona önde gelin arabası, arkada eş dost, arkadaş arabaları bir konvoy oluşturulur, dattari dattari kornalar eşliğinde gız evine gidilirdi.
Gız evinde varsa erkek gardaşı yohsa babası, babasıda rahmetliyse yoksa dayısı gızın gırmızı guşağını dualar ohuyarak bağlar, öğüdünü verir, beyaz duvağının üstüne al duvağını da örter. Damada hitaben gızımızı sana İkinizide Rabbime emanetledim dir.
Gelin ile Damat evden çıkınca gider en dip odada hüngür hüngür ağlardı.
Baba yüreği gızı evden çıkana kadar anca sabrederdi...
Gelin kendi evinden Damadın kolunda iner, gelin arabasına biner. Hasan Emmiden tut, Eski sanayiden itibaren eski Nevşeer iki tur attırılır. Gelin erkek evine inerdi. Hazırlanan buğday ve kuruş paralar bereketli olsun diye gelin ve damadın başından serpilir.
Damat bey gelini eve bırahır, çıhardı.
Gelinimiz erkek evinde toplanan akraba, gonugonşuyla 1 saat kadar göstermelik durur. Yine defçi elmas defini çalar, türküler söyler, oynayan oynardı..
Hazırlanan yemekler yenir, millet dağılırdı.
Gelin odasına çehilir en yakınları kalır.
Ağşam yatsı namazına Damat arkadaşları ve aile böyükleri giderler.
Namaz dönüşünde yine damat dualarla eve getirilir. Arkadaşları tarafından yumruklanarak içeri itilir.
İçeride kılınan iki rekat namazdan soona bir ailenin temeli atılır...
Bugünde karınca kararınca biraz uzunca bayağı uzunca içimden geldiğince nişan, düğün gelenek ve göreneklerimizi yazdım, anaaddım.
Selâm; geçen haftaki yazımda dünürcülükten başlamış düğünde noktalamıştım. Şinci ise devamını yazayım...
"Düğünle çıktık yola,
"Heybemiz söz dola,
"Birazda size gele diyeyim,
"Nikâhımızla gireyim söze....
Gızımızın sözü alınıp, dualar edildikten sonra eller öpülür. Her iki taraf içinde ilk akrabalığın temelleri atılırdı. Çünkü doğacak bebeklerle birlikte Babaanne, Anneanne, Dedeler, emmi, Bibi, (hala) Dayı, Teyzeler ile gocaman bir aile olunurdu.
Birkaç gün sonra bir sabah namazında gız babası, gızından vekalet alır. Damat, gaynata ve iki kişide şahit olmak için birlikte camiye gidilirdi.
Sabah namazı kılınıp cemaat dağıldıktan sonra caminin bir köşesine oturulur, eller diz üstünde hocamız beklenirdi.
Imam nikâhımız; "Nikahta Keramet Vardır" inancıyla, Rabbimin helal kıldığı eşlerin hem birbirine muhabbetini pekiştirir. Hemde namahrem ortadan kalkar, Gökte meleklerin, yerde kulların şahitliği vede hocamızın "Nikah Duası" ile nikah akdi tamamlanırdı.
Önceden güven vardı. Imam nikahi resmi nikahtan önce yapılırdı ama imam nikahı çok suistimal edildiği için; Devletimiz en gözelini yaptı önce Resmi Nikah sonra Dini Nikah dedi.
Rahmetli Turgut Özal döneminde bir reklam vardı. Önce Alışveriş sonra 'FİŞ' diye. Şimdide Devletimiz önce Resmî sonra Dini Nikâh diyerek; her iki tarafı ve gelecekteki çocuklarını da güvence altına aldı.
İmam nikâhımız tamam sıra geldi hökümet nikahına. Damat evi gız evine haber gönderir; resmi nikah için vesikalık çekilecek ve belediyeye gidilecek dinirdi.
Gençler birbirini görecek olmanın heyecanıyla, yürekleri pır pır ederdi.
"Edep illede Edep" gız tek gidecek hee ühüü sıkar biraz.
Laf olur, söz olur, belkide ilerde cayılır, nolur nolmaz diye yanına yenge, abla biri katılır, gönderilirdi.
Bu işler nasip işiydi. Ne demişler "GELİN ATA BİNMİŞ YAA NASİP" dimiş.
Resimler çekilir, gençler mahçup mahçup, gizli gizli bakışır, belediyeye başvuru yapılırdı.
Şinciki gibi nerde jet hızı nikahlar. Birde eskiden para filan yoktu benim bildiğim, şinci belediyeye hem başvuruyorsun hemide en son binbeşyüz gaymeydi para yatırıyorsun. Oh ne ala ne ala. Akabinde bi gözel ciger filmi, kan tahlilide cabasi. Bak bunlari tuttum, kalitsal rahatsizliklar tesbit ediliyormuş. Ona göre dohturlar sizi yönlendiriyormuş. Niysemm...
Evlenecek gençlerin ismi "Askı'ya" çıkardı. 15 gün Askı behlenirdi, düğün gününü soranlara Askı'ya çıhtık nikahtan sonra inş. denirdi.
Nikah günü davetiye ile duyurulur.
Eş, dost, akraba, gonugonşu herkeş giderdi. Damat takım elbise giyerdi, Gelin ise tayyör etek veya "Tuvalet" denilen incilli, boncuklu abiye bir elbise giyerdi. (Bu abiye elbiseye niden tuvalet denirdi hiç aklım almazdı.).
Nikah Memuru büyük bir ihtişamla gelir, nikah törenine geçilirdi. Nikah memuruna 3 kere sordurmak adettendi.
Çin işkencesi gibi gelin himen evet dimezdi, bir kerede evet dirse gönüllü gitti dirlerdi...Şahitler huzurunda gelinden 3 evet alınırdı, imzalar atılır, genelde damat gelinin ayaana basardı. Gelin damadın ayağına denk getirip basarsa ilk dersini himencecik orda alırdı.
Damat gelinin gulağına eğilir.
"BURADA AYAĞIMA BASTIN,
"EMME SAKIN DAMARIMA BASMA" dirdi...
Şahitlerde imzalar nikah memurumuzda klişe sözünü söyler. "Belediye başkanının bana verdiği yetkiyle dayanarak sizleri karı-koca ilan ediyorum dir, nikah aktini tamamlardı.
Nikah cüzdanı sonradan gelirdi.
Halk deyimiyle "Nikahı da bastik" erdik muradımıza....
Bizim Nevşeerimizde adetler say say bitmez. Sıra "DUTU" da; dutu düğünden önce hazırlanan bohçalara denirdi.
Gaynana, Gaynata boçalarınında Maşallahı vardı. Gaynanaya piyango vururdu.
Golaymı "KOÇ" gibin oğlan doğurmuş, büyütmüş bu bohçayı da haketmişti. Bohçasında ganaviçe işlemeli, garyola takımı ile seccadesi olmazsa olmazdı. Yeleği, Fanilası, Gadife elbiselik kumaşı da cabasıydı.
Evde Görümce, Gayın varsa onlarada kallavi birer bohça hazırlanırdı. En yakın akrabalarda unutulmaz. Ebe, Dede, Emmi, Hala onlarada karınca kararınca bohçalar gonurdu.
Dutu boçalarımız çok zengin olurdu.
Gışlık fanilalar, yün çoraplardan tutunda atlet, dona gadar dürülük herşey gonurdu... nede gözel olurdu.
Gelelim düğün yemeklerimize hani seymen gitmiştik, gelinide alıp gelmiştik ya, düğün yemeklerimiz pişmiş hazır olurdu.
Rabbim Halil İbrâhim Bereketi verir dolar taşardı.
Önce sofraya Nanesiz Şehriye Çorbası gelirdi. Bamya sırasını beklerdi.
Gıymalı yumurta olmadan olmazdı.
Araya baklava niye girerdi onu hic anlamazdım.
Baklavadan sonra pilav üstü nohut üstüne de "SÜTLAÇ" bal gibi giderdi.
Gelinimiz şanslıydı hem bizimle yer hemde odasında onu kızarmış tavuk ile Baklavası beklerdi, Damat beyle yesin diye...
Şinciyi bilmemde 40 50 sene öncesi Gerdek Gapısı beklenir, birde çarşaf çıkarılırdı.
Vay içerideki guzucukların haline.
Ne disem bilmemki; bence heç iyi bir adet değilmiş. Niyseeem...
Gelinimiz geldi, evimiz şenlendi, baklava ilede tatlandı bitti sandınız dimi cıkks bitmedi. Daha "ERTE" var, ertede kahkül keseceğiz ve güvaa gonduracağız. Düğünün ertesi gün en yakın amca olur, hala olur orada toplanılır, yemekler pişer, sofralar kurulurdu.
Oyunlar oynanır, göbekler atılır, gelinin saçından bir perçem kesilir, buna kahkül kesme dinirdi. Ağşamada Damat ve ailenin erkekleri gelir, yemekler yenir, ikram, izzet, gönül hoşluğu ile evlerine dönülürdü.
Güvaa gondurma; yine en yakın akraba genellikle amcası, yoksa halası yemeğe alırdı. Gelinimizde eli boş gitmezdi. Dutu bohçasıyla gider, hazırlanan yemekler yenir, Hoş sohbet, muhabbet gırla giderdi. Bu akşam yemekleri 1 hafta, 10 gün sürer diğer akrabaların davetiyle yeni evli gençlerimiz ağırlanırdı.
Hep erkek tarafı davet edecek değilya; aradan 2..3 hafta geçince, gız anası gızına hasretiyle, gızının sevdiği yemekleri hazırlar, içine sevgisini de gatarak dünürlerini yemeğe davet ederdi. Misafirler gelir adettendir. KIZ içeri adım atmaz beklerdi, bu "AYAK DÖNMESİ" idi. Nerde benim hediyem demekti. Gız anamız çoktan hazırladığı hediyesini sunardı.
Bu fırın, 3lü ocak veya elektrik süpürgesinden biri olurdu.
Gızımız içeri girer girmez, hasretle ana-kız sarmaş dolaş olurdu. Damatda ciciannenin elini öper, Dünürler gaynaşır yemekler yenir, çaylar içilir.
Sohbet, Muhabbet gırla gider. Gençlerimiz dallı, budaklı olsun, Rabbim boy boy çocuklar versin dualarıyla evlerine uğurlanırdı.
Bugünde satırlarımın sonuna geldim. Örf ve adetlerimiz zor gibi gelebilir emme insanlar böyle gaynaşır, evlilikler muhabbetle kurulur ve uzun ömürlü olurdu.
Sözün özü; biz buyduk, biz bu adetlerimizle yaşadık, büyüdük, çokta memnunduk.
Selâm; yine Nev-Nar'da yine sizlerleyim, normalde her hafta cuma günü bir yazımı paylaşıyordum.
Bu hafta benim Bronşit yeniden nüksedince bi öksürük, bi öksürük, vücut kırıklığı ve ateşte olunca zor bir hafta geçirdim. Iki gündür de pert halde yattım.
Aklım burada olsada "Yürekte var, elde yok" misali cumadan beri yazı gönderemedim. Yinede sizlerden uzak kalamadim vede rutinlikte bozulmasın diye bu yazımı gönderiyorum.
Bu seferde yine geçmişteki yaşanmışlıklarımızdan bir kesit anlatayım.
"ETLİK" diyeyim, sözede gireyim.
Mevlâ görelim neyler, neylerse gözel eyler dirkenn;
"Laf lafı açsın,
"Söz Öze karışsın,
"GÖRE" seli gibi coşsun,
"BORUS KÖPRÜSÜ'nden geçsin,
"KADİRAH'ın ŞALLAĞI"dan aksın.
"Sözlerim yazı olsun, sizlere gelsin. İnşaallah...
Güccüklüğümde rahmetli babam hersene gışlık, gayıt gaman olsun, kelerimizde Kavurma, Sızgıt'da bulunsun diye bahardan 3...5 koyun alır, ahıra guyardı. Goyunlarımız yaz boyu kavun, karpuz, ot, sap, saman besiye çekilir, fıçı gibi dombili olurlardı. Güz gelince "ETLİK" zamanıda gelmiş olurdu...
Bizim "Culuk" lakaplı bir kasabımız vardı.
İsmi neydi bilmemde ufak tefek ama çok becerikliydi. Celep Culuk dendimi herkeş bilirdi. Eylül, Ekim oldumu bizim celep culuk amcamızı araki bulasın. İşi çok yoğun olur hiç durmadan çalışırdı.
Babamda bunu bildiğinden 3 gün önceden anlaşır, geleceği günü behlerdi. O gelmeden birgün öncede Satır, Nacak, Bıçakları bileyletir. Anamda honça, sini, tepsi, ilaan ne bulursa hazır eder. Dursun halamda yere sermek için gosgocaman temiz kalın rulo naylon getirirdi...
Rahmetli babam; Sinirli, Asabi, Panik, Aceleci bir ademoğlu olduğundan dolayı bizim celep abimizde babamın bu göözel huylarını çok iyi bildiğinden korkusundanmı, saygısındanmı bilmem sabah irkenden bizim eve damlardı. Anam irkenden kalkar, gaavaltıyıda hazır etmiş olurdu.
Babamla kasabımız hemen atıştırırlar, kesim için hayada inerlerdi...
Bizim hayadda tam ortada su gideri ve sağ tarafta da çişmemiz vardı. Celep abimiz kesime başlamadan goyunların üç ayağını bağlar. Babamda kurban olsun, etlik olsun farketmez her zaman Tekbir'ini getirir, celep abide "Besmele" çeker sırayla koyunların boynunu keser, herbirini bir yana devirir.
Kestigi bıçağı goyunun garnının üstüne guyar, kanın akmasını bekler, biraz soluklanırdı.
Sonra ilk kestiği goyundan başlayarak derisini yüzer arada derede anamla, halam derileri tuzlar, serin bir yere guyarlar (biraz kuruyunca babam Dabak'çılara satardı).
Kuyruk kısmı ayrıştırılır, İşkembesi dikkatlice çıkartılır, içi boşaltılır, temizlenirdi.
Mimbarlık ince bağırsaklarda kabaca temizlenir, karınla birlikte ilaane gonurdu.
İşler yeğnilenince ilmek ilmek işlenir, temizlenir, pişmeye hazır olurdu.
Celeb abimiz goyunları parçalamaya başlar, kürekler, butlar ayrılır. Naylon yaygının bir tarafına sakatatlar diğer tarafına etler gonurdu.
Aşşada kesim devam ederken anam bi goşu yuharı çıhar, mutfakta kavurma, pilav yapar yanında üzüm hoşafıyla bizimkilere ikram edilir, afiyetle de yenirdi.
Kesim işi bitince bir miktar et ile parası verilir Celep abimiz uğurlanırdı...
"Eşeğin büyüğü ahırda" dirlerya, işin zor kısmı gerideydii...
Ağşama kadar dinlenen et büyük Honça'larda ayrıştırılmaya başlanır. Önce boyun kısmı haşlamalık ayrılır, bel ve kaburgalar az etlice kırılır, bel kısmı pastırmalık, az yağlı ve yağsız etler sızgıt'lık, yağlı kısımlarda kavurma ve sucuk için ayrılırdı. Kuyruk yağıda kuşbaşı dooranır, hazır edilirdi...
Sabah irkenden halam goşturarak bize gelir o tandırı yakarken, bizim "Fii" tarihinde Mintax krem bulaşık deterjanımız vardı.
Siyah beyaz televizyonda reklamı bilem vardı... "Mintax'la canım Mintax'la" diye. Heh işte bu Mintax'la anamda; Kavurma pişecek ilaanin arkasını, yaanını, yöresini iyice cilâlardı.
Onu heeç sormamışım o deterjanı niye ilaanin etrafina sürüyon anam diye ...Herneyse
Küp, küpecik, üzlük, ekecik, ağzı açılmış 5 kiloluk zeytinyağ tinekesi ne varsa Tandırevine hazır edilirdi..
Kavurma için ayırdığımız yağlı etimizi, babam çohtan çarşıdaki kasapta gıyma olarak çektirip getirirdi. Gıymamız bir kenarda behlerken güccük güccük kuşbaşı gibi doğranmış guyruk yağları ilaande eritilir, eriyen yağ tineke kutuya süzülür, kızaran küzürükleri ayrılır bi gıyıda toplanırdı.
"Küzürük" diyip geçmeyin bazen küzürüklü dürüm bazende küzürüklü çörek yapılır, muhteşem olur afiyetle yenirdi.
Biz küzürük dirdik emme Nevşeer'in ilçe ve köylerinde Kıkırdak, kakırdah, Çizirik'te dinirmiş.
Küzürük bide kabızlığa kesin çözümdür tavsiye ederim.
Küzürüğü ayırdık, tuzladık, küpeciğe bastık...
Sıra geldi KAVURMA'mıza; canımm halam gıyıda bekleyen çekilmiş yağlı gıymamızı, yağlı ilaanimize goyar, başlar kavurmaya gıymalar kendi suyunu salıp, pişmeye başlayınca; böyük saplı kevgir ile karıştıra karıştıra suyunu çekip cızırdayana kadar pişirirdi. Yeteri kadar yağını katar, tuzunu atar, teneke kutuya da bastıra bastıra doldurur, gıışada hazır olurdu.
Rabbim gani gani rahmet eylesin halama...
Gelelim SIZGIT'a; parayla değil sırayla bu seferde anam geçerdi ocak başına. Kuşbaşından küçük doğradığımız etimizi yine ilaande kendi yağı ile karıştıra karıştıra kavurur, vita veya zeytinyağ tenekesine doldurur, ağız kısmınada hava almasın diye kalan yağdan dökülür, oda gışa hazır olurdu.
Sen nerdeydin, ne yapıyordun "NÖBET ŞEKERI" dirseniz ben barnak kadar çocuğum çalı süpürgesi misali kah burada, kah şurada, kah gapı arkasında dolanıp dururdum...
"ETLİK" dedim başladım, Sızgıt ile sonladım.
Yazım biraz uzun olduğu için pastırma ve sucuk yapımını da ileri tarihe erteledim. Bugünde dilim döndüğünce çızıhtırmaya çalıştım yine yeniden yeni Nevşeer anılarımda buluşmak üzere...
Didimde; Ahmet Altuncu hemşehrimin yorumunu görünce hemen araklayıp yazıma ekleyivirdim. Şincik ben söstüm, Nar'lı hemşehrimin yorumu konuşsun.
"AHMET ALTUNCU" Didiki; Temam tamda şimdi ispatlamış oldunuz Nevşeer"in has gızı olduğunuzu. Hocam o yıllara hep özlemle ve hasretle bakıyor anıyoruz. Aaaah aah...
Şimdilerde goyunu, danayı alacak ne para vaaar nede derman. Yiğit muhtaç olmuş guru suvana. Suvan dedimde acı suvan bilem almış başını gadirahdan aaa yazıya doğru gider olmuş.
10. ay gelince bizim evdede o telaşe olurdu. Didim ya benim annem yoh abam var aah o zavallı abam iki de bacım aynı telaşeyle hazırlıkları yapar.
O gün gelen gasap Rahmetli beyazın Amet amcayı o da ufak demek bi adamdı ammaaa deveyi yalnız başına kesebilir biriydi.
Gapının ooo iyice sulanır süprülür, duvardaki zikkeye ahırdan bisene boyu bahdııımız inemiz bağlanır, bıçağı eline alan Amet emmim ineğin ayaklarının 3'nü bağlar önce yatırır, guyruunuda babamınan baaa duddurur ve Bismillah dir keserdi.
Neyse fazla ayrıntıya girmeden kesilen çıkarılan ayaklar, butlar içerideki salona serilmiş böyüük naylonun üstüne gonurdu.
Bu arada Amet emmim herseneki gibi gavuh yataandan et keser abama çıldırdı. Alın isdediiğiniz yer derdi.
Kayadama doooru yazlık dediğimiz bi bölümde böyük tandır, guççük tandır ve bide odun ocamızın olduğu yerde; abam ekeciğinen bi güzel gavurma yapar, yuhanın içine guyar, dürüm olarak orda bi altından bi üstünden yirken bide guru suvan anam anam nasıl giderdi.
Sucuk, bastırmayı abama dedem Rahmetli ooretmiş. Nevşeer'de bi gasap Durmuş amca varmış onunan dedem sucuk, basdırma yaparlarmış. Aaah o günler aah.
Hocam aynı aşamalardan geçen etler çölmeklere, gavrulup sızgıt yapılıp gonur, gıymalarda teker gibi yapılıp temiz tülbentlerinen gaya dama asılırdı.
Acıhıncı çölmekten biraz sızgıt katar, yuhaynan dürüm yapardım. Neyse..
Bayaa bi uzun oldu galiba bende şu sıralar bağınan, bahceynen topraknan çoh uğraşıp dururum pek de bakamıyorum.
Yineliyorum neden bir kitap haline getirmiyorsunuz?.
Hürmetler sağlıcakla kalın.. didiii..
Bende eline, diline, yüreğine sağlık hemşehrim diyorum. Kitap husuna gelince inşaallah belki birgün diyerek..
Selâm; bugün yine şöyle bi geçmişe doğru uzanıp Çölmek pindirimizi anadıp yazivireyim didim. Çünkü herkeş gibi bizde kendi pindirimizi kendimiz alır, kendimiz basardıh, biraz zahmet çeksehte bi gış rahat ider, afiyetle yirdih diyeyim söze gireyim.
Niyet hayr, akıbetide hayr olsun. İnşaallah.
Güccüklüğümde biz gışlık yapmaya bahardan başlardıh, bunun gaygısı gıştan çekilir, Pindiri alıp bi bassaydık, kelere atsaydıh diye Nisan, Mayıs ayları iple çekilirdi. Niyemi çünkü; Urfa'dan peynirciler gelirdi. İnek, Koyun, Keçi peyniri getirip satarlardı. Halk onların gelişini behlerdi.
Ne zamanmı; sadece ilkbaharda,
Nireyemi tabiki peynir pazarımıza.
Niredemi himencecik tarif edeyim..
Karasoku mahlemizdeki evimizden çıkıp, Tavukçu camiisini dönünce; çeşmenin karşısında bir daracık vardı. Sol köşede Kuddûsi emminin evi, sağ köşede ise "Bulamacın Hüsnamın" yani Etçekenlerin evi vardı. O sokağın adı "Vali sokağı" idi. O sokaktan devam edince sol köşede kocaman "Vali Konağı" vardı. Cumhuriyet ilkokuluna gidip gelirken içim giderdi, gözüme çok güzel görünürdü.
Adı üstünde "Vali Konağı" himen karşısında "Askeriye" dirdik, şimdinin ordueviydi. Süslü, püslü subay eşleri ile cicili bicili bebeleri gelirdi.
Vali konağına bakan tarafında yani arka bahçe kısmında Çocuk bahçesi vardı. İçinde; Salıncak, Tahtavarelli, Kayak filan vardı. Etrafı demir parmaklıkla çevriliydi, demirlerin arkasindan "Çötlen altında kalmış güz bilikleri" gibin garip garip bahar, iç çekerdih. Bazen nöbet tutan asker abi vicdanlıysa, bizim köşeden girmemize ses etmez, dünyalar bizim olur, kaçak göçek oynardıh.
Aksi nöbetçiye denk gelirsek, oynamayı bırah elindeki tüfeğini demire bi vururdu, aklımız fıyardı... Niysem.
Hemen altında park vardı, içinde "PARK GAZİNOSU" vardı. Bazen nişan ve düğünler orada yapılırdı. Gençlerinde mekanıydı, benim abimde dahil; o zamanki gençlik Boksör "Muhammed Ali'nin" boks maçlarını seyretmeye geceden gider, orda siyah beyaz televizyondan izlerlerdi..
Biz yine yolumuza devam idelim, solumuzda gocaman "Hökümet Konağını" seyrede seyrede o parkın içinden geçerdik; karşımızda "Yeni Sinema" vardı, devasa renkli film afişleriyle ben buradayım derdi. Sol alta dönüp karşıya yürüyünce "Yüncü Cavit" ile üstte yemeni, iğne, iplik aldığımız "İnceler'in" dükkânı vardı. Himen gıyından aradan girilince geniş bir alan çıkardı karşımıza; işte burası peynir pazarı yada halk diliyle pindir bazarımızdı. Şimdilerde ne halde bilmemde ben çohh eski bir resmini ekledim...
Bahar gelip Peynir zamanı gelince; Anamdan çok Rahmet Canına Dursun halam kaygısına düşerdi, kimin için bizim için. Biz kimmi; dünya bir yana, biz bir yana Ciğer'inin köşesi yiğenleriydik. Babama söylenir dururdu; Gardaşım şu pindirini alıverde bizde basakda, kelere bi atah, gaygısından bi kurtulah dirdi.
Rahmetli Halamın dilinde tüy biterdide, ne zaman babamın göynü olur, bide "Eşref" saatine denk gelirse; Bacı, gardas gider, pindiri alıp gelirlerdi. Pindir alındı iş bitti sandınız dimi cıkss
Yaseminciğim; bu peynirler alınınca önce leğenlerde iki gün ıslatılır, suyu değiştirilir, ayranlı suyu gittikten sonra keselere konur suyu süzülürdü burayı atlamışsın didi. Kimmi didi "Ayşe Perihan Ünlü" okurum didi. Ayşecim o kısmını unutmuşum, hay ağzına sağlık arkadaşım, bu gadarcık kusur kadı kızında da olur didim himencicik ekledim...
Nirde galmıştık; bizim evde anamın gümüş gibi yıkayıp, tenekede sodalı suyla kaynatıp kar gibin bembeyaz ettiği şeker çuvallarına konur, üstünede kocaman taş konurdu. Taş bulamazsak halam koca kazanı tandıra oturtur gibi pindir çuvalının üstüne oturtur, içine su doldururdu. Su dolu kazanın ağırlığının altında pindirin pestili çıkar, suyunu salar, kıvama gelirdi. Bazı evlerde taş, kazan bulunamazsa eskinin gülle gibi ağır demirdöküm sobalarına iş düşer, presleme işi pindirin üstüne yan yatırılan soba ile halledilirdi...
Ne dimişler demokraside çareler tükenmez. Biz Nevşeer'lilerde çare tükenmez pratiklik ve çözüm anında devreye girerdi... Neysemm
Bekmez ilaanından küçük, orta boyda içi kalaylı, bahır ilaanımız vardı. Önce ilaanın içine pindir iyice öfelenir bir yandanda çekilmiş kaya tuzu serpilir, karıştırılırdı..
Beri yandan Çölmekçi Hüseyna derlerdi, halamında kaynatasıydı. Rahmetli babam Hüseyin emmiden, 15...20 kadar çölmeği satın alır gelir, anam onları gümüş gibi yıkar, ters çevirir, süzülsün diye gıyıya dizerdi. Bu arada halam çömleğin ağzını sıvamak için, kızıl toprak derdi, kil gibi yumuşacık olurdu, pindir toprağını getirmiş olur, çamurunu karar hazır ederdi...
"Bahçelerde Börülce,
Pindir başına geçer;
Gelin, Görümce" misali...
Halam çölmeği eline alır, ilaanın kenarına çömleğin ağzını dayar; Ya Allah, Ya Bismillah der işe koyulurdu. Pindiri içine iyice bastıra bastıra doldurur. Rahmetli babam da erkek gücüyle son vuruşlarını yapardı, oda iyice peyniri çölmeğe berkitir. Babam iki arada bi derede derin bilgilerini konuşturur, "Çölmek durdukca pindirin suyunu çekecek, pindir kıvama gelecek" diirdi.
Anamsa garibim ikisinin arkasını toplardı. Çölmek getir, çölmek götür, doldurulanı kenara gıyala, koşturur, dururdu. Anam çok titiz bir hatundu Ti ti ti Beyaz patiskadan bezler keser, hazırlardı. Pindirlere kapak yapardı, çölmeğin içine örterdi, Son rütuş halamdan gelirdi. Önceden kardığı çamurla dua okuya okuya bereketi içinde olsun diyerek çömleğin ağzını bir gözel sıvardı.
Pindiri bastık iş bitti sanıyorsunuz deelmi cıkss..bitmedi.. "Eşeğin büyüğü Ahırda" dirlerya; işin zor kısmı gerideydi. O çölmekler tek tek kucaklanıp, dikkatlice 30 merdiven inilerek Hayada kilerin yanına dizilirdi. Hayat'da demir kapaklı bir kilerimiz vardı. Biz keler derdik, yer kuyunun dibi, 1mt ye 1mt kare yerle sıfır girişi vardı. 10 basamak aşağısı oda gibiydi içinde; üç tanede duvarda içi raflı "Seki'miz" vardı. Şimdi adı 'NİŞ' oldu. Kilerimize kıştan damdaki karları atardık, yaza kadar toprak çekerdi, yazın buz gibin olurdu.
Karpuz, Üzüm, Yoğurt, Sütlaçları bilem anam orda saklardı. Kilerin sol köşesinde 5 basamakla inilen 2 mt uzunluğunda 1 mt genişliğinde çukur bir alan daha vardı. Orada "HIŞIL" toprağı vardı, arada rahmetli babam o hışıl toprağını yenilerdi. Hayat'daki dizili çömlekler elden ele geçirilerek, kilerin hışıl toprağına indirilir, baş üstü çevrilir, inci gibi dizilirdi. Halam üstlerinede 1 el destisi su dökerdi. Halam o suyu niye dökerdi, çocuk aklım hiç ermezdi, hiçte sormamışım...
Bizim pindirler buz gibi kelerin dibinde inzivaya çekilir, yaz uykusuna yatarlardı. Taki Rkim, Kasım aylarında açılıp, yenilsin diye. Gış gelince çölmek pindirimizle bayram ederdih. Sabahları göğüş'ün fırınında sıcak sıcak pindirli pide yaptırmak benim görevimdi.
Abim büyyük, öbürü de güccük; İkiside irkek oldukları için çohh gıymatlıydılar.
Bakkal, Fırın işleri benim boynumun borcuydu...
Ne kadar canım yanmışki; Rabbim bağışlasın; bir kızım, bir oğlum var, bende market, fırın gibi dışarı ayak işlerini kızıma diilde, Oğluma kitledim... Herneyse....
Bazen Hevenk Üzümü yanında, Yuuka epmek arasına dürüm yapar, ıstıra ıstıra yirdik. Bazende Çay, Bensimit, Pindir üçlüsü; soğuk kış günlerinde baklava, börek gibin giderdi. Bahara doğru Rahmet canına; Dursun halam Öz'lerden ot toplar getirir, otlu dürüm yapar, onuda bayıla bayıla yirdik. Böylelikle gışıda, yaz iderdik...
Pindirdi, çölmekti, çötlendi, kelerdi, hışıldı dirkene bu günde yazımın sonuna geldik. Anaadıp, yazabildiysem ne mutlu bana...
Selâm; yine yeniden sizlerleyim. Etlik didik, pastırma, sucuk didik. Nisan ayına da girdik.
Kış mevsimi geçti emme ne kar gördük nede soğuk. Eski büyüklerimiz hep dua ederlermiş.
Allahım bizi;
"Yazı gışı belirsiz,
"Oğlu gızı belirsiz günlere goyma diye.
Biz galdık o günlere ve o günleri bizler yaşıyoruz.
"Eskiden gış gışlığını yapar" dirlerdi. Dirlerdi de şincilerde heleki bu yılda, bıldırda gış mevsimi "Ceeeh" diyip geçmedimi. Niysemm
Şincik destur diyip söze gireyim.
"Ya Allah, Ya Bismillah."
Güccüklüğümde gışlar uzun geçerdi, baharın gelmesini dört gözle beklerdik.
Karlar erimeye başlayınca, her taraf yemyeşil olur. Ağaçlar çiçek açar, Öz'leri çayır, çimen gaplar, papatyalar her tarafı süslerdi...
Her evde de bahar temizliği başlar, hem iş güç görülür, hemide haftasonları pikniğe gidilirdi. Gonugonşu gendi aralarında sözleşir, gomşum gapalıbazar Sahra'ya (piknik) gidehmi dirler ve bir yer behlerlerdi.
Genellikle Göre yolu, Kadirah, Combuz deresi veya Borus Köprüsünün ordaki "ÖZ"lere gidilirdi. Hazırlıklar 1...2 gün önceden başlardı. Yapraklar sarılır, yumurtalar haşlanır, yuukalar sulanır, katlanır, hazır edilirdi.
Köftür, Tarana, Elma, Armut gibi meyveler ve bekmezde gonur orda şerbet yapılırdı...
Beri yandanda oturulacak yaygı, çul, minder, sufra bezleri, salıncak gurmak için; galın Urgan, ip atlamak için ince Urgan, erkek çocuklar içinde küçük, büyük top muhakkak gonurdu.
Anamda patayes haşlar, bi gözel bol suvanlı, naneli, patayes salatası yapar. Ayrıca sebze bazarının ordaki fırına yollar, 3..4 tane ekmek hamuru aldırırdı, kimi mi tabiki beni...
Ben kimmi anamın "YUMUŞ" uşağıydım.
İki oğluna gıyamaz, hep bana 'Yumuş' buyurur, her işi bana gördürür, her yere her işe beni yollardı..
Anam aldığım ekmek hamurunu biraz bekletir, mayası gelip, kabarınca el kadar yassılar, Çölmek pindirinden içine guyar, kenarını bastırarak gapatır. Uzunca söbü şekilde yaptığı hamurları yağda kızartırdı. Böyükçe gapaklı alimünyum kuşaneye doldurur, bende ev kedisi gibi dibinden ayrılmazdım.
Banada "Ayak kirası" bir tane tadımlık virir. Ben onu ıscak ıscak himen yirdim, dadı damağımda galır emme ikincisini istemeye cesaret idemezdim. Sıkıysa iste, istersem bilirdim ki; ya o kuşanenin kapağı kafama inecek veya kız kısmı pisboğaz olmaz yarın el gapısı var diye bissürü "ZILGIT" yiyeceğim.
Pazar zabaa çok irken galgardık, gonugonşu da hazır olurdu, arabası olanlar "Kadirah" tarafına veya "Combuz deresine" giderlerdi.
Biz nireyemi giderdik, himen tarif edeyim..
Karasoku'daki bizim evden çıkar, Meydan fırınının gıyından, Sahil yoluna vururduk.
Sahil yolu didiğim yer şinciki Ticaret lisesine giden yolda, köprüye varmadan karşılıklı lokantalardan oluşan ana caddeydi.
Denizi olmayan Nevşeer'de Sahil yolu ismi dikkatimi çekerdi. Sahil yolu ise çok gıymatlıydı. Nirde oturuyon sahil yolunda, Nirden geliyon Sahilyolundan dirlerdi... Niysem
Sahil yolundan devam ider, Ticaret lisesinin arkasındaki "MESİRE" yerine giderdik. Şinciki Niğde yolunun geçtiği alan.
Burası seki sekiydi ve Öz'ler vardı. Dev gibi ceviz ağaçları vardı, her taraf yemyeşildi. Özlerin kenarındaki "ARK"lardan su akardı.
Biz sekilerden geçerken bu ark'ların üstünden atlar, geçerdik.
Hatta halk arasında "Su akar argınını bulur" dirlerdi.
Bu su nirden gelir, nire gider dirseniz; hemen diyivireyim. "Aşıklı dağından" doğar, gelir, özleri sular, Sahil köprüsü ve Borus'taki köprüden geçer, Nar'a doğru akar giderdi. Bu öz'lerin bir ucuda belediyenin altında "Santral" vardı, orda biterdi.
"Hanarası köprüsünü geçince; birinci yol Kurşunlu Camisine, İkinci yol ise deremahleye giderdi... (Sağ üstteki siyah beyaz resim)
Cümbür cemaat ÖZ'e gidilince bir ceviz ağacının gölgesine oturulur, yaygılar açılır. Böyüklerimiz soluklanırken, bizde arada tembihi yer, çok uzaklaşmadan oynamaya başlardık.
Çok insan geldiği için biz çocuklar himen gaynaşırdıh. İp atlar, Körebe, Saklambaç, İstop, Yakan top, Aç gapıyı Bezirganbaşı oynardık.
Erkek çocuklar bazen bizle oynar, bazende iki taştan kale yapar, Futbol oynarlardı.
Büyük abiler Halat çekme, Birdirbir oynarlar, Büyük ablalarda yakan top, voleybol filan oynarlar bizde seyrederdik.
Gaynana adayları da boş durmaz; Alımlı, gözel gızları gözüne kestirir; sorar, soruşturur, hafta içinde oğullarına dünür giderlerdi... niyseem
Analarımız sufra bezlerini yayar, erzak booçalarını, çıkınları açar, sufrayı dizer bizi de çığırırlardı. Nefes nefese, gıpgırmızı bi halde gelir, hem dinlenir, hemde yiimamizi ivedilikle yer, oyuna gaçardıh. Analarımız sufrayı derler, toparlar, üstüne birde çay demlerler, sohbet muhabbet 10 numara 5 yıldız olurdu...
Halk arasında "HIDIRELLEZ" dirdik emme ben Hıdırellez'in anlamını büyüyünce öörendim, sizede diyivireyim.
Hızır Aleyhisselam ile İlyas peygamberin isimlerinin birleşmesinden oluşmuş.
İkisi çok iyi arkadaşmış, Hızır Aleyhisselam karada gezer, İlyas peygamber ise denizlere hükmedermiş.
Dünya üzerinde 5 mayıs gecesi bir araya gelir, bir gül ağacının yanında oturur, sohbet ederler, giderkende gül ağaçlarına dokunarak gider ve bereket dağıtırlarmış.
O yüzden gül ağacının altına kese içinde bozuk paralar konur, Ev ve Araba şekilleri yapılır.
Dilek kağıtları yazılır, ağaç dallarına asılır, dualar edilir, o yılın bereketli geçmesi beklenirmiş.
6 mayıs sabahıda bozuk paralar, keseler erkenden alınırmış...
Yazımın başında arabası olan Kadirah ile Combuz deresine gider yazmıştımya.
Şincii Hemşehrim, okurum ve değerli büyüğüm "YAŞAR YÜCEL" beyefendinin bir anısını nakledeceğim.
YAŞAR abimiz "Herikli Mahle'sinde oturuyor, gonşuları ile zaman zaman pikniğe giderlermiş.
Kekliğin gelinleri ile gonşuyduk didide. Kekligin gelinleri ikiside benim Halam olur, iki bacı iki gardaşa gelin gittiler...
Yaşar abimiz ailecek ve bizimkilerle "Combuz Deresine" pikniğe gitmek için hazırlanmışlar.
Eskiden Garayazıya giden Taşarabaları varmış, Taşocaklarından taş çekerlermiş, zabah boş gittikleri içinde ahali Hasan Emmi Türbesi'nin önünde elleei kollari dolu bekler, bu taşarabalarına biner, şinciki Avanos yolunda Komandonun bitiminde inerlermiş.
Çok dar çığır gibi patika, dik yolu varmış. Oradan çıkınca, Combuz'un dereye inilirmiş. Derenin etrafı çok geniş bir alanmış.
Şinciki adı "Yeşil Vadi" olmuş. Orada piknik yapılır, çocuklar Halka oyunu, Körebe, Yakan top oynarlar.
Ağşam dönerkende taş arabalarının dönüşü beklenir, tanıdık arabalara binilir, dönülürmüş.
Bu tanıdık şoförlerden biride Rahmetli Hikmet Emmiymiş. Hikmet emmi eşini Kayseri Develi'den gelin almış. Eşini çok severmiş, Öyle sevdalaymışkı, eşini herkeşten hatta gözünden bile sakınırmış.
Hatta Hikmet emmininde yeşil bir arabası varmış, arka paspasta;
"Yol ver Yeşile,
"Kavuşsun eşine yazarmış...
Ona denk gelinirse, milleti 'Ördek misali' toplar, gelirmiş.
Hikmet emmi; Bir gün eşini Kayseri'ye misafir göndermiş, bir süre sonra da almaya giderken, yolda arabası arıza yapmış. Ön kaputu kaldırıp, tamire uğraşırken, kaput üstüne düşmüş ve oracıkta ölmüş...
Takdir ilahimi diyeyim, Kaderin cilvesimi diyeyim; Hikmet emminin yeşil gamyonu arıza yapıyor, yeşiliyle eşine kavuşamadan, eşinin yolunda ölüyor...
Allah rahmet eylesin...
Hıdırellez didik, öz'lerde piknik yaptık, Combuz deresine indik derken, Hikmet Gök Emmi'yide yadederek, yazımızın sonuna geldik...
Selâm; yine küçüklüğümdeki anılarımdan, yine Nevşeer'de bilinen ve yaygın olan "HÖLLÜK" kültüründen bahsedeceğim.
Nerden başlıyayım, ne diyeyim, diye düşünürken;
"Nevşer'liyem ezelden,
"Gönlüm geçmez sizlerden...
Diyerek söze giriverdim...
"RABBİ YESSİR VELATU ASR,
"RABBİ TEMMİM BİL HAYR"....
"HÖLLÜK" ile tanışmam anamın;
Böyüklerimizin didiği gibi;
"Biri karar, ikincisi zarar, üçüncüsü neye yarar" sözünü kaale almayıp, ikisi önceden ölmüş, iki de yaşayan çocuğu varken, beşinciyi yani çoh gıymatĺı tohumluk gardaşımı kırkından sonra doğurmasıyla başlar.
Doğurmasına yakın rahmetli Dursun halamıda kaygısı alır.
İki Çilekeş kadın hem dertleşir, hem söyleşir, hemde 'Höllüğe' karar virirlerdi..
Anam yüklü, ben "gücücük encük" olduğum için ihale halama kalırdı..
Cefakâr, Vefakâr canım halamm...
Halam; devresi gün irkenden bize gelir.
"Erken kalkan yol alır" der, benide eşşeğe bindirir, o nidense hep yayan yürürdü..
Biz ikimiz tin tin tin giderdik.
Nireyemi "SÜRTÜĞÜN BAYIR'INA"
Nirdemi, himen diyivireyim, soona dimedi dimeyin. Ben didiydim dirim.
Karasoku'daki bizim evden çıkar, Tavukçu Camimizden sağa yuharı doğru döner, Fişekçi Camisinin ordaki zebze bazarını geçer, meydandaki Göreme otobüslerinin gıyından, köprü başının ordan, Sümerbank fabrikasının arkasından Alacaşar tarafındaki yola giderdik.
Niyemi giderdik, Höllük toprağı getirmek için, kimemi anamın en gıymatlı oğluna..
Niden mi çünkü sadece Sürtüğün Bayırın'da, Höllük ocağı vardı...
Ocağa varınca halam; nacakla kazar, keserin arkasıyla toprağın kerseklerini ezer, kazdığı toprağı kalburla bir iki kere kabaca eler, çuvallara doldurur, eşşeğe yühler, üstünede beni oturtur, eve gelirdik.
Evdede halam az soluklanır, ince elekten tekrar elerdi.
Anam çok "GIPTI"ydı, eski kullanılmayan pindir çölmeklerini atmaz, saklardı. Bide bilgiç, bilgiç "Sakla samanı, gelir zamanı" dir.
Sakladığı bozarmış pindir çölmeklerini ortaya getirir, elenmis toprak, bunlara doldurulur. Ahırsekisinin bir gıyına dizilir, doğum beklenirdi.
Bizim gardaş doğduktan sonaa anam altını değiştireceği zaman kundağını açar, kundağın içinde de 2..3 kat bez olurdu.
En içteki beze sobamızda ısıttığı toprağı serer, dirseğiylede ısı kontrolünü yapar, gardaşımı üstüne yatırır, bacaklarını bitiştirir, toprakla her tarafını örter, ilk bezi sıkıca sarar, ikinci bezide üstünden sarar, gardaşımın kollarını iki yanında birleştirir, kundak yapardı.
Bir parmak eninde diktiği upuzun kundak ipiyle de enseden dolayarak, ayaklarının üstüne denk getirir bağlar, ayağında sallar, uyuturdu...
"Höllük" her bebekli evde önceden hazır edilir, herkes kullanırdı. Bez yıkama derdi olmaz, bebek altına yaptığı zaman gübreli gübreli uyutulmaz. Altı açılır, yaş veya pislenmiş kısmı atılır, eski tava veya tepsideki "HÖLLÜK" toprağı ısıtılr, tekrar sarılırdı. Adet öyleydi.
Bebekler pişik yara bilmez,
Gaz, Tuz derdi olmaz,
Sancı çekmez, mışıl mışıl uyurdu.
Yeni nesil ne höllük gördü, ne belek,
Bizlermi şanslıydık, onlarmı nirden bilek...
Gelelim konu başlığına; yıllarca bebeği olmayan bir annenin oğlu olur.
Selâm; Bugün sizlere Nevşeer'imizin meşhur hamur işlerini anaatmaya çalışacağım.
"Bismillah" diyelim, söze girelim.
Bizim bir "Dolma Mantımız" vardı, biz öyle bilir, öyle dirdik. Afiyetlede yirdik...
Bizim bu Dolma Mantımız ne hikmetse; Gayseri'liler sayesinde son 20 senede moda olup adım başı "Mantı evi" açılıp, mantı evlerininde ''CILKI" çıkınca Mantıdan ziyade, Yoğurtlu Mantı çorbasına dönüp; Mantılar sulu yoğurdun içinde kulaç atıp, yüzerken üstüne üstlük birde sosyeteninde gözdesi olunca ismindeki Dolması gitti, Mantısı bize kaldı yadigar... Nidemm, nidemmm...
Dolma Mantıyı rahmetli babam çokk severdi. Anama hatun ağşama bi "Dolma Mantı" yapsanda yisek dirdi. Anama yapması pek bi eziyetli gelirdi emme yapmaya zorunsada; emir büyük yerden "Yaşarağa" diyecekte, yapılmayacah hee, sıkar biraz. "Emir; demiri keser" misali. Anamda az yaman değil ufacık tefecik ama boyundan büyük inadıda var emme inatlaşır, yapmazsada ağşama da Yaşarağanın gazabı var... Niyseem
Anam babamdan tırstığı için sohrana sohrana işe goyulur. Himen mutfağa geçer, leğençe gibi bir kabımız vardı; onun içine un guyar, suyunu, duzunu gatar hamuru garar himencecik iki "Bezi" yapar, üstünede nemli bir bez örter o dinlenirken; beri yandan mantının iç avayni için; Etin içine güçcük bir soğanı ince ince çiter duzunu, garabiberini gatar elinin ucuyla garar, hazırlardı...
Odamızın ortasına sufra bezini serer, tahta "Honçamızı" guyar ve ohlavayı eline alır, kalınca bir hamur açardı. Anamın eline nidense ohlava hiç yahışmazdı. Pek bi eğreti dururdu emme anam yinede iyi becerir, yapardı. Bense; beni heeç sormayın onu bile beceremem.
Anam açtığı hamuru karelere keserken bendenizde usul usul sohulurdum.
Anam çok titiz bi hatundu. Heç üşenmeden galkar, ellerimi yıhatır, tekrar oturturdu. Niysem
Hazırladığı iç etini kare kare kestiği hamurlara parmak ucuyla dohundurur, bende miniminnacik ellerimle bi gözel gapatırdım.
Bak bunu iyi becerirdim, mantılarım gulaklı, gulaklı pek gözel olurdu...
Anamsa tepsiye un sepeler, mantıları içine dizerdi. Onlar dinlene dursun. (Biz fırınlama bilmezdik, şimdi mantılar fırınlanıyor).
Genisçe sahana iki diş sarmısak ile duz iyice ezilir, beri yandan rahmetli Dursun halamın getirdiği "Cingil" yoğurdundan da çokça gatılır, bir gözel özenirdi.
Ocakta suda haşlanan mantılar süzülür, yoğurda garıştırılır, mis gibi tereyağlı, salçalı "YÜZ" (sos)yapılır. Üstüne gezdirilir hep birlikte afiyetle yinirdi.
Nevşeer'imizde genelde bol nohutlu varsa domates yoksa salçalı sos yapılır, mantının üstüne dökülür, yenilirdi de...
Babam rahmetli 32 ay askerlik yapmış o devirde askere nohut yemeği çoh çıharmış. Babamda nohuttan nefret ettiği için bırak dolma mantı üzerine dökmeyi, nohut yemeği bilem bizde çokk nadir pişerdi...
Babacığım nohuta da çok gaz yaptığı için "Makineli tüfek" dirdi. RAHMET CANINA...
Dolma MANTImız misafir gelirse yüz akımız, misafir gidersekde sofraların yüzakıydı..
Gel gelelim diğerlerine; unuttum sandınız dimi cıkss unutmadım, şimdi anaatacağım...
Erişte, kesme makarna ve gırcı mantı "GÜZ" başında hazırlanırdı. Halam başı çeker gelin, görümce kendilerince çırpınırlardı.
Halam kendine çok yapardı, ilmini bilirdi.
Bize tadımlık yapılırdı. Erişte hamuru ise yumurta, un, duz karışımı olur ayrı yoğrulurdu.
Kesme makarna ve gırcı mantının da hamuru katıca yoğrulur. Halam bu hamuru kaaat gibi açar ama kesme işini halamın bir ahbabı yapardı. Akça pakça nur yüzlü bir hatuncuktu. Herkeşe sırayla mantı, makarna keser, el hakkını alır giderkende eline ufak bi çıkın verilirdi.
Erişteler fırınlanır, kesme çorbalık ayrı kesilir, kesilen makarna ve gırcı mantı damlara hasır yaygının üzerine bembeyaz şeker çuvalından dikilmiş, itaanın (genişce bezler) üzerine yayılarak, kurutulmaya bırakılırdı.
Başıda sırayla behlenirdi. Nidenmi; çünkü kuş pislemesin, kedi içine işemesin diye...
Guruyan kesme makarna ve gırcı mantı üstü gapaklı içi sırlı küplerimiz vardı. Onlara doldurulur, gayıtevimizın bir gıyında yerini alırdı.
Kış gelincede; Eriştemiz tereyağlı pişirilir, üstü cevizle süslenir, üzüm turşusuyla Afiyetle yinirdi.
Bazende kesme makarnamız haşlanır, tereyağında çevrilir üstüne de çölmek pindiri dökülür, yanında kayısı hoşafıyla Afiyetle yinirdi...
Gırcı mantımıza gelince; Anam onu suda haşlarken, beri yanda sarımsaklı yoğurdu hazır eder, üstünede salçalı, kıymalı "YÜZ" (sos) gezdirir sufraya getirirdi. Hepiciğimiz çalakaşık yumulurduk. Yanındada tahin helvası olurdu üstünede onu yirdik.
Selâm; yine yeniden sizlerleyim. Yine "NEVNAR" grubumuzdayım. Şükür kavuşturana diyeyim...Zaman zaman bizim gız ara virme, sık sık yaz didiğinizi duyar gibiyim. Haklısınız emme benimde reelde bir yaşantım, sorumluluklarım ve çalışma hayatım var. Bazende ağır imtihanlarım vardı yaşadım ve sabrettim. Hayr'da, Şerde Allah'tan dedim. Şükrettim.
Rabbimden ilahi adaleti bekledim, bekliyorum vede bekliyeceğim. İnşaallah
Şimdiye kadar ki yazılarımda genellikle güçcüklüğümde diye başlayıp, Nevşeer'imin özelliklerini, gözelliklerini anaatıp, yazıyordum.
Bugünde hemşehrilerime, okurlarıma yani sizlere yine Nevşeer'imin yöresel bir kültüründen bahsedeceğim.
Genellikle yazılarımda kendimce örf ve adetlerimizi, yemeklerimizi sinema ve hamam kültürümüzü, Nevşeer'imin mozaik taşları didiğim toprağımın yetiştirdiği nadide insanlarımızı anaatıp, yazdım.
İçahar, Kadirah, Ilıca, Garaaya gibi "ALLAH" vergisi doğal güzelliklerimizide ilerde anlatıp yazacağım. İnşaallah.
Bugünde "Nevşeer'imin bağları,
"Büklüm, büklüm yolları didim emme önce "Bismillah" didim sonra "Yarabbi" didim,
Yasminin sana sığındı, sana inandı, sana güvendi.
Sana inancı sonsuz; sen "Ol dersin olur," bu Yasmin kulunda yıllar sonra aldı; eline kâadı, galemi düştü; Nevşeer yollarına güçcüklüğümde diye bi başladı, yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını ve derlediklerini kendince; gönlünce diline ne geldiyse, dili ne didiyse, galemince uzun uzun yazıvirdi...
Şincikte uzun lafın kısası," Bu seferde
"BAĞ BOZUMU"nu anaatmaya, yazmaya çalışacağım. İnşaallah...
Nirden mi başlıyayım, tabiki en baştan "Bağ Budama" faslından başlıyayım.
Bağ budamayı babamda, Dursun halamda çok iyi bilirdi, Rahmet canlarına.
Babam Mart'ın sekizinde bağlar budanmaya başlanmalı ki mart'ın onunda asmalara su yürüyecek, "Mart dokuzu" gelmeden budama yapılması lazım ki; bağ'dan verimli üzüm alınabilsin dirdi.
Hatta "Mart'ta sıra ile nNisanda çıra ile dinirdi. Nisan ayı geç kalındığı, çıbıhlar uyanıp ağladığı için gece gündüz demeden çıra aydınlığında bile budanırdı. Sefa Kuzugüden Abim engin bilgisiyle yazıma ışık tuttu. Teşekkürler.
Kocakarı takvimine görede "Mart dokuzunda çıra yak, bağ buda" denirmiş ya; bende araştırdım, Mart Dokuzu 22 mart'a denk geliyormuş..
Mart ayı geldimi Nevşeer'ede bi hareketlilik gelirdi. Dimiyi giyen, Atkıyı, Çarı çeken zabaan köründe ve ayazında yollara düşerdi. Mart'ın ilk haftası bağlarda budama başlar, mart sonuna kadar bağlar budanır, gündüzler yetmezse çırayla sabahlara kadar bağ kütükleri budanırdı. 2 göz veya 3 göz açılımı yapılır. Çıbıhlar toplanır, belinden bağlanır, deste deste yapılır bi gıyıda yığılır. Ağşam üstüde eşeklere yüklenir, evlere getirilirdi. Hatta bizim evde damların köşesine bir duvardan bir duvara gelecek şekilde üçgen kalas uzatılır, onun üstüne deste çıbıklar sırayla dizilir, bu çıbıhlar kendi halinde kurur, yuuka epmek yapılacağı zaman damdan hayat'a atılır, gazellerle tandır tutuşturmaya çok işe yarardı.
Bağ büyük veya çok olunca ırgat tutulur, bağ bellenir, çapası yapılırdı.
Bağ kütüğündeki yeni yeni çıkan filizlerdende toplanır, bu filizlerin kabuğu soyulur, yenirdi. Bazen ailecek "Filiz" toplamaya gidilir, ucundaki taze yapraklarda toplanır, kurutulur. Kışında öfelenir, içine ıcıcıh sızgıt katılır, bulgurlu yaprak cacığı pişirilir; ekşili ekşili yoğurtlanarak afiyetle yinirdi.
Türküsü gibi bende bağ'a girdim, başladım yazmaya ve sıra geldi kükürt atmaya. Filizler dallanıp, goruk olmaya başlayınca küf olmasın diye "KÜKÜRT" atılırdı.
Nasılmı himen diyivireyim. Kükürt eski bir yemeni içine gonur, kütükler sırayla gezilir, yemeni sallanır, kükürt serpilmiş olurdu. "KÜKÜRT" atımı bittikten sonra; Mayıs sonu, Haziran başı gibi yeşeren üzüm yaprakları toplanır, toplanan yaprakların bir kısmı salamura yapılır, küp, küpeciğe basılır, gayıtodasina, gayıdevine dizilirdi.
Kalan yapraklarda yorgan iğnesiyle, yorgan ipine tek tek dizilir, boyu 1 metreyi aşınca iki ucu düğümlenir, tavana asılırdı. Tavan didimde; bizim tandırevimizin tavanı sırayla cerek'ti. "Cerek" sıra sıra ağaç gövdesi belli aralıklarla dizilerek tavan yapılır, üstü tahta kalaslar ile kapatılır, toprak atılır, dam oluşturulurdu.
Rahmetli dedem zamanında bu cereklerin yan kısımlarına uzun çiviler çaktırmış; ucu Y şeklindeki upuzun iğde çubuğuyla, sadece ipe dizdiğimiz yapraklar deyil, hevenk üzümlerimiz, kış armudumuz bilem bu çivilere asılırdı.
Güzün bağ bozumunda astığımız yapraklar kendi halinde kurur, gışında anam indirir, haşlar sarma sarardı. Zaten Rahmet canına Dursun halam bizi heç yapraksız bırakmaz, gucak gucak toplar, getirir. Anamda bazen etli bazen zeytinyağlı yaprak sarar, bizde dolmayla birlikte barnaklarımızı da yirdik.
Temmuz ayı gelincede üzümlere alaca düşerdi, halk arasında alaca düşmüşse üzümler olmaya başlamış olurdu.
Banni üzüm veya barnak üzümümüzde Ağustos ortasında olmaya başlar, ağustos sonu gibi de bağ bıçağıyla kesilirdi.
Bağ bıçağı didim de yay gibi kavisli, tahta saplı ve ağzı kertikli olurdu.
Dursun halamla bağa gittiğimiz zaman halam el çabukluğu ile keser keser atardı.
Biz halakızımla barnak kadar çocuğuz; el kadar bıçakla nirde keseceğiz. Bizde belimize bağladığımız pazen önlüklere üzümleri hışalamadan doldurur, küfelere taşırdık.
İş bitti sandınız dimi cıkkss ayrıca saplı alimünyum kovalar ile halamın ardından kütük kütük dolaşır, dökülen üzümleri çiltimine, denesine kadar toplardıh. Küfelere toplanan banni üzümleri eşekle eve getirirdik..
Rahmetli Dursun halam bizi hiç ihmal etmez, 2 eşek yükü üzümüde bizim eve yıkardı. Kış için bizim hayat'ta çalışmalar başlardı. Anam önce hayadımızı bi gözel yur, yıhar guruyunca itaa yani yaygı sererdi. Nemi yapacağız merak ettiniz dimi, himen diyivireyim.
Hevenk üzümü asacağız, nasıl mı önce Hacıbabanın iğde ağacından ince uzun 1..1,5 metre boyunda kesip hazırladığı çalıların baş kısmına halam çentik atardı. Hacıbaba kimmi tabiki Dursun halamın eşi, bizi çocuklarından ayırmayan aile büyüğümüz, atamız. Rahmet canına..
Nirde kalmıştık çentik dimiştik dimi; halam çentikli kısmına biz "GINDAP" dirdik, keten ipiyle düğüm atarak, asmak için yuvarlağımsı tutak yeri yapardı. Çalılarımız hazır olunca besmele çekilir, bereketli olsun diye dua edilir, banni üzümler salkım salkım takılır. İtaa'ya dökülen deneler ve bağ'dayken kovaya topladığımız ciltim ve üzüm deneleri ilede üzüm turşusu kurulur, ziyan edilmezdi. Besmeleyle başlanınca da her işimiz rast gitsin, bereketi içinde olsun dinirdi.
Anam bizim mutfağın bir köşesini üç gözlü ocak, likitgaz tüp, terek ile mutfak gibi,
çapraz köşeyide gayıd-gaman koymak için kullanırdı. Küp küp reçeller, turşular, bekmezler ve gırcı mantı, makarna köftür, tarana gibi erzak kısmıda o köşede dururdu.
Rahmetli babam her sabah bir tas bekmezi kafasına diker, lıkır lıkır içer, merdiven altına "Ahırsekisi" derdik kümes gibi yapmıştık, 3.. 5 tavuk oraya yumurtlardı. Ordanda 2 yumurtayı kırar çiğ çiğ içer, işine giderdi. Kendiside sağlıklı, sıhhatli dipiii gibi gezerdi.
Şimdilerde ben içsem o bi tas bekmez, 2 yumurtayı kesin öğürtüden hastanelik olurdum. herneyse...
Nevşehir üzümlerimiz çeşit çeşitti; Kızıl üzüm, Mor buludu, İmir üzümü, Keten göynek, Çavuş üzümü, Mis üzümü, Horoz bilmemnesi (terbiyem elvermiyor) vardı. İmir üzümünün yaprağı çok güzel olur, keten göynek üzümününde bekmezine doyum olmazdı. Nevşeer'imizin gözel üzümleri Karşıdağ'da, Sürtüğün bayırında, Alacaşar tarafında, Aliefendi'de, Karayazı'da Kızıltepe'de yetişirdi.
Bugün güçcüğükene gördüğüm, izlediğim; Nevşeer'imin bağ budamasını, bağ bozumunu, iki küfe bir yük hesabıyla eve üzüm çekmemizi, hevenk üzümü dizmesi derken kendi üslubumca, bağ kültürümüzü garınca gararınca anaatıp, yazmaya çalıştım.
Ben yazdım "Allah" artırsın, unuttuklarımı okurlarım tamamlasın istiyorum.
Selâm; yine yeniden sizlerleyim, geçenki yazımda Nevşeer'imin bağları didim, Büklüm büklüm yolları didim.
Akabindede güçcüklüğümde gördüğüm, izlediğim; Nevşeer'imin bağ budamasını, bağ bozumunu, iki küfe, bir yük hesabıyla eve üzüm çekmemizi, hevenk üzümü dizmesini dirkene; kendi üslubumca, bağ kültürümüzü garınca gararınca anaatıp, yazmaya çalıştım.
Bugünde yazıma başlamadan önce Rabbime niyaz edeyim, halimi arzedeyim.
"YARABBİ"; aldım elime kâadimi, kalemimi yine geldim kapına. Ben sensiz tek kelam edemem, yönüm sana, kalbim sanadır. Sen yaz yasmin diyivircen ben Kadirah'ın Şallağı gibi coşup, Kızılırmak gibi taşıp, senden aldığım güçle yazıvireceğim.
Ben kimimki; Söz senin, dil senin, kalem senin. Yasmin bir kul, bir elçidir, bilirsin elçiye zeval olmaz. Sen ne buyurursan yasmin diyivirir, yazıvirir...
Ya Allah, ya Bismillah..
GELDİ EYLÜL, EKİM GÜZ AYLARI,
SIRADA BAĞ BOZUMU, KURU DÖKME...
Gelelim bağ bozumuyla, kuru dökmeye; güzün vakti saati gelince bağı olan herkesi bi telaşe alır, bağlara gidilir, üzümler kesilir, küfelere konulurdu. İki küfe bir yük olurdu. Küfeler dolusu üzümler eşeklerle evlere taşınırdı. Bağın üzümlerini kestik eve yıhtık iş bitti sandınız dimi cıkks nirdee şincide kuru dökeceğiz.
Kestiğimiz üzümlerin bir kısmını bağda kuru dökerdik. Nasılmı himen yazıvireyim; gara üzümlerimiz olgunlaşınca bağın bi gıyısında seki yapılırdı. Toprak yerden 1 karış yükseltilir, üstü düzleştirilir, üstüne kimisi itaa sererdi kimisi toprak zemine sererdi. Kesilen garaüzümler salkım salkım serilir, kurumaya bırakılırdı. 1 hafta sonra çevrilmeye gidilir, iyice kuruduktan sonra küfelere yüklenir, eve taşınırdı.
Evde toprağı bi gözel elenir, kalburla çöpleri alınır, tekrar elenir. Bir kısmı gışlık gayıdevine kaldırılır, satılacak olanda gözelcene elenir. Üzüm pazarındaki dükkanlara toptan satılırdı.
Bağbozumunda kuru sermeyen gışlığını ayırır, kalan üzümünü Taskobirliğe sirke, şıra yapmak için virirdi. Sonradan meysu fabrikası açılınca üzümler toptan oraya verilmeye başlandı.
=PEKMEZİM & BEKMEZİM=
NEVŞEER DİDİKLERİ,
ÜZÜM'DÜR YİDİKLERİ;
ÇOK HOŞUMA GİDİYOR,
BEKMEZ, KÂRLAMA DİDİKLERİ...
Öncelikle Nevşeer manimizi uyarladığım hemşehrim Doç. Dr Faruk Güçlü abime ve manileri yayımlayan FİB haber ekibine, Halakızım Hayriye Canbay'a ve Şefika Arıtürk ablamada sonsuz teşekkürler..
_Oooo "Portakalı soydum" diye bi başlar devamında da;
"Dolapta pekmez,
"Yala yala bitmez..diye devam iderdik.
Hinci işte o bekmezi, dadından yinmiyen bizim bekmezimizi anlatıp, yazıvireceğim. İnşaallah.
Nirde kalmıştık; üzümleri eve yıhtık, biraz yumuşasın diye bir gün dinlenip, beklerken Dursun halam eşşeğimize heybeyi atar, beni ve Hayriye'yide tam ortaya semerin üstüne oturtur, dıgıdık, dıgıdık bekmez toprağı kazıp getirmek için "Sümer İplik Fabrikasının" arkasına giderdik. Nirdemi eski sanayinin ordan yani köprü başının yukarsında, sağa dönünce oradaydı.
Bekmez toprağı Aliefendi mevkinde, Sürtüğün bayır'da, Sümer'in arkasında genelde o civarlarda olurdu. Bekmez toprağını bi gözel kazdık, torbaya doldurduk, ardından heybeye guyduk, evede geldik...
Ertesi gün dinlenen üzümleri halam şırahnemize küfe küfe dökerdi. Üstünede bekmez toprağını tas tas serperdi. Şinci diyeceğiniz ki bekmezde toprağın işi ne.
Bende diyeceğim ki; bekmeze toprak katılırdı ki şirenin ekşiliğini alsın diye. Şimdilerde bazı bölgelerde toprak katmayı bilmedikleri için pekmezlerde hafif mayhoş oluyor. Emme bizim bekmezimiz toprak katıldığı için dadından yinmez olurdu. Herneyse..
Şırahnemize üzümü döhtük, toprağınıda kattıh sıra geldi çiğnemeye bazen halam, bazende konu komşu yardıma gelirdi. Anam pek çiğneyemezdi emme getir, götür işlerini iyi yapar, bir eli "Çalı süpürgesi" misali ortalığı toplardı. Çiğneme faslında; tertemiz bi gıyıda duran özel bekmez çizmesi giyilir, küfe küfe dökülen üzümler çiğneye, çiğneye bi gözel ezilirdi. Ezilen şireler yani üzüm suları şırahnemizin "Çötlen" borusundan akar, Boğlum'da bi kova olurdu, boğlum'daki kovaya dolardı, halam dolan kovayı alır, anam boş kovayı koyardı. (Rahmetli dedem Hızarcı Mehmet ağa 1900'lerde Taşevimizi yaptırırken şırahnenin önündeki boğlumuda kova sığacak büyüklükte yaptırmıştı.) Kovadaki şireler hayadımızda gıyıda duran gazanlara dökülürdü. Topraklı şireler sabaha kadar dinlendirilir, toprağı dibe çöker, beklerken durulan şireler içinde beri yanda diğer gazan hazırlanırdı.
Nasılmı himen diyivireyim; diğer kazanın üstüne iki oklava uzunlamasına konulurdu, üstüne un eleği dengelenir, iç kısmına tülbent serilirdi. Şire usul usul süzülür, çekirdekleri, çeri, çöpü tülbentte kalırdı.
Şıraanedeki "ŞİF"ler bir gıyıda toplanır, üstüne ağırca bir taş konur, 2 gün bekler; boğluma süzülen şire alınır, sirke yapılırdı. "ŞİF" nemi tabiki çerli, çöplü üzümün posası. Biz iyice şiresi süzülen şif'i yani üzüm posasını dama çeker, serer, kurutur, tandırda yakacak olarak kullanırdık.
Kazanın dibinde kalan topraklı şirede içiçe iki torbanın içine konur, ağzı bağlanır. Hayadın bi gıyıya tahta merdivenimiz vardı onu dayardıh. Merdivenin boşluğuna "Hereni" (küçük kazan) yada güccük ilaan konur, topraklı şire dolu torba merdivenin basamağına asılır, şip şip damlayan şire hereni'ye birikir, hiç israf edilmez. O şire'de kazana ilave edilir, bekmez pişerdi.
Merdivene asılan topraklı şire torbası eşek arılarını mıktanıs gibi çeker, şire posasınada eşek arıları dadanır, zıhım arılar ordu gibi hücum eder, eşekarılarından bizde nasibimizi alır, halakızımla sokulmadık elimiz, yüzümüz, kolumuz kalmaz, bide anamdan zılgıt yer, ben salya, sümük zırlarken, Hayriyem daha metanetli durur, gıkı çıkmazdı...
Anam ıcıcıh toprak ve suyla çamur karar, bide akıl verir arı sokması iyidir, bedeninize panzehir olur der, kardığı bu çamurdan eşekarılarının sokup şişirdiği ikimizin eline, koluna, yüzüne, sürerdi.
Topraklı şireyi süzdük, torbada kalan çamur şeklindeki posa atılacak sandınız dimi cıkss. Dursun halam o şireli toprakla tandırevimizdeki büyük tandır, orta tandır ve yemek yaptığımız vede ocak dediğimiz en güccük tandırın ağızlarını bi gözel sıvardı. Bu çamurlu posa beton gibi tutar, kendi halinde kurur, çölmek renginde kızılımsı bir çember oluşurdu. "Çemberimde gül oya" misali şireli toprakla sıvanan çemberli tandırımız pek gözel dururdu.
Gelelim yazımızın en gözel kısmına hani derler ya sahneye "Assolistler en son gelir" diye bende yazımın devamına anlı, şanlı bekmezimizi yazmasam olmaz. Ben pekmez diyemezdim; hani bi kere yazmıştımya 4 yaşına kadar konuşamamışım Tavukcu camimizin asma kilidinden su içirilmiş, dilim açılsın diye ağzımda anahtar çevrilmişti, bu tat kızcağız yani bendeniz; artık kilittenmi, anahtardanmı yoksa Takdir ilâhimi birdenbire dilim açılmış, bi çene, bi çene konuşur olmuşum emme yinede arada derede tatlığım devam etmiş, bazı kelimeleri yuvarlamış, pekmez bile bende bekmez diye devam edegelmistir.
Bekmez didim ve bekmezimizi yazmaya devam ediyorum. Kazan'da dinlenen şireler beklerken; halam tandırevimizdeki büyük ekmek tandırını yakardı. Beri yandan bekmez ilaanının dışını eski bi çapıtla bi gözel mintaxlardıki; isi, karası işlemesin, kolay yıkansın diye. "Mintax" mutfaklarımızın vazgeçilmezi, çok gıymatlı, yegane bulaşık deterjanıydı. Reklamı bilem vardı. "Mintaxla canım mintaxla" diye...
Canım halam; senede bi kere lazım olan bekmez ilaanını mintaxladıktan sonra, tandıra oturtur, altına saçkı serper, tandır yanarken kazandaki tülbentten süzülen şireyi ilaane doldururdu.
Halam bide kef'ini getirsin diye bi gıyıda yoğurt çırpar, içine katardı. Süzgeçlede yüzünün kef'ini toplardı. Şire kaynayadursun aklıma gelmişken yazıvireyim; canıım Şefika ablamda pekmez kaynatırken ham karpuzu keser, içine 1-2 yumurta kırar, eliyle karpuz ve yumurtayı karıştırır, kaynayan şire'ye dökerdi. Bu dökülen yoğurda ve yumurtalı karışıma pek aklım ermezdi emme meğersemki dökülen bu karışım kaynayan pekmez şiresinin köpüren kef'ini toplar, uzun saplı süzgeç veya kevgir'le bu kef'ler alınır, bekmezimiz arı, duru ve kıvamlı olurmuşşş.
Tandırımızda bekmezimiz kaynamaya devam ederken; halam içine koca koca elmalar ile kafa gibi ayvalar atardı. Elma ve ayvalar bekmezin içinde bi gözel pişer, lokum gibi olur, halam kepçeyle tek tek alır, tepsiye dizer al sana ayva tatlısı, al sana elma tatlısının alââsı.
Yemeklerin ardındanda bi gözel afiyetle yenirdi.
Beri yandan bekmez kıvama gelmeye başlar, halam kıvamını, kalitesini anlamak içinde tabağa bir kepçe bekmez koyar, bide dirdiki bekmeze bakınca aynaya bakar gibi kendini görücenki bekmez tam kıvamını bulmuş vede okkalı olmuş dirdi. Halam bununlada kalmaz kaynayan bekmezin bir kısmını orta boy ilaana aktarır, orta tandırda kaynarken yeni ve temiz bir çalı süpürgesiyle karıştırırdı. Bunada "SÜPÜRGE PEKMEZİ" dinirdi. Hem rengi açık olur, hemde daha kıvamlı olurdu. Kaynayıp, kıvamlanan bekmezleri küplere koyardı, küpün birinin bekmezinide oklava ile gidip, gelip çırpardı. Çırpılan bekmez'inde rengi açık, organik sarelle gibi olurdu.
Bekmezi kaynattık, küp, küpecik doldurduk gayıdevine dizdik. Gışında kahvaltıda epmeği bana bana yidik. Ayrıca evimizde tahinimiz eksik olmaz anam sık sık bekmezle, tahan karar, sofraya koyardı. Rahmetli babamda her sabah bir tas pekmezi kafasına diker, üstünede iki çiğ yumurta içer öyle evden çıkardı. Eeee nede olsa eski toprak bekmezin verdiği enerji ile zıpkın gibi gezerdi..
Kış olurda karlama olmaz mı; kar yağıp, damda kar birikince Anam temiz yerinden kenarı mavi, kendi beyaz çinko sahanımıza kar doldurur, üstüne bolca bekmez gezdirir, sıcacık odada çalakaşık yirdik. Ne boğazımız şişer, nede hasta olurduk, demekki temelimiz sağlammış...
Nevşeer'imin bağları, büklüm, büklüm yolları;1. Bölüm, 2. Bölüm dirken; Bağ budamadan başladım, bağ bozumu, kuru dökmesi, hevenk dizmesi, şirahnesi, şiresi, şif'i, çötlen, boğlum, hereni, kazan, ilaan derken bekmezi kaynattım, küp küpeciğe kattım, gış için gayıtevine dizdim. Eksiği, fazlası, üç aşağı, beş yukarı kendimce anlattım, yazdım vede yazımında sonuna geldim.
Ben yazdım "Allah" artırsın, unuttuklarımı okurlarım tamamlasın istiyorum.
Muharrem Nalçacı
Görsel Hikaye Anlatıcı · 7 saat
İSMAİL DÜLGER’İN ÖLDÜRÜLMESİ ...1957
Nar – Sulusaray su kavgası… (Öykü )
…
İsmail’i vurdular Bulhazbaşı’nda;
Kuşlar ve karıncalar ağlar başında !
Can verir ooy, o can bildiği toprakta !
Etmeyin ağalar yiğidim ne etti ?
Getti de ol murada doymadan bitti !
M.N
…
Eylül, Anadolu da bir başka güzeldir. Toprak tüm bereketini Anadolu insanına sunar.
Sebzeler, meyveler, üzümler insan eli değdiği her yerde ben burdayım dercesine sergen
bir halde insanı dört gözle bekler.
Eylülde Anadolu insanının yüzü güler, ruhu dolar. O yakıcı Güneş’in altında kavrulan tenlerin, çatlayan dudakların ve nasır tutmuş ellerin “İşte, her şeye değer ! “ dediği zamandır
Eylül; bir annenin çocuklarına;
“Şükürler olsun ! Bu gışda gaydımız tamam çocuklar !” dediği aydır.
.
Eylül Nevşehir’in Nar Kasabası’nda bir başka güzeldir; karınca misali çalışan insanların
dört gözle beklediği hasrete kavuşmasıdır. Eylül, Nar da umut arayan gözlerin
berekete doymasıdır.
.
Ve işte o güzel insanların memleketinde geçen GERÇEK ÖYKÜMÜZ;
.
O günlerde Eylül ay’ı bitmek üzereydi.Tüm sebze ve meyvelerin çoğu toplanmış
kayadan oyma kayıt damlarına konmaya başlanmıştı. Bağlarda ki üzümler kesilmiş bir halde
toprak sergilere serilip kurumayı bekliyordu.Nar Kasabası’nın temel gelir kaynaklarından en birincisi kuru üzümdü..Kuru üzümü olmayan evin çocukları kanadı kırık kuş gibi boynu bükük olurdu.
Çünkü kuru üzüm para demekti. Kuru üzüm Narlı çocukların ceplerini dolduran çerez, annelerin ise hoşaf yapımında vazgeçilmez ürünüydü.
Yani kuru üzüm o yıllarda altın gibi kıymetliydi
…
O gün Güneş Erciyes’den henüz doğmuş ve Nar Kasabası’nın arı kovanı gibi oyulmuş kaya yüzeylerini işte ben geldim dercesine sıcaklığı ile okşuyordu.
Aşağı mahallede kara dutun hemen üstünde ki Dülgerler’in evinin duvarlarına istiflenmiş bağ çubuklarına tünemiş serçe kuşları Güneş’in tadını çıkarırcasına cıvıldaşıyor hemen aşağıda kara dut ağacında ki bülbülleri kıskandırırcasına kendi dillerinde şarkılar söylüyorlardı. Çenesi düşük bir saksağan karşıda ki evin damına konmuştu. Saksağan bu küçük geveze kuşları zevk ile dinliyordu ki ahşap kapılı evin önündeki at arabasının kasasına “Tak !” diye bir şey düştü.
Kuru bağ çubuklarında ki kuşlar bu sesi duyunca telaşla uçuştular.Saksağan kaçışan kuşlara “Sizi korkaklar “ dercesine bir süre baktıktan sonra o da havalandı ve çay mahalleye doğru uçup gitti.
İsmail Dülger at arabasına bıraktığı ağır çekici eline tekrar aldı,
“Kahreetsin !” diye söylendi “Ne zaman uzak bir yere gitsem bu arabaya bir hal olur “
At arabasının tekerlerine şöyle bir göz attı; fazla bir şey yoktu ama yine de canı sıkılıp karısına,
“Gııız Fadime ! Öğlen oldu öğlen ! Taa Bulhazbaşı’na gidecek !” diye bağırdı.
Halbu ki Güneş henüz çıkmıştı. Nar insanı tez canlıydı.
Fadime kadın elinde su testisiyle kapıda göründü.. Kocası İsmail’e ;
“Şu herifin bugün tersliği üstünde” diye söylendi. Sonra devam etti “Sanki yatıyoh ! İnek sağ, etrafı topla, yiyecek hazırla hep Fadime’nin üstüne.!”
Hemen arkasında uykulu gözlerini oğuşturan oğlu sarı Mustafa’yı görünce,
“Laan Mıstafa ! Bostan korkuluğu gibi dikilme ! Garın Melek geline söyle ocağın yanında yiyecek bohçası var, gapıp getirsin” dedi
Sarı Mustafa’nın karısı Melek’in içerden sesi duyuldu;
“Getirdim anne !”
“Askıda süzme yoğurt var, onu da getir ! “
“Tamam “dedi Melek gelin.
Fadime kadın oğlum sana söylüyom, gelinim sen anla dercesine;
“Şu oğlanda boy bos var amma düşünce yoh ! Her şeyi ben söylücem !” diye söylendi.
Sonrada kocası İsmail’in at arabasının tekeri ile uğraştığını görünce,
“ Gene ne oldu ? Teker mi çıhmış yosa ?” diye sordu.
İsmail Ağa başını tekerden kaldırmadan karısına,
“Yoh “ dedi “Tekerin çemberi gevşemiş. Şimdi bi tas su döktüm mü şişer kalır”
.
İsmail ağa işini bitirmiş olşacak ki derin bir nefes aldı. At arabasına yiyecek bohçasını
koyan oğlu sarı Mustafa’ya,
“Hani Memiş’in oğlu gelecekti ? Geç kaldı” diye söylendi.
Mustafa sarıya çalan saçlarını elleri ile karıştırdı; canı sıkıldığı belli idi; Mustafa’nın ne zaman canı sıkılsa ellerini saçlarına götürür çeki çekiverirdi. Sarı Mustafa parmaklarında kalan sac tellerine anlamsızca baktı. Halbu ki daha dün emmilerin Ahmet’e bağa erken gideceğiz, tez gel demişti.Babasına cevap verecekti ki iki eşek ile Ahmet’in geldiğini görünce içi rahatladı
“Baba ,Ahmet geliyor ! “ dedi “Ben atı ahırdan çıkarayım”
“Kardeşin Hüseyin’e sor, boş üzüm çuvallarını arabaya koydu mu ?” dedi İsmail ağa
Oğul Hüseyin, Mustafa gibi değil unutkandı. İsmail ağa oğlunun bu huyunu bildiği için sormuştu.
Hüseyin at arabasının yanında elinde üzüm çuvalları ile bitiverdi; gülerek,
”Tamam baba !” dedi “Hepsini aldım. “
O sıra iki eşekle yanlarına gelen Memiş’in oğlu Emminin Ahmet, Hüseyin’e;
“Hüseyin emaneti aldın mı ?” diye sordu.
Bunu duyan Fadime kadın kuşkulu gözlerle oğlu Hüseyine bakıp;
“Ne emaneti len ?” dedi. “Silah mı yohsa ?”
“……!”
Fadime kadın, onların sustuğunu görünce birden kaşları çatıldı.Çocukluğu İnallı köyü’nde geçmişti. İnallı, Nar gibi sulak bir yer değil, toprağın suya hasret kaldığı bir yerdi. Bundan dolayı çok ölümlü kavgalar görmüştü. Ne zaman bir silah görse saçları diken diken olur, elleri titrerdi.
Yine öyle oldu; elleri titrerken oğlu genç Hüseyin’e bağırdı;
“O dabancayı hemen yerine goy ! Dabanca namusdur ve ancak namus için daşınır !”
Hüseyin yumuşak huylu bir gençdi. Anası bişey dese hemen yerine getirir, iki etmezdi fakat, bu sefer öyle olmadı; annesine diklendi;
“Ana “ dedi “Ortalık iyi değil. Narlılar suyumuzu kesiyor diye Sulusaraylılar silahlanmış diyorlar !”
“Doğru söylüyor “ dedi Emmilerin Ahmet. Ahmet eşeğin üzerinde sözlerine devam etti;
“Narlıları vuracaz !” demişler”Gideceğimiz yer Sulusareay dibi. Ya bişey olursa ?”
“Bişey olmaz !” diye çıkıştı Fadime kadın. “Sen dediklerine bahma, Sulusaraylı bişey yapmaz. Biz gevurdan dönme miyiz ki, hepimiz Müslümanız !”
O sıra lafa İsmail Ağa girdi;
“Oğul “ dedi “Sen anayın dediğini yap. Silahı yerine goy ! Bi cahillik eder can yakarsın..”
“Ocağımız söner !” dedi Fadime kadın “ Söner de yüreğimize oturur. Ondan gari mapus damlarında oğul bekle !”
Hüseyin eşek üzerinde olanları izleyen Memişin oğluna baktı; Emmilerin Ahmet sen bilirsin dercesine Hüseyin’e kafa salladı.
Genç Hüseyin
“Tamam ana !” dedi “Lakin başımıza bi iş gelirse ?”
“Gelmez !” dedi Fadime kadın, omzunu dikleştirerek “Başımıza düne kadar ne gelmiş ki
bugün gelsin !”
“Sen bilirsin” dedi Hüseyin ceket altında ki şişkinliğe dokunup tekrar içeri girerken söylendi,
“İnşallah başımıza bi hal gelmez ! “
İsmail Ağa oğluna,
“Onu kaya dolabın yanındaki yüklüğün altına koy. Çoluk çocuk görmesin..”
Hüseyin babasının sözlerini duymadı bile; eve girip çıktığı bir olmuştu. Hüseyin’nin belinde şişkinlik artık yoktu.
Sarı Mustafa onlar tartışırken kırat’ı arabaya çoktan koşmuştu bile.
Melek gelin kocası Mustafaya yanaşıp usulca;
“Mıstafam !” dedi "Bu gece kötü rüya gördüm. Dikkatli olun emi !”
Sarı Mustafa pek nadir gülerdi; karısına bir şey demeden zorla gülümsedi.
…
Aile yola çıkmaya hazırdı. İsmail Ağa, oğlu sarı Mustafa, Karısı Fadime ve kızı Emine at arabasına binmiş Emmilerin Ahmet ve oğul Hüseyin ise eşeklere binmişti. İsmail Ağa kırat’ın çok sevdiği o cümleyi söyledi
“Haydi oğlum Bulhazbaşı’na ! Varır varmaz arpanı torbanda bil !”
Kırat sahibini anlamışçasına ileri atıldı. Yolun uzak olduğunu o da tahmin etmişti ama sahibine
güveni tamdı. Her adımda ayak kasları daha da şişiyor, bu yol ne ki dercesine arabayı kuş gibi uçuruyordu.
…
Dedik ya eylül sonları Anadolu da bir başka güzel olur. Yeşil asma yapraklı üzüm bağları gün doğumundan batımına değin sahiplerini bekler. Beyaz üzümlerin Güneş’e bakan yanakları utangaç gelin gibi al al olur. Misket, Parmak üzümü, ketengöynek, mor renkli buludu gibi üzüm çeşitleri sele ve kovalarla özenle toplanıp kamış örgülü küfelere konurdu. Bir kısmı kayadan oyma damlarda kuru çalı değneklere tek tek takılarak kış günleri sofralara hazır hale getirilir. Diğerleri ise pekmez yapımı için ateş üstünde büyük bakır leğenlere dökülüp kaynamayı bekler. Bu üzümlerden pekmez harici köftür, tarhana tatlısı yapılır. Köftür ve tarhana hasırlar üstüne küçük dilimler halinde konur ve Güneş’e nazır bir damda kurumaya bırakılırdı.
Siyah üzümler ise; sergi dediğimiz toprak tepelerde kurutulur. Her serginin göğsü mutlaka Güneş’e bakar. Kuruyan üzümler yağmur yaş değmeden özenle toplanır. Altında kalan topraklı üzümler ise delikli kalburlarda elenerek çuvallara konurdu.Sonraki yıllarda ise bu üzümlerin altına gazete kağıdı veya naylon serilmiştir. Böylece üzümün toprakla teması kesilmiş olur.
.
Anadolu toprağı bereket demektir. Anadolu onu seveni daha çok sever. Sevdikçe daha çok ürün verir.Sevdikçe ona gönül verenleri gücendirmez, gönüllerde taht kurar.
O gün Dülgerler’in Sulusaray yakınlarındaki Bulhazbaşı’n da ki kuru üzüm sergisi de böyledir. Sergide ki üzüm taneleri öyle güzel ve temiz kurumuşlardı ki İsmail Ağa eline kuru üzüm
salkımını alıp karısına gösterdi;,
“Fadime “ dedi “Şuna bah hele !”
Fadime kadın kocasının elindeki kuru üzüm salkımına şöyle bir göz attıktan sonra
“Heriif ! Maşallah de ! Maşallah ! Tüm salkımlar aynısı. Bu yıl fırtına mırtına da olmadı.
Olmayınca salkımlar gelin eli gibi maşallah !”
Fadime kadının oğlu Mustafa kuru üzümleri çuvallara dolduruyordu. Annesine güldü;
“Ana “ dedi “Gelin eli üzüm gibi mi olur ?”
“He tabi !!! Başka nasıl olur ? Elbette gelin eli gibi temiz olur” diye söylendi. Sonra başını
Mustafa’ya döndürüp;
“Sen garının elini heç kirli gördün mü ?”
Mustafa doldurduğu üzüm çuvalını sırtlayıp arabaya koyar iken,
“Doğru valla !” dedi “Bizimkinin eli hep temiz olur”
Fadime kadın
“Aah ah !” dedi “Anaların lafını bi dinneseniz ! Analar evladını hep korur amma bunlar bilmez !”
Sonra oğlu Mustafaya
“Mıstafam !” dedi “Keşke Saffeti’mi de getirseydin. Çocuk toprakta goşar oynardı !”
“Ana, gıyamadım ! Hem mışıl mışıl uyuyordu “ dedi Mustafa
Fadime kadın derince iç çekti,
“Aaah ah ! Ben yanarım yavruma ! Yavrumda yanar yavrusuna ! “ dedikten sonra
gözleri küçük oğlu Hüseyin takıldı;
Hüseyin sergideki işini yarım bırakmış, ayakta dikili bir halde etrafa kuşkulu gözlerle bakıyordu.
Fadime kadın
“Ne oldu len ? Gene değnek gibi dikildin !” dedi
Hüseyin anasına cevap vermedi. Arkadaşı Emmilerin Ahmet’e dönüp;
“Amet” dedi “İlerdeki çalılıklarda karartılar gördüm”
“Nerede ?” dedi Ahmet
Hüseyin elleri ile yüz, yüz elli metre ilerideki çalılıkları gösterdi,
“Aha, şu sivri kayanın ardındaki çalılıklar !”
Emmilerin Ahmet gösterilen yere dikkatlice baktı; bir şey göremedi.
“Hayal görmüş olmayasın ?” deyip güldü.
O sıra lafa babaları İsmail Ağa karıştı
“Az önce ben de gördüm. Fakat telaşta kalmayın diye ses etmedim “ deyince karısı Fadime kadın;
“Amanıııınnn !” diye hayıflandı. Sonrada devam etti,
“Aman ki aman ! Elinizi çabuk tutun ! Üzümleri sergiden toplar toplamaz buradan
hemen gidelim !”
Alel acele sergide kalanlarıda kalburla elemeden toz toprak içinde topladılar.
Sarı Mustafa inanmıyor, kırat’ı bağladığı yerden çözerken kendi kendine söyleniyordu;
“Yok canım !” diyordu “ Dört kocaman adamız, bize kim zarar verebilir ki ?”
Fadime kadın ise,
“Mıstafa dırlanıp durma ! Düşman uyumaz derler. İçime kurt düştü. Neme lazım
buradan hemencik gidelim !” dedi.
…
Öyle de yaptılar. At arabası ve eşeklere yüklenen kuru üzüm çuvalları hazırdı. Henüz elli altmış adım gitmişlerdi ki Fadime kadın;
“Tüüüh ! Kahretsin ! Kalburu sergide unuttum !” deyip gerisin geri yürüyordu ki İsmail Ağa,
“Dur kadın !” dedi “Ben şimdi alır gelirim !”
O gün hava gizemli bir haldeydi O gün Erciyes’in başı az bulutluydu fakat eteklerine
yerleşen sis onu belli belirsiz yapıyordu. Halbu ki başka zaman olsa Erciyes doruklarında ki karları gümüş bir madalya gibi doğaya yansıtırdı.Erciyes kendi bedenine saklanmış olacakları
görmemek için sanki yüzüne ince bir tül çekmişti.
“Tak ! Tak ! Tak !” Sonra bir daha
“Tak ! Tak !” etti.
Silah sesleri etrafı çınlattı. Çalılıklarda ki kuşlar korku ile havalandılar.
İsmail Ağa sıcak bir şeylerin vücuduna temas ettiğini hissetti. Vücudu ağırlaşmış, ayakları bedenini tartmaz olmuştu. Bu da neyin nesi dercesine elinden toprağa düşen kalbura bakıyordu.
O an vücudunu yoklamak aklına bile gelmedi.Belini doğrultamamıştı.
Bir ara karısı ve çocukların bulunduğu yere baktı; kendisine doğru koşuyorlardı. Ayakları altındaki toprakta kırmızı ıslak lekeler oluşmuştu.İsmail ağa bunlar bana mı ait dercesine şaşırdı. Ayaklarında takat kalmamıştı; dizleri büküldü ve bir çınar bedeni gibi toprağa devrildi.
“Babam !” diye bağırdı büyük oğlu sarı Mustafa “Babam sana gıydılar !”
Mavzer kurşunu İsmail Dülger yere eğildi ği an omzundan girip boynundan çıkmıştı.
Fadime kadın kendini yerden yere atıyor,
“Amanıınn ! Herifimi vurdular amanın !” diyor başka şey demiyordu.
Kendini ilk toparlayan sarı Mustafa oldu.; Babasının sırtından ve boğazından akan kanı
durdurmak istiyor diğer yandan kardeşine bağırıyordu
“Hüseyin at arabasını hemen boşaltın ! “
Hüseyin ve Emmilerin Ahmet bunu bekliyormuş gibi koşarak arabaya doğru gittiler.
Mustafa babasının kan akan boynuna boğça bezi sarıp onu kucağına aldı ve arabaya doğru
hızlıca yürüdü.
Gülşehir- Nevşehir kavşağına vardıklarında yaralı İsmail Ağa’nın iniltisi kesilmişti. Mustafa bunu farketmişti ama yanındakilere belli etmedi. Bir umutla belki yaşıyor diye düşündü. Nevşehir tarafına giden bir kamyon falan var mı diye baktı; toprak yol ıpıssızdı. Babası İsmail’in soluk alış verişleri belli olmuyordu.
Sarı Mustafa at arabasını süren kardeşi Hüseyin’e bağırır gibi;
“Hüseyin, atı kamçıla !” dedi.
….
Nar belediye meydanına vardıklarında Fadime kadın kocası İsmail’in hala yaşadığını sanıyordu. İsmail Dülger’den ise ses seda yoktu. Narlılar bir anda at arabasının etrafını sardılar. Ve İsmail Ağa’yı bir dolmuşa koyup hastaneye götürdüler..Akşam üzeri aynı dolmuş İsmail Ağa’yı evinin yakınında ki kara dutun dibine getirdi.. İsmal Dülger ölmüş, evine cenazesi gelmişti.
Karısı Fadime, kendini yerden yere atıyor , canhıraş feryatları belediyeye kadar ulaşıyordu.
“Gomşular İsmail’im gettiii! “
İsmail Dülger’in kızı ve oğulları derin acılar içinde bir şey yapamamanın ıstırabını yaşıyordu.
Oğlu Hüseyin göz yaşları içinde yumruğunu sıkarak,
“Babamın intikamını alacağım !” diye bağırdı
Salihlerin Hayriye kadın Hüseyin’e can oldu
“Al guzum ! Babayın ganını Sulusaray’lıya goma !”
Barutcunun Hayriye de fitili ateşler gibi,
“Aah ah ! Aslan gibi İsmail’i vurdu gahpeler !” diyor başka şey demiyordu.
Nar’ın erkekleri ise derin ve ezik bir sessizlik içinde cenaze evinde toplanmıştı.
Ortalıkta çıt yoktu. Herkesin yüzünde keder ve meçhule gezinen bir anlam vardı.
Hiç kimse bundan sonra olacakları düşünmek dahi istemiyor gibiydi. Çünkü Nar ve
Sulusaray arasındaki bu su kavgasında ilk kan akmıştı. Ya bu kanın devamı gelirse ?
Kirişlerin Emine’in ortalığı çınlatan sesi duyuldu;
“Eeey Narlılar ! Bu kan burada galmıyacak ! Adam olan bu ganı yerde bırakmaz !”
Başka bir ses;
“İsmailin ganı yerde galmaz ! Hesabı Sulusaray’lıdan sorulacak ! ” dedi
“Vah vah ! İsmail’i nerede vurmuşlar ?”
“Bulhazbaşı’nda diyorlar !”
“Çohlar mıymış ?”
“Bilmem. Gaç gişi olduğunu bilen yoh ! Alaman mavzeriyle vurmuşlar”
“Vah İsmail’im vah ! Boyunu posunu sevdiğim ! Sana nasıl gıydılar !”
“Vah ki vah !” dedi Milazımın Hayriye de
“Aslan gibi İsmail’i yediler ! Yedilerde bitirdiler ! “
Bir başka kadın ellerini dizlerine vurup feryat figan ediyordu;
“Vaaayy İsmail vaayy ! Elleri gırılsın ! Gırılsında gendi ganlarında boğulsunlar !”
İsmail Dülger’in oğlu Hüseyin yerinde duramıyor, insanlar ağıt yaktıkça daha çok kızıp köpürüyordu.
“Gan akacak “ dedi Hüseyin yere tütkürür iken “Öyle bi gan akacak ki !”
Hüseyin’in eli yüzü toz toprak içindeydi.Ağız kenarına bulaşan toprak çamurlaşmıştı.
Hüseyin sinirli bir halde yere bir daha tükürdü.
O sıra Muhtar, Hüseyin’in yanına yanaşıp, usulca;
“Hüseyin “ dedi “Biz de çok üzüldük. Bu mesele burada bitmeyecek lakin, önce babanı yarın
defin edelim. sonrası Allah kerim !”
Hüseyin muhtara cevap vermedi; ters ters baktı.
O gün ortalık çok gergindi. Bazı kişilerin ceket altları şişkin ve silahlı oldukları belli oluyordu.
Bu iş burada kalmayacak ilk kan sonrası kan akacak gibiydi.
Sarı Mustafa insanların yüzlerindeki öfkeyle karışık endişeyi görüyordu
“Allah kerim !” dedi Mustafa. “Muhtar doğru söylüyor;
"Yarına Allah kerim ! “
“Yarın ola hayır ola !” dedi tekrar muhtar. Muhtarın beli şişkin ve doluydu.
Sarı Mustafa çok hüzünlüydü. Babasının akan kanı hala elbisesindeydi. Değişmeye vakti dahi olmamıştı. Çaresizce parmaklarını sıkıyor, sıktıkça parmaklarından değil yüreğinden “Küt ! Küt !” ses geliyordu. Mustafa hırsla mırıldandı;
“Hele yarın bi olsun da !” dedi
…
.
Yarın oldu; Nar halkı göz yaşları içinde İsmail Dülger’i toprağa verdiler. Sonrası mı ?
Belediye başkanları, Jandarma komutanı, Nar ve Sulusaray ileri gelenleri toplandı,
Bu gergin ortamı yumuşatacak adaletli bir karar alacaklardı. .Ve aldılar.
Karar şöyleydi. Hiç kimse bir daha diğerine zarar vermeyecek. Su bundan böyle öğleden sonra Kemerpınar gölünden aşağı kısım Sulusaray’a akacak. Nar’dan hiç kimse suyu kesmeyecek.
Kesen olursa cezalandırılacak.
…
Olan güzel insan İsmail DÜLGER’e olmuştu.. Bulhazbaşı’n da kahpece sırtından vuruldu..
Bu olayı Nar halkı hiç unutmadı fakat, kinde gütmediler. Çünkü Narlıların tek bir amacı vardı; çocuklarını okutmak.
Olayı çocuklarına anlattılar. Çocukları da çocuklarına.
Ve bu dramatik öykü günümüze kadar geldi.
Bize de sevgili arkadaşımız Sedat DÜLGER’in bilgileri ve desteği doğrultusunda dedesi
İsmail DÜLGER’in acı öyküsünü yazmak kaldı.
Anısı önünde saygı ile eğiliyorum.
Ol hikaye budur.
Ruhu şad olsun !
.
Katilleri mi ? İki şüpheli beş yıla kadar ceza aldılar..Ve bir zaman sonrada çıktılar.
...
KAYNAK; Sedat DÜLGER (Torunu) ……..Emine Dülger KARACAKURT… (Kızı, 87 yaşında)
https://www.facebook.com/turgay.kozan.92
Hikayelerim -7
EMİNE GELİNİN HİKAYESİ
Aşağıda anlatacağım hikayede her ne kadar isimler farklı olsada olay gerçektir…
…
Emine, Çat Kasabası’nın en güzel kızlarından biriydi. Orta boylarda, kırmızı yanaklı, insana yakın
ve çalışkan bir yapıya sahipti. Emine aynı köyden Ahmet ile nişanlanmış yakında düğünleri olacaktı.
Bir gün Emine eşek ile tarlaya giderken önünü amca oğlu Kamil kesti.Kamil,
“Emine “ dedi “Ben sana yanıyom ! Benim olacaksın !”
Emine’nin elinde bağ bıçağı vardı. Kamil’in geldiğini görmüş bıçağın ağzını açmıştı.
“Kamil bah !” dedi “ Sen benim emmim oğlusun, ganımız yakın. Ayrıca ben nişanlandım, etme ! Senin yaptığın erkeklik değil.”
Kamil ne olur ne olmaz dercesine Emine’ye yaklaşmadan sırıttı;
“Emine, öyle ya da böyle benim olacaksın. Seni o adama yar etmem !” dedi
“Ben nişanlıyım” dedi tekrarından Emine “Sen benim gardeşim sayılırsın”
“Ne gardeşi laann! Ben senin için yanıp tutuşuyom !”diye bağırdı Kamil.
Emine elindeki testere gibi bağ bıçağını göstererek;
“Hele bi yanaş !” dedi “Hele bi yanaşda görelim !”
Kamil korktu; yanaşmadı fakat, Emine’ye el kol hareketleri yaparak uzaklaştı.
Fakat bu iş burada bitmemişti; Emmi oğlu Kamil, fırsat buldukça Emine’yi rahatsız ediyor,
“Emine benim olacaksun !” diyordu.
Emine tehlikenin farkındaydı ama elinden bişey gelmiyordu. Yaşlı babasına bir kez konuyu açmış, o da
“Ben Kamil’e söylerim. Bi daha yoluna çıhmaz” demişti.
Fakat Kamil onu sıkıştırıyor, ıssız yerlerde önüne çıkıyordu.
Derken güz geldi;Emine ve Ahmet düğün yaptılar. Güzel bir evlilikleri vardı. Bağ ve bahçeleri az olsada hayatı idame ettiriyorlardı. Bir gün kocası Ahmet’in dayısından Ahmet’e
“O iş tamam. Seni yakında Almanya’ya aldırdırım !” diye telefon geldi.
Ahmet sevinçle karısına sarıldı.
“Emine “ dedi “Dayım çağırıyo !”
Taze gelin Emin’nin içinde bişey “Cııız !” etti.Kocasının Almanya’ya gitmesine gçnlü razı değildi.
Kötü bir şeylerin olacağından korkuyordu.
“Eminem !” dedi kocası “Gider gitmez söz seni de aldırırım !”
Ama öyle olmadı; Ahmet Almanya’ya gideli iki yıl olduğu halde izine dahi gelemedi.
Emine gelin emmi oğlu Kamil’in bakışlarından çok tedirgindi.Onu takip ediyor peşini bir türlü bırakmıyordu.
Kamil yine bir gün Emine’nin önünü kesti;
“Emine kurtuluşun yoh ! Benim olacaksın !” dedi.
Emine belki iyilikle emmi oğlunu ikna ederim diye düşümdü;
“Kamil “ dedi “Bah gardeşim, ben evlendim bahlandım ! Kimi kimsem yoh ! Gocam senin bana sırnaşdığını duyarsa beni boşar ! Etme, eyleme ! Hayatıma yazıh etme !”
Kamil ekşi ekşi gülümseyerek Emine’nin yanından uzaklaştı fakat peşini yine bırakmadı.
…
Kış gelmişti. Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi sobalar yanıyor, dumanları raks ederek gök yüzünde dağılıyordu. Ahırlarda ineklerden sütler sağılıyor tereyağı ve yoğurt yapılıyordu.
O gün Emine helkide yoğurt kalmadığını gördü.
“Tüüüh !” dedi Helki de heç yoğurt kalmamış !”
Komşudan iki kaşık yoğurt almak için dışarı çıktığında emmi oğlu Kamil kapının önünde onu bekliyordu,
Emine’nin bir an dizleri titredi. Kamil paltosu sırtında ona alenen asılıyordu.
Eminenin başından aşağı kaynar sular döküldü. Döküldü de buz oldu o soğukta kaskatı kesildi. Emine çaresizce emmi oğluna baktı; Kamil yine o ukala tavırlarıyla gülümsüyordu. Emine'nin çaresi kalmamıştı. Dudaklarından şu cümleler döküldü;
“Kamil “ dedi “Beni mi istiyon ?”
“He !” dedi Kamil sarı dişlerini gösterircesine sırıtarak
“Yarın bizim ahıra gel ! Orası sıcah olur” dedi
Emmi oğlu Kamil ellerini oğuşturup,
“Tamam” dedi “Yarın ahırdayım ! Sözünden dönmek yoh ama ?”
“Yoh !” dedi Emine
Kamil dönüp giderken Emine gelinin gözleri gibi yüzüde buz gibiydi. Emine açılan çiçek işlemeli yemenisini sıkıca doladı. Komşuya gitmekten vazgeçmişti.Kararlı bir şekilde ahıra yönelip kapıyı açtı;
iki ineğine acır gibi baktı. Onlarla her zaman konuşur, evin horantası imiş gibi sohbet ederdi.
Emine gelin hiç bir şey demedi; kapıyı örttü üstdeki odasına gitti.
…
Ertesi gün olmuştu. Öğleye doğru emmi oğlu Kamil avlunun yarı açık bırakılmış kapısından süzülerek içeri girdi.Emine oda penceresinden onun gelmesini bekliyordu.Kamil’in geldiğini görünce aşağı inip ona zorla gülümsedei. Emine, Kamil’e;
“Sen ahıra gir. Üstünü çıharadur, ben hemen geliyom !” dedi
Kamil ahıra girip heyecanla elbiselerini çıkarmaya başladı.Öyle ya yanıp tutuştuğu kadın biraz sonra kucağında olacaktı.Kapının yan tarafında ki minderin üstünde çıplak vaziyette Emine’yi beklemeye başladı.
Emine’nin gelmesi uzun sürmedi. Ayak sesleri yaklaşıp kapı açıldı.
Kamil’nin heyecanı doruk noktasına çıkmıştı..Yıllardır özlemini çektiği an gelmişti işte.
Emine kapıdan içeri bir adım atınca Kamil onun elindekini gördü; Emine gelinin elinde sıkı sıkı kavradığı kocasının namusunu koruması için ona emanet bıraktığı sarı kabza bir ondörtlü vardı.
Kamil olduğu yere mıh gibi çakılıp kalmıştı. Emine’nin elindeki silah üç kez,
“Güm ! Güm ! Güm !” diye patladı.
Emmi oğlu Kamil tozlu minderin üstüne kanlar içinde yıkıldı ve bir dahada kalkamadı.
Jandarma geldiğinde Emine diz çökmüş bir halde ağlıyor bir taraftanda söyleniyordu;
“Neden Kamil ? Gendinede banada yazıh ettin ! Etme dedim ! Yapma dedim ! Yalvardım, yakardım !
Aaah Kamil, ikimizede yazıh ettin !”
…
Jandarma başçavuşu ahıra girip şöyle bir göz atınca durumu anlamıştı. Hıçkırıklar içindeki Emine’nin omuzuna elini yavaşça koydu ve;
“Hadi bacım” dedi “Gidelim !”
Emine gelinin elleri kelepçelenip jandarmanın jeep’ine binerken yakındaki camiden ezan sesi geliyordu. Emine’nin duvar dibine döktüğü yemek artıklarına kuşlar konmuş şu zemheri ayda bir an önce karınlarını doyurmanın sefası içindeydilerki askeri jeep “Puf ! Puf” çalışınca onlarda kanat çırpıp uzaklaştılar. Orada sadece bir kuş kalmıştı. Kuşun kanadı kırık gibiydi. Yürürken yalpalıyor, kanat çırpıyor ama bir türlü havalanamıyordu. Birkaç deneme daha yapan kuş olmayacağını anlayınca duvarda bir delik bulup içine girdi.
Belli ki o da Emine gelin gibi kaderine razı olmuştu.
…
ve aradan birkaç ay geçmişti. Nevşehir adliyesine yolu düşen genç bir adam nezarethanede Emine gelini gördü. Emine gelin olanları göz yaşları içinde kısaca anlatıp şöyle dedi;
“Abi bana çok ceza verirler mi ?”
Genç adam yöresel kıyafetler içindeki bu Çatlı geline önce acır gibi baktı. Sonrada gülümsedi,
“Yok bacım “ dedi “Senin idamın beş altı sene. Ağır tahrik, namusu müdafa, ne ararsan var.
Her şey hakimin elinde fakat sen en fazla beş altı ay yatar çıkarsın !”
Emine’nin hüzünlü gözleri birden ışıdı,
sevinçle
“Sahi mi abi ?” dedi “Doğru mu söylüyon ?”
“Doğru “ dedi genç adam. “Her kelimesi doğru “
…
Emine gelin altı yedi ay sonra çıkmıştı fakat olanlara Almanya da ki kocası bir türlü inanmamış olacak ki karısı Emine gelini boşamıştı. Hayat maalesef acılarla yoğruluyor. 1982 de Çat kasabasında geçen bu olay diğerleri gibi unutuldu gitti.Ve zaman ekmek arayan kuşların kanatlarında uçtu gitti ..Aradan yıllar geçti, kışlar, yazlar, zemheriler, baharlar geçti. .Emine gelin gibi saf ve temiz Anadolu kadınının acıları hiç bitmedi, bu güne kadar geldi. Dostlar yüreğinizde ki güzelliklerin eksilmemesi dileğimle !
Ol hikaye budur.
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
ANADOLU DA HARMAN ZAMANI
…
...
“Anaaa, ben ne zaman doğmuşum ?”
“Harman zamanı yavrııım ! Sen harman zamanı ekinler toplanırken doğdun !”
…
Anneler, çocuklarına eski harman zamanlarını anlatır ve
“Aah yavrııım !” derdi “Şimdi her şeyin golayı çıhdı. O zamanlar gara saban vardı. Trahtör mırahtör yohdu ki..Ekinler desde desde toplanıp at ile eşşek ile gaya harmana daşınır, gara saban goşulurdu. Bizim gençliğimizde elimize alacah orağımız bile yohdu.. Aaah ah ! Her şeyin golayı çıhdı da insan bunu şimdi bilemiyo.”
Bir zamanlar Anadolu da harman zamanı bir başkaydı.
Gün doğmadan sabah ezanında uyanan ve karınca misali telaş içinde koşuşturan insanların hikayesi çok eskilerde kalmadı.
Ocakta odun ateşinde pişen sıcak çorbanın buğusu havaya yükselirken ahırdaki ineklerin sütü sağılmış olurdu. Azıklar hazırlanır , At ve eşeklerin kaşağısı yapılır ,yola çıkmaya hazır hale getirilirdi.
“Gııızz Fatma ! Süzme yoğurdu bahır tasa goymayı unutma ! Bi de bekmez gabının ağzını sıhı bağla emi !”
“Tamam ana, annadık !” diyen uyku sersemi bir kız çocuğunun mahmur gözlerini güneş ışığı açardı.
Anadolu’da harman zamanı bir başkaydı.
Ve tarlada;
Yürekler ter kokardı, bereket kokardı, toprak kokardı. Terli ellerde ki oraklar uzandıkça ekine altın misali sarı başaklar deste deste toplanır ve emeğin karşılığı olarak gönüllerde bereket çiçekleri açardı.
Harman zamanı kuşlar, karıncalar ve tüm böcekler bayram ederdi.
“Maşallah ! Maşallah ! Bu yıl da çocukların rızkı çıktı !” diyen yorgun bir sesin gözlere yansıması sıcak bir gülümsemenin zafer işareti gibiydi. O gülümseme tüm yorgunluğu alır ve akşam üstü eve dönüşte çatlamış dudaklarda yanık bir türkü olurdu.
Harman zamanı eskiden Anadolu bir başkaydı.
Ve son;
Saçları, başları, elleri, ayakları toz toprak içinde ki o onurlu güzel insanların hikayesi keşke hiç bitmeseydi...
Ama bitti…
.
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
YÜREĞİ KEKİK KOKARDI
Onlar, güzel ülkemin güzel çocuklarıydı - Hikaye
…
Kekik, doğanın bize sunduğu en güzel kokulu doğal bitkilerinden biridir. Elinize sürseniz eliniz , yüzünüze sürseniz yüzünüzi yüreğinize sürerseniz yüreğiniz kekik kokar; Anadolu kokar,; insan kokar.. İşte bizim hikayemiz kekik kokulu yüreklerin hikayesidir.
…
O gece hava ağır, dağlar ağır ve gece ağırdı. Gökyüzünde yıldızlardan eser yoktu. Koyu gri bir karanlık içinde dağlar görünmez olmuş, dağ dorukları evrenenin sonsuzluğunda kaybolmuş gibiydi. Doğanın tenine sanırsınız siyah bir perde çekilmişti; göz gözü görmüyor ve dağ dağa yabancıydı. Derin bir sessizlik içinde doğanın yanaklarına dokunan soğuk iliklerine kadar işliyor geceyi daha zor kılıyordu.
…
Nevşehirli asker Mehmet böyle havalara bir türlü alışamamıştı; hani en azından birkaç yıldız olsa başını kaldırır gülümser, sonra da sohbet eder, içini ısıtırdı. Siz yıldızlarla sohbet eder misiniz bilmem ama Mehmet mevzide iken başını silahına yaslar, hayallere dalar; koynunda yıldız toplardı.
O yıldızların sıcaklığında şarkılar, türküler söyleyerek bambaşka dünyalara giderdi.
Bu gece ise hava çok karanlık ve soğuktu. Dağların doruklarına oturmuş karların gümüşi yansımaları olmasa göz gözü görmeyecekti. ..Halbu ki henüz gece yarısı bile olmamıştı.
Mehmet, soğuktan üşüyen ellerini huflayıp asker parkasının yakasını kulak hizasına kadar çekip kızgın bir ses tonu ile;
“Ula arkadaş ! “ dedi “Ne zaman milli takımın maçı olsa şansıma nöbet çıkıyor. Lan Çorumlu alacağın olsun ! “ diye söylendi. Sol elindeki silahı bırakmadan sağ eline küçük bir taş alıp hırsla karanlığa doğru fırlattı..
“Yuh lan ! “ diye bir ses duydu. “ Az kalsın ayağımı kıracaktın !”
O ses devam etti;
“Memed gene birine kızmışın belli “
Ona seslenen nöbet arkadaşı Yusuf’du. Maraşlı onbaşı Yusuf.
Mehmet, bulunduğu taş siperden çıkıp arkadaşına;
“Yav, görmedim, kusura bakma ! Bu gece biraz sinirliyim de !” dedi.
“Niye ?” dedi Yusuf onbaşı.”Hayırdır ? “
“Şu nöbet işi diyorum; ne zaman milli takımın maçı olsa hep bize denk geliyor.”
Yusuf güldü;
“ Çorumlu çavuş bilerek yazıyor ! Geçen ki maçda yine bizi yazdı bu hergele. Neymiş; maç saati tehlike büyük olurmuş da..Cesur ve gözleri keskin askerler nöbete yazılacakmış da…Tabur komutanının emriymiş de falan, yalan ! Hep bu Çorumlu çavuşun eli altından çıkıyor “
Bir küfür savurdu Mehmet. Sonrada pişman olmuş olacak ki;
“Kimbilir, ona kızıyoruz amma belki dediği doğrudur” dedi. Arkadaşı Yusuf’un omzuna elini koyup;
“ Taburda komutandan sonra en iyi nişancı sensin.”
“ İyi atıcı olmak suç mu kardeşim ? Herkes nöbet görevini yapmalı. Ne zaman riskli bir durum olsa nöbete bizi gönderiyor. Maraşlı gel ! Nevşehirli gel ! Şu askerlik bir bitsin anamı doktora götürüp gözlerine baktıracağım..Bizim komşulardan biri kapımızı çalsa içerden; Yusuf’um sen mi geldin diye sesleniyormuş .Gözleri görmediği için her geleni Yusuf sanıyor. Garibin bir ayağı çukurda; bugün var, yarın yok “
Mehmet,
“Oof ! Bu anaların var ya, hakları ödenmez” dedikten sonra cebinden bir paket sigara çıkarıp Yusuf’a bir tane uzatmıştı ki vazgeçip tekrar cebine koydu.
“Kahretsin ! “dedi “Bazen nöbette olduğumu unutuyorum “
Yusf güldü. O da cebinden bir şey çıkarıp Mehmet’e uzattı.
“Boşver sigarayı “ dedi “Al bunu ağzında çiğne . Ben hep öyle yaparım “
Mehmet, Yusuf onbaşı’nın uzattığı şeyi görünce;
“Yine mi kekik ?” dedi, o da güldü.
“ Kekik tabi ki ..Anam boşuna dememiş yüreği kekik kokulum diye. Maraş’ın dağları burası gibi kuru değil, her yan sanırsın kekik bahçesi. Ta ki çocukluğumdan beri kekikleri severim. Ben de alışkanlık oldu, bir tutam mutlaka cebime korum.”
Mehmet, Yusuf’un verdiği kekiklerden birkaç yaprak ağzına atıp çiğnedi.
“Biraz acı gibi ama kokusu çok güzel “ dedi
“Sigaradan yine iyi oğlum !”
“Kahretsin ! Sigarayı bırakamadım “ dedikten sonra devam etti ;
“ Arkadaşın Nihat maçda oynuyor mu ?”
“Oynamaz mı, elbette oynuyor “ dedi Yusuf. “Onunla Antep de birlikte oynamıştık.
O yıl ben de Maraş’dan Antep Arabanspor’a geçmiştim. Nihat’ı orada tanıdım. Topa bir vuruşu vardı ki top ile birlikte kaleciyi içeri sokardı. Bir gün kulübe birileri geldi; dediler ki biz bu çocuğu Beşiktaş’a götüreceğiz.. Anlaştılar. Gidiş o gidiş; sonrasını biliyorsun..Şimdi ise milli takımın en vurucu silahı !”
“Vay be ! Demek Nihat ile birlikte oynadın ha ?” dedi Mehmet. Mehmet, arkadaşı Yusuf’un Nihat’a olan sevgisini bilirdi. Yusuf, Nihat’ı belki yürmi kez anlatmıştı. Mehmet, Yusuf’un yarasına basmayı severdi. Şimdi yine şaka ile karışık yarasına dokundu;
“Nihat ile birlikte maç oynamak çok güzel bir duygu olsa gerek” dedi
“ Oynamak ne kelime, onunla can ciğerdik !”
“Şimdi sen burada, o ise ?”
“Hayat böyle oğlum ! Sende yarama dokunup durma. Bu gece içimde kötü bir his var. Neyse, bu geceki maçı bi alsalar ”
“ Alırlar ise ne yapacaksın ? “ Deyip güldü Mehmet.
Yusuf onbaşı bu soru üzerine bir an düşündü; sonra da;
“Golü Nihat atarsa sen benim yerime iki sefer nöbet tutacaksın. Yok eğer atamazsa ben senin yerine nöbet tutacağım. Var mısın ? “
Deyince Mehmet;
“ Tamam lan ! “ dedi “Anlaştık !”
Yusuf onbaşı arkadaşı Nihat’ın gol atacağına o kadar inanıyordu ki aksi bir durum aklına bile getirmek istemiyordu fakat ya aksi olursa ? diye geçirdi içinden.
Bu ortamdan sıkılmış gibi başındaki kepini çıkarıp taş siperin üstüne koydu. Sonra da ;
“Memed “ dedi “Bana bişey olursa yerime anamın elini öper misin ?”
“Lafa bak ! Bu da nereden çıktı oğlum ? Biraz önce maç konuşuyorduk, şimdi yine efkarlandın. Sana da, bana da bişey olmaz. Sen meraklanma ! “
“ De ki başıma kötü bişey geldi”
Mehmet, arkadaşı Yusuf’un ara sıra böyle şeylere takılıp kaldığını biliyordu. Son aylarda ikide bir “Bana bir şey olursa “ deyip duruyordu. Onunda canı sıkılmıştı; başını iki yana salladı.
“ Senin anan benim anam sayılır.” dedi Mehmet.
Asker Mehmet annesini çok küçük bir çocuk iken kaybetmişti. Sonra öğrendiğine göre anası zatürreden ölmüştü. Mehmet anne sevgisini hiç bilmezdi. Bayram günleri tüm çocuklar annelerine sarılır iken o; boynu bükük halde bir duvar dibine oturur hüzünle diğer çocukları seyrederdi. Anne sevgisi içinde hep bir ukde idi. Yusuf’a dönüp;
“ Anan, benim anam gardaş !” dedi tekrarından. Sonrada;
“Fakat sen de biliyorsun o yaştan sonra gözlerinin açılması çok zor !” dedi.
Yusuf ve Memet iyi iki arkadaş idi. Dertlerini paylaşır, gelecek için hayaller kurarlardı.
Yusuf’un anası ona kekik kokulum derdi. Kekik kokulum aşağı, kekik kokulum yukarı. Kasabada adı kekik kokuluma çıkmıştı. Aslında bu durumda biraz gerçek payı vardı; Yusuf dağ kekiklerini çok sevdiği için cebinde kekik otu taşırdı. Kokusu iki metreden diğer insanlara kadar varırdı. Memed bunu bildiği için kimi zaman onun cebinden birkaç dal alır, ağzında çiğnerdi. Ondan biraz daha kekik isteyecekti ki yüz hatları birden gerildi. Yüz metre kadar ileride bir gölgenin hareket ettiğini görür gibi olmuştu.
Mehmet, Yusuf onbaşı’ya yaklaşıp usulca ;
“ Yusuf bişey gördüm ” dedi “ İlerdeki çalılıkların orada sanki bir gölge kıpırdadı ! “
“Yok canım !” dedi Yusuf “ Sana öyle gelmiştir. Hiçbir şerefsiz cesaret edip buraya kadar yanaşamaz !”
“Lan oğlum, burası dağ başı. Adamlar yılan gibi kıvrıla kıvrıla geliir !”
Yusuf, Mehmet’in gösterdiği çalı yığınlarına doğru dikkatlice baktı; bir şey göremedi.
“Sana öyle gelmiştir “ dedi
Mehmet emin olmak için çalılığa doğru hareketlendi. Birkaç adım atmıştı ki Yusuf ;
“ Dur oğlum !” dedi. “ Sen manyak mısın ? Öyle dimdik gidilir mi heç ? Sen burada bekle ve beni koru. Ben tepenin yamacından usul usul gidirim “
“Komutana haber versek mi acaba ?” dedi Memed
Yusuf bu lafa kızdı;
“ Ortada fol yok, yumurta yok. Üstüne fırça yeriz. Hem milli takımın maçını bırakıp gelmezler ”
“Sen bilirsin !” dedi Memet. “Fakat sanki hareket eden bişey gördüm “
“Tamam, anladık !” dedi Yusuf “ Sen dediğimi yap; dikkatlice beni koru !”
Yusuf onbaşı silahı elinde tepenin alt yamacına doğru belini büküp bir panter gibi ilerlemeye başladı.
Memet, kurşunu namluya sürüp sipere yattı. Maraşlı Yusuf onbaşı’nın ardısırea bir süre baktı; Biraz sonra hiçbir şey göremez oldu. Yusuf onbaşı tepenin yamacında karanlıkta kaybolmuştu. Kendi kendine söylendi;
“ Yav !” dedi “Bu çocuk kadar fedakar ve cesur birini hiç görmedim. Komutan haklı mıdır nedir ? Korku nedir bilmiyor.. Beni göndermedi, kendi gitti. İnşallah ben o kıpırtıyı yanlış gördüm !” diye söylendi.
Memet derin bir nefes aldı. Yusuf’un onu verdiği kekikler dilini acıtmıştı; yere tükürdü. İçinden; bu çocuk bu otu nasıl çiğniyor diye geçirdi. Hem de Maraş otu gibi çiğniyor. Mehmet kendi kendine güldü. Güldü ama tedirgin olmaya başlamıştı. Yusuf’dan ses seda yoktu. Merak edip uzandığı siperden yavaşça ayağa kalkıp birkaç adım atmıştı ki ;
“ Tak ! Tak ! Tırraak !” diye silah sesleri duydu.
Mehmet’in içinde bir şey “Cıız !” etti. Ne olduğunu tahmin etmişti; karanlık boşluğa doğru silahın tetiğine bastı. Gecenin karanlığında silah sesleri dağın yamaçlarında yankılanıp geri dönüyordu. Mehmet ikinci şarjörü takıp ileri fırladı. Bir taraftan zikzak çizerek koşuyor diğer yandan ateş ediyordu. O sıra ayağında bir sıcaklık hissetti; Memed aldırmadı ; arkadaşı Yusuf onbaşı’yı görmüştü. Buz üstünde kayan bir patenci gibi sağ ayağını çeke çeke ona doğru gidiyor ve tepeden üstlerine gelen ışıklara doğru ateş ediyordu. Memet, güç bela arkadaşı Yusuf onbaşı’nın yanına vardı. Yusuf yerde hareketsiz yatıyor, silahı ise elindeydi.
Mehmet o sıra arkadan gelen silah seslerini duydu; takviye çabuk gelmişti fakat arkadaşı Yusuf iyi görünmüyordu. Mehmet bir yandan yerdeki arkadaşını korumak istiyor diğer yandan tepeye doğru ateş etmeye devam ediyordu.
…
Bir süre sonra silahlar sustu. Koyu gri bulutlar açılır gibi oldu; karanlık gökyüzü’n de birkaç yıldız göründü. Mehmet, Yusuf onbaşı’ya sarıldı;
“Gardaşım !” diye bağırdı “Seni vurdular ! ”
Yusuf onbaşı nefes almak istiyor ama sol göğsünün altındaki bir acı buna meydan vermiyordu. Çünkü Yusuf boğazından ve göğsünden vurulmuştu. Yattığı yerden güçlükle arkadaşı Memet’in ellerinden tuttu.
“Vu vu vuruldum !” diyebildi “Namussuzlar pusuda beni bekliirmiş !”
Mehmet şaşkın bir halde telaş içindeydi. Bundan önce bir olaya rast gelmişti ama o çatışma değil mayınlı pusuydu. Bir okulun duvarının önü kazılıp mayın konmuştu. Askeri araç geçer iken patlatılmış Allah’dan o zaman ölüm olmamış iki asker arkadaşı ayağından şarapnel parçalarıyla yaralanmıştı.
Oysa şimdi en sevdiği arkadaşı can vermek üzereydi.
Mehmet, kendi yaralı ayağını bile unutmuştu. Yusuf’a;
“Sen konuşma !” dedi. Sonra da cebinden bir mendil çıkarıp Yusuf onbaşı’nın kan akan boynuna sardı.
Yusuf;
“Ölirem ! Biliyom ölirem gardaş !” diye tekrarladı. “Anama öldüğümü söylemeyin ! Garibin gözleri zaten kurudu, görmez, bir de kalbi kurursa !!! “
“Gardaşım yaşayacaksıın !” diye bağırdı Memet “Sıhhiye şimdi gelir !”
“Gelse de kar etmez gari. Ölürsem beni buraya gömün”
“O nasıl söz gardaşım ! Öyle şey olur mu ? Seni…”
“ Memed, bana yalan söyleme. Sen de biliyon ki yaram derindir. Bana söz ver; anama gideceksin !. Ona de ki; ben geldim. Oğlun Yusuf geldi ! Sesimiz çok benziir ; anam seni ben sanır, sarılır, koklar. Cebinde kekik götürmeyi unutma ! Tenin kekik kokarsa hiç şüphesi kalmaz. Anamın yüreği söğüt dibinde kaynayan pınar gibidir; ne kadar içersem iç doymazsın. Memed söz mü ? Anama gidecen değil mi ?”
Mehmet, Yusuf’un gözlerine baktı; Ay ışığının altında feri bitmekte olduğunu gördü. Asker kepini çıkarıp yere vurdu.
“Gideceğim “ dedi. “Söz, gideceğim amma sen yaşayacaksın ! Birlikte arkadaşın Nihat’ın yanına gideceğiz. Diyeceğiz ki; Nihat biz geldik ! Sonra kendi aramızda maç yapacağız ! Birkaç çalım; Oh be ! Kral Nihat yerlerde ! Nihat bir tepsi baklava alacak. Boğaza nazır bir tepede güle oynaya yiyeceğiz ! “
Nevşehirli asker Mehmet arkadaşının yanında konuşurken ağlıyordu.
“Belli mi olur, Nihat seni takıma bile aldırır. Güzel futbol oynuyon.. Beşiktaş senden iyisini mi bulacak ? Olmadı cimbom’a gidersin. Senin adamı ters tarafa yatıran çalımın var ya ! Lan oğlum sen en kral futbolcusun !”
“Beni güldürme ! İçimde birşeyler yanir ! Ayaklarımı artık oynatamirim !”
Yusuf onbaşı zor konuşuyordu. Sesi derinlerden gelir gibiydi;
“ Memed kardeşim ! Kendini de beni de kandırma; bilirim birazdan öleceğim !”
“Yaşayacaksın !” dedi başka bir ses “Gurban sen yaşayacaksın !”
Bunu söyleyen Çorumlu çavuştu. Takviye birliğin içinde o da vardı.
Yusuf onbaşı, baş ucunda Çorumlu çavuşu görünce başını topraktan kaldırır gibi yaptı.
“Çavuş “ dedi “Maç kaç kaç ?”
Çavuş bir an Yusuf’un ne demek istediğini anlamadı. Anladığında ise göz yaşları içinde bağırdı;
“ Maçı aldık oğlum ! Hem de iki bir biz kazandık !”
Yusuf onbaşı’nın yüzünde bir gülümseme belirdi; bir yıldız gözlerinde parlayıp söndü.
“Golleer ?” dedi.
“Golleri Nihat attı ! Senin arkadaşın attı ! “
Bunu duyan Yusuf onbaşı başını usulca toprağa koydu ve;
“Memed “dedi “İddiayı kaybettin. Gplleri Nihat atmış !” Yusuf bir an durdu; nefesi boğazında tıkanır gibiydi. Son bir gayret sarf ederek;
“Helal olsun çocuklar ! “ dedi “Yusuf size gurban olsun ! “ dedikten sonra gözleri usulca kapandı ve bir daha açılmadı.
Çorumlu çavuş ise Yusuf onbaşı’nın kendine gelsin diye yakasından tutmuş hıçkırıklar içinde bağırıyordu. Sesi gecenin bir yarısı karanlığı yırtıyordu.
“Maçı aldık oğlum ! Maçı iki bir biz aldık ! Şimdi ölme zamanı değil ! Şimdi sevinç zamanı ! Hadi kalk aslanım ! Nihat’ın yanına gideceğiz ! Diyeceğiz ki; Nihat biz geldik ! Çocukları sevinçten sokağa döktünüz ya, size helal olsun diyeceğiz ! Hadi aslanım kalk ! “
…
Ne yazık ki Yusuf onbaşı gayrı başka dünyadaydı. Ne arkadaşı Nevşehirli Memet’i, ne de Çorumlu çavuşun hıçkırıklarını duyuyordu. Ay, koyu bulutlardan sıyrılmış, şavkı Yusuf onbaşı’nın yüzüne yansıyordu.
Yusuf’un yüzünde belli belirsiz ince bir tebessüm vardı; maçı kazanmanın zafer tebessümü.
.
Gerçek ise farklıydı; Türkiye o gece maçı iki bir kaybetmişti.. Çorumlu çavuş şehid Yusuf’a bilerek yalan söylemişti.
…
Yıldızlar ardı sıra bir bir çıktılar. Bir yıldız şavkıyarak askerlerin bulunduğu tepeye doğru kaydı. Diğer bir yıldız ona nisbet yaparcasına ardısıra sağdı. Tüm yıldızlar bir bir Yusuf onbaşı’nın şehit olduğu tepeye sağdılar. Yıldızlar ince ve uzun beyaz bir renk oluşturdular. Sanki birini içlerine almak ister gibi o tepede dolanıp duruyorlardı. Bir süre sonra aradıklarını bulmuş olmalılar ki tüm yıldızlar hep birlikte tekrar göğe yükseldiler.
Doğa eski haline bürünür iken Ay’ın rengi solmuş, yıldızlara hüzünle bakıyordu.
…
…
Geceye düşen yıldızlar yağıyor
Ay’ın ahraz dili tutuk
Gözlerin gibidir şafak; ayağa kalk ey çocuk !
Bu hasret senin, benim, hepimizin
Bir memleket ki; yüreği kekik kokuyor
Saçlarında al, beyaz güller, karanfiller
Kıymayın efendiler;
Toprağın iki eli yakanızda
Kızgın sacda kavruldu sevdalar
Dağlara söylenen türküleri vurdular
Kan revan içinde umut
Ey Nemrut ! Taştan mabetlerin ağlıyor
Koşun çocuklar koşun !
Filizkıran fırtınası var.
Kalbinizi Güneş’e tutun !
…
…
O güzel çocukların ruhu Şad Olsun !
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
RAMAZAN SOFRASI
…
Bugün günlerden Cuma
Babam en güzel elbiselerini giymiş.
Sabun kokuyor gömleğinin yakası
Yeleğinde dede yadigarı saatide cabası
Birazdan ezan okunacak
Anam “ Heriiif !” diye bağırıyor içerden
“Oğlanı da götür namaza, yoksa sokakta kuduracak !
Sene bin dokuz yüz yetmiş ve aylardan ocak
Babam şaşkın şaşkın ayakkabısına bakıyor;
Zavallı ökçesi kırıldı kırılacak
Dışarda lapa lapa kar yağıyor
Kar, bembeyaz ve çırılçıplak
Bir ebabil sağıyor başımı yalayarak
Bir yanım şaha kalkmış tay gibi
Diğer yanımda kavak yelleri esiyor.
Hülyalara dalmış küçük bedenim
Ah benim güzel anneciğim
Kuru fasulye hazır, Bizi bekliyor honça da
Ocakta tereyağlı erişte pilavı
Yanında bir de dolma turşusu varsa
Değmeyin şu Ramazan sofrasına !
(Gözlerin memleketim - Şiir kitabımdan )
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
HALİL CAN
Bir sevda hikayesi - MONA ROZA
…
Her yürekte bir sevda yatar. Hikayemizde o sevdalardan birini anlatacağız..Ne kadar gerçek tam olarak bilmesekde bize düşen yaşanmış her sevdaya saygı duymak gerek diye düşünüyorum.
İşte Nar da gizli kalmış o unutulmaz deli dolu aşk hikayes;
…
Yıllar önceydi; Nar da ortaokul olmadığı için Halil Can Nevşehirde orta üçe gidiyordu. Yaşı küçük olsada uzaktan gören onu yakışıklı, boylu poslu bir delikanlı sanırdı. Genç Halil Can bir taraftan derslerine çalışırken diğer yandan o zamanlar küçük bir yer olan Nevşehirde simit fırınlarının önünde avare avare dolaşır ve cebinde şayet parası varsa bir simit alır Nar’ın toprak yolundan yürüyerek eve gelirdi.
Bir gün Halil Can okul çıkışı simit fırınının önünden geçerken çok acıktığını hissetti. Elleriyle ceplerini yokladı; kahretsin ! Cebi bomboştu. Oysa canı öyle çok simit çekmişti ki..Para alacağı bir tanıdık var mı diye etrafına baktı; kimse yoktu. O sıra fırının yan tarafındaki taş binanın penceresinde saksıları sulayan kendi yaşlarında bir kız gördü. Kızın gözleri bahar mevsimlerinde açan menekşe rengiydi. Halil Can heyecanlandı; ne yaptığını bilmeden kıza baka kalmıştı. Kız ise ona gülümserken başındaki saçlarını kapatan beyaz tülbenti beni iyi gör dercesine yana çekti. Halil Can’nın aklı başından gitmişti. O an kumral saçlı, menekşe rengi gözlü kıza aşık oldu. O gün eve nasıl gittiğini bile bilemedi. Küçük kalbi güm güm vuruyor, vücudunu ateşler basıyordu.
…
Ertesi gün, daha ertesi menekşe rengi gözlü kız Halil Can’ın okuldan çıkmasını bekler gibi aynı saatte pencere kenarındaki çiçekleri suluyordu. Her iki genç içinde aşk bacayı sarmıştı..Bir gün kızın annesi bu durumun farkına varmış olmalı ki menekşe gözlü kız bir hafta, on gün kadar pencerede görünmedi. Halil Can için hayat durmuş gibiydi. Geceleri bile Nar’dan yürüyerek kızın penceresi altına geliyor fakat perde bir türlü açılmıyordu.
Halil Can tam umudunu kaybetmişti ki ayakları önüne bir taş düştüğünü gördü. Taşa bir kağıt sarılmıştı. Halil Can kağıdı elleri titreyerek açtı. Yazılanları okuduğunda ise yüzü bembeyaz olmuştu. Kağıtta menekşe gözlü kız şöyle diyordu;
“Annem birbirimizi sevdiğimizi gördü. Bana her şeyi yasakladı. Birkaç gün sonra beni Niğde’ye halamın yanına gönderecek. Adres Kayaardı… bilmem nere…Seni seviyorum”
Halil Can’ın başından aşağı kaynar sular döküldü. Elindeki kağıdı hırsla sıktı sıktı.. Pencereye baktı; tül perde hafiften kımıldasada sevdiği görünmüyordu. Bir süre daha fırın yanında bekledi; akşam olmak üzereydi, ne gelen vardı ne giden, Halil Can tarifsiz hüzünler içinde Nar yolunu tuttu.
…
Menekşe gözlü kızın dediği doğru çıkmıştı; birkaç gün içinde annesi onu Niğde’ye götürmüştü..Halil Can okul biter bitmez bir yerden dolmuş parası bulup Niğde’ye gitti. Kızın yazdığı adresi bulmuştu ama evleri bir bağ içinde ve iki azgın köpek vardı..Tüm hevesi kursağında kaldı, onunla görüşemeden geri döndü.
…
Aradan altı, yedi ay geçti; Halil Can Nar’dan salatalık toplamış Niğde’ye götürmüştü..Bu sefer menekşe gözlüsünü görmeye kararlıydı. Bağ evinin karşısındaki tepeye gidip oturdu. Bir süre sonra kız halası ile kapıda göründü. Pazara gidiyor olmalılar ki ellerinde Pazar çantası vardı. Halil Can hala ve kızı takip etti. Pazar yerinde bir punduna getirip kızın eline dokundu. Kız ürkerek elini çekti ve usulca
“Beni nişanladılar “ dedi.
Halil Can dona kaldı. Pazarın tam ortasında canlı bir heykel gibi duruyordu. Tüm hayalleri birden silindi. Sevdiği, uğruna canını bile vereceği menekşe gözlüsü elden gidiyordu. Kendini çabuk toparladı; kızın yanına bir daha vardı. Kızın gözlerindeki korkuyu görünce durumu anladı.. Salatalıkları Pazar yerinde bırakıp Nar’a döndü.
…
Narlı Halil Can yaşam direncini ve içinde büyüttüğü sevdasını hiç bırakmadı; sınavda başarı gösterip polis oldu.. Fakat hayatın cilvesi devam ediyordu; polis olduğu yerde amiri yani komiser sevdiği kızın kocasıydı..Tesadüfün ancak böylesi olabilirdi. Halil Can'ın başından aşağı kaynar su döküldü. Ve hiç düşünmeden emniyet müdürünün yanına varıp rozetini çıkarıp masaya koydu;
"Müdürüö" dedi "Ben polislikten istifa ediyorum"
Müdür;
"Etme !" Yapma ! Bu işten daha iyisini bulamazsın !" desede Halil Can kafaya koymuştu, istifa edecekti ve öyle de yaptı. Çok sevdiği mesleği bırakıp tekrar Nar'a döndü.
...
Aradan yıllar geçti; Halil Can o menekşe gözlü kızı hiçbir zaman unutmadı. Evlilik çağı gelmiş ama evlenmiyordu. Çünkü evleneceği kızın gözleri sevdiğine benzesin istiyordu. Bir gün sevdiğinin gözlerine benzeyen menekşe gözlü bir kız buldu ve onunla evlendi. Ondan güzel çocukları oldu..Aradan yine yıllar geçti. Halil Can bir gün o sevdiği kızın hastalanıp öldüğünü ve kızının Niğde Ziraat Bankası’nda çalıştığını duydu. Gençlik heyecanı yüreğine güm güm vuruyordu. Kız acaba annesine benziyor mu ? diye düşündü. Merakını yenemedi ve bir gün otobüse atladığı gibi Niğde'ye gitti.
Halil Can bankaya girip tanıdık bir sima aradı. Gişedeki genç kızı görünce sıcak bir şey kalbine doğru aktı.
“Aman Allah’ım ! Annesine ne çok benziyor “ diye söylenip gişeye yanaştı
“Beyefendi buyurun !” dedi kız.
“Pa pa para yatıracaktım da !”
Genç kız menekşe gözlerini ilk defa gördüğü bu yabancıya dikip;
“ Tabi, olur. Hani para ?”
Halil Can telaş içinde ceplerini karıştırdı. En sonunda bulmuş olmalı ki bir tomar parayı elleri titreyerek kıza uzatı.
“Kaç para ?”
“….!!!”
“Beyefendi beni duymadınız ! Kaç para dedim ?”
“Bi bi bilmiyom. Siz sayarsınız”
Genç kız gülümseyip kendisine uzatılan parayı saymaya başladı.
Halil Can ise kızı süzüyor, annesine ne kadar benzediğini bulmaya çalışıyordu. Benzerlik hoşuna gitmiş olmalı ki gülümsedi. Sırtından büyük bir yük kalkmışçasına rahatladı. Çünkü bu kızın gözleri gençlik yıllarında gönlünü kaptırdığı menekşe gözlü annesine öyle çok benziyordu ki..
İşlemler bitince bankadan hüzünle çıktı. Nevşehir arabasını bekledi. Bir süre sonra araba gelince bindi ve son defa bankanın bulunduğu yere baktı;
“Eyvallah sevdiğim kadının çocuğu !” dedi “Bir daha seni görür veya göremem, bana eyvallah !”
İçi buruk bir vaziyette Nevşehir'e döndü.
Halil Can'ın bir kızı dünyaya gelmişti. . Ve adını bir zamanlar gençlik yıllarında sevdiği kızın adını koydu.
Ol hikaye budur.
…
Bize düşen mi ? O güzel insanları rahmetle analım ve onlara yakışan şiire dokunalım;
...
Mona Roza siyah güller ak güller
Gülcenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aah ! Senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller.
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona anla ben öteliyim
Açma pencereni perdeleri çek !
……………..Sezai KARAKOÇ
…
Kaynak : Meral Tuzköylü Aykutalp
Nevşehir - Halil Can'ın Taskobirlik'den mesai arkadaşı.
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
CENNET
…
Çocuk;
“Cennet de ekmek var mı anne ?” dedi
Habibe kadın hasta yatağında yatan küçük kızının kanı çekilmiş solgun yüzüne baktı; içinde yanardağdan henüz çıkmış kızgın bir lav dolaştı. Ciğeri yanıyordu; kızı her zaman ki soruyu sormuştu. Ona her seferinde “ Evet, tabi ki var kızım” der sonra diğer sorulara yanıt vermeye çalışırdı. Kızının adı Cennet idi. Cennet kız cenneti çok seviyor olmalı ki “Cennet” lafını duyunca gözleri ışıl ışıl yanardı. Babasını işten attıklarından bu yana kuruşa muhtaç bir hayat yaşıyorlardı. Bir de kızının kanser hastası olması onları tamamen yıkmıştı. Doktorların söylediğine göre kızı Cennet’in kısa bir ömrü kalmıştı. Son görüşmelerinde ise doktor Salih şöyle demişti;
“ Bacım Allah’dan umut kesilmez fakat kanser her yana yayılmış maalesef” demiş sonra susmuştu. O günden sonra Cennet kızın yanında onun hastalığı hakkında kocası Hilmi ile bir daha hiç konuşmadılar. Nasıl konuşsunlar ki elleri, ayakları, gözleri ve ciğerleri yanıyordu. Kocası Hilmi belki bir iş bulurum umuduyla bugün yine evden dışarı çıkmıştı. Komşuların verdiği birkaç parça ekmek naylon poşette öylece duruyordu. Cennet kız bişey yemiyor, içmiyor, o yemedikçe kendileride yemiyordu. Nasıl yesinler ağızlarına aldıkları her lokma boğazlarında taş gibi takılıp kalıyordu.
Cennet kız her zamanki sorularını annesine tekrar yöneltti;
“ Cennet de bal olur mu anne ?”
Habibe kadın kızına bakıp zorla gülümsedi;
“Olmaz mı heç !! Hemi de kovan kovan bal olur”
“Kaymak ?”
“ Oooo, istediğin kadar”
“Cennet de Pambişler de olur mu ?”
Kızının çok sevdiği kedisi Pambiş geçen yıl ölmüştü.
“Aah bir görsen kızım ! Bir görsen; oradaki Pambişleri öyle çok seversin ki “ dedi
Bu lafı duyunca Cennet kızın feri yitik gözleri canlanır gibi oldu;
“Ne güzel !” dedi “Cennete gidince hepsiyle arkadaş olur, oynarım”
“Oynarsın “ dedi Habibe kadın. Sesi boğazından zor çıkmıştı. Kızgın bir demir dilini yakar gibi oldu; gözlerine hücum eden baraj kapaklarını sıkı sıkı kapadı.
Bunu fark eden Cennet kız ;
“Anne, niçin dişlerini sıkıp dudaklarını ısırıyorsun ki ? Ben yakında zaten cennete gideceğim. sevinmelisin. Hani babam ve sen derdin ya cennet çok güzel bir yer diye.. Hem babamın orada işi de olur, kimseye muhtaç olmayız.. Kimse orada iftira atmaz, babam , sen, ben ve Pambiş mutlu bir hayat yaşarız..Yaşarız değil mi anne ?”
Habibe kadın gözlerini zorlayan baraj kapakları açıldı; iki kızgın lav yanaklarına doğru aktı;
“Evet yavrum !” dedi “Orada mutlu bir hayat yaşayacağız”
Cennet kız küçük elini annesinin yanaklarına uzatıp akan yaşı sildi.
“Anne, ne olur göz yaşlarını benden gizleme..Bazı geceler babamla konuşurken ağladığınızı duyuyorum. Benim için çok üzüldüğünüzü söylüyorsunuz. Ne olur üzülmeyin. Hani cennete giden çocuklar melek olur derdin ya ! Ben melek olacağım değil mi anne ?”
“Evet, hem de kanatlı melek !”
“Ah, ne güzel ! Kelebekler gibi uçarım ! Çiçekten çiçeğe, gülden güle ! O zaman sen hiç ağlamazsın; ardımsıra bakar kah kahalarla gülersin.” derin bir nefes aldı. Cennet kızın nefesi boğazından zor çıkmıştı.Birkaç kez kesik kesik öksürdü ve devam etti;
“Anne, ben gülmeyi unuttum, şimdi öyle çok özledim ki “
Habibe kadın hıçkırıklar içinde kaldı. Gözlerinden akan yaş elindeki mendili sırılsıklam yapmıştı. Kızına bir şey diyecekti ki kapı açıldı; kocası Hilmi elinde küçük bir market poşetiyle içeri girdi.
“Babaaa !” dedi Cennet kız. “Yoksa iş mi buldun ?”
Hilmi bey karısının ıslak gözlerine baktı; durumu anlayınca;
“Evet gelincik” dedi. Hilmi bey kızına oldum olası gelincik derdi. “ Bir inşaatda gece bekçiliği yapacağım. “
“Aah ne güzel ! Baba en sonunda bir işin oldu.” deyip sevindi kızı. Sonra babasının elindeki poşeti görünce;
“Baba bana ne aldın ?”
“Bisküvi, en sevdiğin çikolatayı ve bir de Pambiş”
dedikten sonra tüylü oyuncak kediyi kızına uzattı.
“Kızım bu çok güzel ! Aha şu düğmeye bastığında kedi gibi miyavlıyor”
“Ah baba ! Dediğin gibi Pambiş de pek güzelmiş. Çok teşekkür ederim. Baba paran var mıydı ?”
Hilmi bey yutkundu.
“Şey !” dedi “Hani marketci Memed abin vardı ya, hah işte ondan aldım”
“Çok güzelmiş.”dedikten sonra annesine dönüp;
“Anne, ben cennete Pambiş ile gitmek istiyorum”
Habibe kadın kızına sımsıcak sarılır iken;
“Yavrum “ dedi “Sen nasıl istiyorsan öyle olsun !”
Cennet kız annesinin bu lafı üzerine kucağındaki oyuncak Pambiş’e gerçeğine sarılır gibi sarıldı.
…
O gece Cennet kızdan hiç ses seda çıkmadı. Başka zaman olsa ağrılarından uyuyamazdı. Aile “Her halde sevinçten uyuya kaldı” diye düşündü. Sabah olup oda kapısını açtıklarında Cennet kız cennete gitmiş bir halde cansız yatıyordu. Kucağında ise babasının aldığı oyuncak Pambiş’i vardı. Annesi Habibe;
“Yavruuum !” diye üstüne kapandı. “Yavrum gitmiş !”
…
Acı haber tez duyulur derler; haberi duyan eve gelmeye başladı.
Biraz sonra iki polis geldi. Polisler kapı önünde bekleyen kalabalığı görünce bir anlam veremedi.
“Hilmi Eken’in evi burası mı ?”dedi bir polis.
Kapı önünde başı önde, yıkılmış bir vaziyette oturan Hilmi bey ayağa kalkıp;
“Evet “ dedi “Hilmi benim ?”
Polisler;
“Hakkınızda şikayet var” dedi “Bir marketten bisküvi ve oyuncak çalmışınız. Lütfen bizimle karakola gelin”
Kalabalığın içinden bir komşu polisin koluna girip kapıyı açtı ve içeride cansız yatan Cennet kızı gösterdi ve
“Memur bey “ dedi “Çalınan oyuncak bu muydu ?”
Polisin evrak tutan elleri titredi ve dudaklarından gayri ihtiyari;
“Aman Allah’ım “ cümlesi döküldü. Sonrada dışarıda bekleyen arkadaşına;
“Veli” dedi “Buradan hemen gidelim. O namussuz marketçiye söyleyeceklerim var”
“
Sevgili dostlar çok zor günlerden geçiyoruz. Bu bir kısa hikaye fakat kimi zaman gerçeğine şahit oluyoruz. Kainatı Yaradan ülkemizin ve çocuklarının yardımcısı olsun !
O güzel insanlara şu kadarcık ince bir dil olabildiysek ne mutlu bize..
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
“NAR” DEDİKÇE KALBİM GÖZYAŞI DÖKER..
Hafta sonları uykunun ve dinlenmenin günleri olsa da bu sabah ezanından sonra beni uyku tutmadı. Günün planlamasını kafamdan yaparken birden ruhumu içimden hiç de eksik olmayan memleket hasreti sardı. Kulağıma sabah namazını kılmış, sobanın kovasını değiştiren anneannemin elinden gelen hassasiyetle, biz uyanmayalım diye takırtı yapmadan değiştirdiği soba kovasının sesi geldi. Ardından havalandırılmış odada soğuğu hissederek yorganın içine kaçtığım o keyifli titremem geldi. Ardından huzur veren bir gümbürtüyle sobadan dil çıkaran yalazın, alacakaranlıkta tavana vuruşunun verdiği ve içimde mutluluk uyandıran huzurla yeniden uykuya dalışım..
Uyanırken anne ve babamın sessizce başımızda bizim uyanmamızı bekledikleri cümle odasında onları ve dedemi görünce hafiften şımarık bir mutluluğun tüm benliğimi sardığı an.
Annemle anneannemin hazırladıkları koca koca kesilmiş ve üzerine tuzu sonradan atılmış patatesi de içeren o caaanım kahvaltı.
Kahvaltıdan sonra adeta onların da torunları olduğum gibi bir duyguyla karşı komşumuz Bıyıkoğullarına günlük rutin olarak yaptığım nezaket ziyareti. Bu ziyaretten en çok aklımda kalan ve hiç unutamadığım Besime Nene’min ( Nur içinde yatsın—Adını andıklarımın hepsi nur içinde yatsınlar.) Sabah erkenden sobanın üzerine koyduğu içinde kurutulmuş kaburgayla pişen ve tüm odayı kokusunun sardığı yemek. Büyük bir görüş açısı olan pencerelerinden damlardan ve çatılardan sarkan buzları, dizboyu olan karı, şimdilerde çok da hasret kaldığımız manzaraları izleyip, Besime Nene’min elinde patik örerken torunu Mehmet’e söylediği maniler..
“Işıl ışılım, alım yeşilim, dalga dağıtanım, ciğer soğutanım, malım mülküm, samur kürküm, altınım burmam , anam babam, bi dene Memmed’im.”
Eve döndüğümde, evin yumuş uşağı olarak her gün orta mahalleye gitmek zorunda olduğum giderken de ayaklarımın kara her basmasıyla duyduğum gıcırtıdan ve varsa gördüğüm her buzu kırdığımda işittiğim çatırtıdan aldığım zevkle geçen kısa yolculuğum. Şimdilerde pek de kolay yapamadığımız en güzel kış sporu işte. Her gün orta mahalleye git gel..
Derken eve döndüğümde kış kuruları ile yapılmış anneannemin muhteşem yemeklerine ve güzel turşularına hiçbir hastalık ve kilo alma endişesi olmadan ailece yumuluşumuz.
Çocuğum işte.. Sadece yiyip içip geziyorum. Yemekten sonra bulaşık yıkama derdim yok temizlik derdim yok. Yemekten sonraki keyfim, dedemin dizine yatıp onun saçlarımı okşaması ve beni sevmesi.
Sobalı bir evde kış günü odadan dışarı çıkıp,soğuktan titremenin zevki ne büyükmüş de bilememişim.
Hafta sonuna temizlenmiş ve sıcacık, kaloriferli bir evde girsem de mazideki doğal yaşamımın keyfine ermek ne mümkün.
İçimden özlemini bir türlü atamadığım Çocukluğumdaki hayatım mıydı yoksa çocukluk hayatımı dolduran büyüklerim miydi? Bence önce büyüklerimiz sonra da kaybettiğimiz değerlerimiz.. Ama hep söyledigim bir şey var:
” Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler.”
Tüm ifadeler:
90Sen, Ali İhsan Sarıhan, İlknur Gevrek Emmiler ve 87 diğer kişi
Figen Gümüş BAKKAL - NEV-NAR
Hikayelerim -5
ZAZALARIN GAZİ DERVİŞ
Esir düşmüş bir gazinin hikayesi;
…
Ano Yemen’dir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir
.....
“Emine ablaaaa !! Emine ablaaa !”
Burnu sümüklü bir çocuk hem koşuyor, hem de elinde ki saman sarısı rengi zarfı düşürmemek için sıkıca tutuyordu. Çocuk pervazları çürümüş Zazaların ahşap kapının önüne gelince durdu;derin bir soluk aldı ve kapı tokmağını hızlı hızlı vurmaya başladı;
“Emine ablaaa ! Benim ben, Memed ! Kapıyı aç hele ! ”
Emine gelin kayadan oyma damın önündeki toprağı temizliyordu. Sesi duymuştu ama sanki oralı değilmiş gibi süpürmeye devam etti.Emine gelin burnu karnında hamileydi.
Her hamile kadın gibi son günlerde iyice duygusallaşmış, her şeyi ters anlar olmuştu. İçinden bir ses bu çığrtkan çocuğun iyi bir haber getirmediğini söylüyordu. Yan tarafda ahır önündeki tezekleri kürekle çeken kocasına seslendi;
“Derviş ağa biri çağırır; Get hele bi bah !”
Kocası Derviş boyu ufak tefek olmasına rağmen iş canlısıydı. Evde iş yapmadan durmazdı. Genç Derviş elindeki boklu küreği duvara yaslarken karısına ters ters baktı.fakat bir şey demeden kapıya yöneldi.
Kapının tahta gorasını hızlıca çekti; karşısında soluk soluğa kalmış komşu çocuğu Memed’ı görünce
“Ne var ula ?” dedi “Ne böğürüp duruyon ?”
Çocuk elindeki sarı zarfı Derviş’in ayak ucuna atıp kaçtı.
O an Derviş’in yüzü sarı zarf gibi oldu. Çünkü sarı zarf demek savaş demekti. Seferberlik demekti.Çocuğun attığı zarfı alıp usulca açtı.Osmanlıca pek iyi bilmesede zarfta yazılanları okuyabilmişti. Harp ilan edilmiş ve kendisinin Niğde karargahına teslim olması emrediliyordu. Kapıda öylece kala kaldı. Ta ki karısı Emine’nin sesi gelinceye kadar
“Yav adam, oraya kapı tokmağı gibi ne yaslanırsın ! Kimmiş o ?”
Derviş karısına tam cevap verecekti ki Emine onun elinde ki zarfı görünce olduğu yere çöküverdi.
“Vay anaaam ! “ dedi “Derviş’im seni mi çağırırlar ?”
Derviş karısına ancak ,
“He ,beni çağırırlar “ diyebildi. O da kapının önüne çöküp yamalı cebinden bir tabaka tütün çıkarıp sarmaya başladı..
Çocuk gittikten sonra derin bir sessizlik hakim olmuştu. Hani sinek uçsa kanat sesi duyulur derle ya işte öylesine.. Bu sessizliği Emine gelin bozdu. Emine gelin kocasından daha cesur olmalı ki şişkin karnını tutarak ayağa dikiliverdi;
“Derviş’im” dedi “Garnımda çocuğun var. Kaderde varsa birlikte büyütürüz..Ola ki yoksa Allah yardımcım olur. Dönersen ne ala ! Dönmezsen çocuğuma baban şehid oldu der, sarılıp sarılıp ağlarım“
Derviş karısına bakıp gülümsedi. Genç Derviş gülümsediğinde yüzü çocuk yüzü gibi oluyordu. Ayağa usulca kalkıp karısının yanına vardı. Elleriyle onun oyalı yemenisinden taşan üzüm siyahı saçlarını okşadı.
“Emine’m” dedi “ Alnımda ki yazgıyı silemeyiz !. Vatan bana muhtaçsa gideceğim !”
Zazaların Derviş elindeki sarma tütünden derin bir nefes çektikten sonra,
“Döneceğim Emine’m ! İçimden bir ses döneceksin diyor. Mutlaka döneceğim !Beni bekle emi !”
Sarıldılar; İki yürek birbirine öyle sarıldı ki dağ olsa ortadan yarılır, nehir olsa yatağında taşardı.Onlarınki işte böyle bir sevgiydi.
...
Ve gidiş o gidiş; Zazanın genç Derviş evden çıktı. Niğde karargahına güç bela vardı ve oradan cepheye sevk edildi. Çanakkale ve Yemen cephesinde savaştığını biliyoruz.. Osmanlı askeri Yemen de iki cephede birden savaşıyordu; Bir tarafta isyancı YAHYA ve diğer tarafta Basra’dan gelen İngilizler..
Yemen de Osmanlı askeri perişan bir haldeydi. Ekmek, su, erzak yoktu. Düşmanla savaşacak ellerinde silah bile çok azdı..Ayaklarındaki kundura, çarık lime lime olmuş patlamıştı. Yaralı ayaklar çölde kangren oluyor, donanım eksikliği ve hastalıktan asker kırılıyordu. Bu şartlar altında Zazanın Derviş yılmadı, mücadele etti..Ve birgün bir çarpışma sonrası İngilizlere esir düştü.
İngilizler esir Türk esirlerini kendi sömürgeleri Arakan’a götürdüler. O esirlerin içinde Zazalar’ın Derviş'de vardı.
Derviş onbaşı Arakan da yıllarca esir hayatı yaşadı. Yanındaki arkadaşların çoğu koleradan, vebadan öldü.Kendiside hastalandı ama ölmedi. Bir gün bir İngiliz hemşire yanına geldi. Ona içmesi için bir şurup verdi.Fakat nedense İngiliz hemşire diğer hastalardan ziyade genç ve yakışıklı bu Osmanlı askeriyle daha çok ilgileniyordu.Hemşire bir gün;
“Osman !” diye ona seslendi
Derviş, bu gevur gızının ne demek istediğini anlamamıştı
“Ben “ dedi “Ben Derviş !”
Hemşire gülümsedi. Çat pat Türkçesi ile;
“ Ha ha hayır ! Sen Osman !” deyince bu sefer Derviş gülümsedi
“Anladım. Ben Osman ! Tamam !” dedi
O günden sonra sarı saçlı İngiliz kızı Derviş ile daha çok ilgileniyor ve ona cilveler yapıyordu.Bu ilgi İngiliz subaylarını kıskandırsa da kız oralı bile olmuyordu. Kızın adı Almira idi. Gönüllü hemşireydii. Gönüllü olduğu için subaylar ona fazla ses çıkaramıyordu.
Almira, Derviş iyileştikten sonra bile onunla ilgileniyor, ona yiyecek temin ediyordu.
Almira bir gün ona şöyle dedi;
“Osman, ben seni seviyor !”
Zazaların Derviş bunu zaten tahmin etmişti.Kıza ne diyeceğini şaşırdı. Nar da ki güzel karısı Emine hiç aklından çıkmamıştı. En zor anlarında bile Emine aklından hiç çıkmamıştı. Derviş karısına deli gibi aşıktı. İngiliz hemşirenin yeşil gözleri çok güzeldi belki, endamıda güzeldi fakat Emine onun için başkaydı. Derviş’in kırmızı yanakları iyice kızardı. Hemşireye ne diyecekti ? Düşündü ve doğruyu söylemekte karar kıldı;
“Almira” dedi “Ben evliyim !”
Almira sarı lüle saçlarını parmaklarıyla çekiştirdi. İnce dudaklarını ısırdı. Belli ki bu cevaba üzülmüştü. Zorla gülümsedi
“Sen evlisin ?”
“Evet” dedi Derviş onbaşı."Ben karımı seviyor !"
Almira ayakta öylece put gibi duruyordu. Derviş’e ne bir şey söylüyor, ne de bir hareket yapıyordu. Yeşil gözlerinin kirpik altları ıslandı; iki damla yaş yanaklarına aktı. Derviş’e hiçbir şey söylemeden döndü ve gitti.
O günden sonra güzel hemşire Almira’yı kimse görmedi. Birkaç gün sonra bir İngiliz subayı esir Derviş onbaşı’nın yanına gelip usulca
“Almira Basra’ya gitti “dedi.
Közlenen bir aşk olgunluğa ermeden bitmişti.Derviş onbaşı teneke kaplamalı esir koğuşundan dışarı çıkıp Almira’nın kendisine getirdiği uzun sigarayı yakıp derince çekti..”Kader !” diye söylendi.”Alın yazım böyleymiş !”
Gözleri Anadolu toprağına baktı; bomboş bir gökyüzü'nden başka hiçbir şey görünmüyordu. Vatandan ayrılalı kaç yıl olmuş unutmuştu. On beş yılı geçmiştir diye düşündü. Dile kolay en az on beş yıl. Gelen haberlere bakılırsa Mustafa Kemal orduyu toplamış karşı taaruza geçmişti. Anadolu Kurtuluş Savaşı veriyordu. Ya kendisi gibi esir olanlar ? Elleri kolları bağlı hiçbir şey yapamıyorlardı. Gözleri nemlendi; Ne zaman duygulansa gözleri nemlenir çocuk gibi ağlardı. Şimdi de öyle olmuş, ağlıyordu.
“Aah Almira !” diye söylendi “Keşke sevmeseydin “
Derviş onbaşı yırtık çarıklarını sürüye sürüye koğuşa girerken kendi kendine söylendi,
“Ah ulan Derviş ! Vatan mahzun, sen mahzun !”
...
…..
Aradan bir kış daha geçti. Zazaların Derviş güzel Almira’yı unutmuştu unutmasına ama bazen aklına gelince bir “Aaah !” çekmeden edemiyordu. Yine bir gün esir kampında ki çalışma alanına giderken bir İngiliz askeri ona bir mektup uzattı. Mektup Osmanlıca yazılmıştı. Bu mektup ona Almira’nın bir arkadaşından geliyor ve şöyle diyordu,
“Derviş Osman, Almira maalesef koleradan öldü. Ölmeden önce sana bir mektup yazmamı ve onun seni çok sevdiğini iletmemi istedi…”
Derviş mektubu okuyamadı..Toprağa gözlerinden birkaç damla yaş düştü.. Yaşlar çoğaldı sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Kaderde yaşanacaklar varsa yaşayacağız !”
O gün çalışma kampında ki işleri bitmiş koğuşa dönmüşlerdi. Derviş kederler içindeydi. O sıra bir esir arkadaşının sevinçle bağırdığını duydu;
“Bizimkiler savaşı kazanmış ! Cumhuriyet ilan etmişler ! Yakında esir değişimi yapacaklarmış !”
Zazaların Derviş bu sefer sevinçten hüngür hüngür ağlıyordu.
.....
…
O gün Anadolu da kavurucu yaz sıcağı vardı. Kara bulutlar sıyrılmış Güneş olanca haşmetiyle kendini göstermişti. Bir zamanlar kendine ağlayan topraklarda şarkılar söyleniyor, ozanlar saz çalıp türküler söylüyordu.
Dağ yamaçlarında yeşil çimenlerde kuzular oynaşırken çobanlar uzun kanatlı kuşlara el sallayıp sevdiklerine selamlar gönderiyordu.Güzel Anadolu toprakları Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle sanki bambaşka bir dünyaya girmiş gibiydi.Anaların gözyaşı dinmiş, çocukların baba hasreti bitmişti. Cephelerde şehit olanlar ve geri dönmeyenler hiçbir zaman unutulmamış, anma törenleri düzenlenmişti.Doğa yeniden yaratılmışçasına çok güzeldi.
Aynı durum Niğde’ye bağlı Nar Köyü’n de vardı. Kaya kertiklerine tutunmuş güvercinler bir birine sokulmuş sohbet eder gibi telaşlı başlarını sağa sola çeviriyor, ötüyor ve neşeli bir şekilde kanat çırpıyorlardı. Pal bir güvercin olacakları bilircesine havalanıp taklalar atmaya başladı. Bir diğeri, bir diğeri daha..Pal güvercinlerin hepsi havalanıp taklalar atıyor bir sermoni gösterisi yapıyorlardı.
Ahşap kapısı kırık kayadan oyma evin duvarında uzun kuyruklu bir kertenkele at böceğini yakalamak için pusuya yatmış bekliyordu. At böceği pusudan habersiz taş duvarın aralığından çıkmış kertenkeleye doğru yavaş yavaş yaklaşıyordu. Kertenkele avının yaklaştığını görünce heyecanla başını kaldırdı; tam böçceği çevik bir hareketle yakalayacakdı ki kapının tokmağı “Güm güm !” vuruldu. Kertenkele korkuyla kaçtı.
“ Gııız Emine ! Ben geldim !”
“…..!”
“Gıızz duymadın mı ? Ben geldim ! Derviş’in geldi !”
Evin kaya odasının kapısının gıcırtıyla açıldığı duyuldu. Kadın sesi
“Sen de kimsin ?” dedi
“Benim ben ! Derviş’in”
“Derviş öldü ! Seni tanımıyom !”
“Gıız, aç şu kapıyıda gör !”
Ayak sesleri yaklaştı ve kapı usulca aralandı; ve yaşmaklı bir bayanın başı göründü. Kadının kapıyı açmasıyla kapaması bir oldu;İçerden
“Sen Derviş değilsin !” dedi telaşla
Derviş onbaşı şaşırdı..Başından aşağı buz gibi bir suyun döküldüğünü hissetti. Biricik aşkı, sevdiği hasretiyle yandıüıi kadın onu tanımamıştı.İçinden bir La havle çekti;. Tekrar kapının tokmağını vurup bağırdı
“Gıız benim ! Derviş !”
“Senin Derviş olduğuna inanmıyom ! Şayet sen Derviş isen Bekirlerin İbraam Ağa’yı bul, o desin nanayım. Yohsa şimdi benim oğlan gelir gafanı taşla gırar !”
Derviş onbaşı kapıda öylece kalmıştı..Karısı Emine’nin huyunu bilirdi; Kapıda beklemek nafile diye düşündü ve geri dönüp hızlı adımlarla Bekirlerin evine doğru yürüdü..
Bekirlerin İbrahim kapının önünde tavuklara çürük buğday taneleri atıyordu. Derviş onbaşı’ya göz ucuyla şöyle bir baktı; umursamadı
“Selamınaleyküm !”dedi Derviş
“Aleykümselam !”
Bekirlerin İbrahim bu gelen yabancıyla hiç ilgilenmiyor, tavuklara yem atmaya devam ediyordu
“Yav İbraam, sen de mi beni tanımadın ?”
Bekirlerin İbrahim başını kaldırıp kendisine selam verene dikkatlice baktı baktı; bu minyon tipli, elma yanaklı simayı bir yerlerden tanır gibi oldu ama çıkaramadı. Ters bir laf söyleyecekti ki aklına bir şey gelmiş olacak ki ayağa fırladı;
“Olamaz !” diye bağırdı.Sonra,
“Derviş sensin ha ? Vay gardaşım ! Evine Hoş geldin !”
İki dost hasretle kucaklaştı. Konuşacakları çok şey vardı fakat şu an bunun zamanı değildi.Gazi Derviş kısaca durumu anlatınca İbrahim
“Emine valla doğru yapmış “ dedi “Ben bile seni zor tanıdım ! “
Sonra Gazi Derviş’in koluna girdi
“Gel hele gel !” dedi “Emine’ye beraber gidelim “
Biraz önceki kapıya geldiklerinde Bekirlerin İbrahim Ağa bağırdı
“Emine geliiin ! Aç kapıyı ! Bah sana kimi getirdim “
Emine gelin zaten kapının ardından hiç ayrılmamıştı. Yüreği güm güm atıyor, inanmak istiyor ama inanamıyordu. Çünkü seferberlikte gönderdiği Derviş’i bu Derviş değildi.Fakat Bekirlerin İbrahim Ağa’nın sesini duyunca inanmaya başlamıştı. Kapıyı usulca açtı. Utangaç gözlerle Derviş’e dikkatlice baktı. Evet onu cıldır cıldır yanan gözlerinden tanıdı
“Derviş’im sen ha ? diyebildi.Tam bayılıp yere düşecek iken Derviş onu kolundan tuttu. O an genç bir delikanlı yanlarında bitiverdi. İbrahim Ağa’ya bu da kim ? dercesine ters ters kızgınca baktı
İbrahim Ağa ona fırsat vermeden
“Mıstafa” dedi “Mıstafa bu senin Derviş baban ! O giderken sen anayın garnındaydın !”
.....
…
Hikayemiz bitti mi ? Hayır.
O gün havada bulut yoktu..Yemen’e giden geri gelmişti.
Acılar bir nebzede olsa dinmiş Gazi Derviş Anadolu topraklarındaydı ,
En sevdiği memleketndeydi. Birde karısı Emine’yi çok severdi..Birde cigarayı..
Zazaların Derviş’in yüreği sevgi doluydu;Tıpkı Anadolu toprağı gibi.
Anadolu da gayrı acı türküler yakılmıyordu. Giden gelmez derlerdi ama o gelmişti işte..
Zazaların Gazi Derviş 16 – 17 yıl sonra sevdiği kadına aşkına kavuşmuştu.
Biz çocuklar mı ? Onu; bu güleryüzlü sevimli ihtiyarı yaşlılığında tanıdık.
“Derviş Ağa savaşı bize biraz anlat derdik; O ağlardı.
O ağladıkça biz gülerdik. Hal bu ki her savaş insanı ağlatırdı, biz çocuklar bilmezdik.gülerdik..
Biz çocuklar güldükçe Gazi Derviş ağlardı.
Ol hikaye budur.
.....
…
KAYNAK; Halim GÜL ve Reşat YAZGAN’a Teşekkürlerimizle.
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
BAYRAMLIK ZİYARET
Kısa bir hikaye
…
“Tik tak ! Tik tak !”
Fadime ana saate umarsızca baktı; saat beşe geliyordu. Biraz önce ikindi namazını zorla da olsa kılmıştı. Bacakları titriyor, yorgun vücudunu taşıyamıyordu artık. Hal bu ki daha iki yıl öncesine kadar her işini kendi yapar, sabah namazlarını güneş çıkmadan eda ederdi. Şimdi ise vücut yorgunluğu ona ağır uykular getiriyordu. Kayın pederinin o henüz taze bir gelin iken aldığı sedirdeki halının yıpranmış, kıvrık uçlarını düzeltti. Ahşap pencere kenarındaki hasır yastığı kendine doğru çekip bel verdi. Fasime kadının feri gidik yaşlı gözleri dış kapıdaydı.Elindeki yüz birlik tespiği hırsla çekerken söylendi;
“Aaah ! Ah !” dedi “Belli ki Muradım bu bayramda gelmeyecek. Beni unuttu gitti. O gelin yok mu o gelin, o türemiyesice herifin gızı ! Hep onun yüzünden. Yohsa Muradım heç gelmez mi ? Gapı açılıverse, anam ben geldim dese, aah ah ne iyi olurdu ! “
Sol yanındaki ağrı son günlerde iyiden iyiye artmıştı. Derisi buruşuklar içişndeki elini sol yanına koydu; kalp atışları çok yavaşlamıştı. Ölümden korkmuyordu ama ya oğlu Murat ve torunlarını görmeden ölürse ? Kaç aydır açmadığı duvardaki cazgır radyoya düşmanına bakar gibi baktı.
“Hee” dedi “Bu evde hep sen gonuştun. Sesini nasılda gıstım. Neymiş, uçah yapacahlarmış. Uzaya füze miymiş neymiş onu göndereceklermiş.Sonacığıma fabrikalar guracahlarmış, hepsi yalan ! Dünyanın çocuhlarını alıp gelip türkü mürkü sölettireceklermiş. Amaaan sen de ! Benim torunlarım gelmedikten sonra neyime..Gonuş ! Gonuş ! Gayrı yeter ! Bu odada ben gonuşurum, annadın mı ? Heç durmadan yalan gonuşursan ben de seni böle gapadırım ! “
Fadime kadın duvardaki radyo ile çekişmeyi bırakıp dış kapıya tekrar baktı; serçe kuşları kapının üstündeki kuru üzüm çubuklarının üstünde cıvıldaşıp duruyorlardı. Horanta dediğin böyle olur diye düşündü. Gamsız kedersiz nasılda cıvıldaşıyorlar.
“Aaah ah ! Hep o gelinin başının altından çıhıyor, yohsa Muradım bu guşlar gibi cıvıldaşır goşar gelirdi. Kasabada başka gız yohmuş gibi gedip kulaksızın Amedin guru değnek gibi gızını aldık. Aaah gafam ah ! Eee suç bende mi ? Heç suç ben de olur mu ? Oğlu Murat illa bu gızı alacam diye tutturdu. Şimdikiler laf mı anlar; annamaz; neymiş, gönlünü gaptırmış.. Tüü ! Murat diye boyun bosun devrilsin emi !”
Fadime kadın dış kapıya bir daha baktı; ne gelen vardı, ne de giden. Söylediklerini kendisinden başka duyan olmamıştı. Elindeki tespihi minderin üstüne atıp kalkmak istedi; böğrüne bıçak saplanır gibi oldu; tekrar yerine oturdu.
“Amanııın gomşular, bana bi haller oldu !” diye yüksek sesle söylendi.” Şimdi ben needicem ?”
Etrafına bakınıp odanın içinde birşeyler aradı, gözleri aradığını bulamadı. Gözleri eskisi gibi görmüyor, kulakları ise çok zor duyuyordu. Bastonu oda kapısının dışında bıraktığı aklına geldi.
“Aaah yaşlılıh ah ! Bastonu dışarıda ne diye bırahırsın ki ?”
Fadime kadın yerinden ahlaya puflaya zorla kalktı. BHenüz bir adım atmıştı ki yere yığıldı. Yerdeki eski kilimin üstünde yavaş yavaş oda kapısına doğru sürünmeye başladı. Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez ama kapıyı güç bela açmıştı. Aha işte, baston orada duruyordu. Elini bastona doğru tam uzatmıştı ki sıcak bir elin elinden tuttuğunu hissetti. Bu sıcak el sanki tanıdığı bir el idi. Fadime kadın başını kaldırıp elin sahibine baktı;
“Muradııım !” diye sevinçle haykırdı. “Muradım sen geldin ha ?”
“Geldim anam ! “dedi Murat bey
"Torunlarımıda getirdin mi ?"
"Getirdim"
"O gül yüzlü gelinimi ?
"Onuda getirdim !"
Fadime kadın birden dinçlendiğini hissetti; ayaklarında ve böründeki ağrılar gitmiş, gözleri cam gibi açılmıştı. Oğluna hasretle sarılır iken;
“Muradım !” diyordu “Muradım, ne iyi ettinde geldin yavrııım ! Çocuklaıda, gelini de pek çoh özlemiştim !”
Sonra derin bir nefes aldı.
“Gayrı ölsemde gam yemem ! Sizi gördüm ya Muradım ! Çakır gözlüm sizden Allah razı olsun ! Aaah ne eyi ettinizde geldiniz ! “
…
Sonrası mı ?
Sonrası tahmin ettiğiniz gibi; içten bir gülüş ve mutlu bir gülümseme..
Sevgili dostlar bayramı hikayesiz geçmek istemedim.
En güzel bayramlar güzeli düşleyen yüreklerde karanfiller gibi açsın ! O güzel insanları asla yalnız bırakmayın.
Nice bayramlara…
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
"TAŞ EVİM"
Selâm; çocukluğum şimdi yıkılıp tarih olan resimdeki gibi bir evde geçti..Tahmini 1900'lerde yapılmış toprak damlı, "Taşevdi."
Kocaman tahta bir kapıdan içeri HAYAT'a girilirdi. Şimdi avlu diyorlar ya biz "HAYAT" dirdik. Cümle gapısından hayad'a girişle birlikte evdede hayat başlardı...
Nevşehir evleri genelde iki katlı olurdu. Bizim evin ilk girişinde solda Ahır, yanında merdiven altı, soldan yukarı dar bir merdiven çıkardı, İç balkon kısmından odaların önünden geçilir, sağdan ikinci merdivenle inilirdi. Orda yer altında bir keler (kiler) vardı. Birinci ahırın üstünde "Ahırsekisi" derdik, ıscacık küçük bir oda, merdivenin yanında birde "Tandırevi" vardı...
Tandırevinin,1 büyük, 1 orta boy, 1'de küçük tandırı vardı. Biz ona "OCAK" dirdik. İçinde "Sacayağı" vardı, demirbaş eşya gibin ocağımızda dururdu. Firdevs babanne Aside, Dolaz yapacağı zaman himen tavayı sacayağına oturtur; ununu, yağını kavururdu. Tandırevimizin duvarında L şeklinde "Terek" vardı. İsli tencere ve tavalar "Sebilhane Bardağı" gibin tereğimizde dizili dururdu.
Tandırevimizin tam karşısında 2.ahır vardı. Dedemden yadigar devasa Kıbrıs eşeğimiz vardı, oraya bağlanırdı. Bu ahır içerden çekme katlıydı, tahta merdivenle çıkılır, orda saman balyaları sıralı, istifli, kitap gibi dururdu...
Yanında içinde havuz bulunan şirahne derdik, "Şırahane" vardı. Güz gelip, bağlar bozulunca, küfe küfe üzümler gelir, burda sarı çizme giymiş halam tarafından çiğnenirdi. Ezilen üzüm suyu dışarı çötlen borusuyla akar, boğlumdaki kovada birikir, tülbentten süzülür, Pekmez ilaanine toplanır, bekmez gaynatılırdı.
Üst kata merdivenden çıkılınca, iç balkondan "ARALIK" dediğimiz orta salona girilirdi; sağda ve soldaki iki kapı, biri bizim odamıza, diğeri baannenin odasına açılırdı.
Taşevimizin salonunun bu şekli; ermeni ustaların karnıyarık ev stili dediği; tek kapıdan aralık dediğimiz salona girilince sağlı, sollu iki veya dört kapıdan oluşan o kapilardan da odalara geçiş yapılan kullanışlı iç mekana sahip salon şekliydi.
Odaların kapı arkasında kapaklı gizli hamamlık olurdu. (Şimdinin Maaile Banyosu)...
Onun yanında "Yüklük" vardı. Yüklüğümüz; yatak, yorgan, halı, kilim evin bütün yükünü içine alırdı...
Baş taraftada altlı, üstlü bir dolabımız vardi.
Üst kısımda çamaşır, üst, baş bohçalarımız dururdu, alt kısımda ise günlük kullanımlık eşyalarımız olurdu.
Dışarıda merdivenden çıkılınca iç balkonun solunda ise;
"Odadan bozma bir Mutfak,
"Köşede bir likitgaz 3'lü Ocak,
"Yanında tabaklar dizili bir Terek,
"Ters köşede ise tekli bir rafta kap-gacak dururdu.
Ayrıca Erişte, kesme makarna, gırcı makarna ve kuru bakliyat, turşu, pekmez gibi gışlıkların konduğu "KAYIDODASI" vardı...
Bu evde, Huzur vardı, Bereket vardı, Muhabbet vardı.
Akşam olunca ilkönce perdeler çekilirdi, "PERDE" evin "EDEB"iydi, gizlerdi, herşeyi..
Eskiler;
Evceğizim, evceğizim,
Sen bilirsin, halceğizim derlerdi.
Akşam; çat kapı 3..5 komşu gelirdi, her komşunun en az 2 çocuğu olurdu. Her kapıdan girene ayağa kalkılır, hoşlukla karşılanırdı. Dinilirdiki; gelen baştır, ayağa kalkan mıçtır..
Nohut oda, bakla sofa evimizde, iki somyamız vardı. Büyükler orda otururdu, bizler yerde halının üstüne dizilirdik. Kestaneler çizılir, sobanın üstüne dizilir, pişmesi beklenir, afiyetle yenirdi. Ardından elma, kış armudu gibi meyveler soyulur, kuru üzüm, fıstık, leblebi, çeteneli kavurga yerken ...
Annelerimiz bir varmış, bir yokmuş diye bi masal anlatmaya başlarlar, laf lafı açar misali, masal masala bağlanır, saatler su gibi akar, geçerdi..
"Eskiden; Evlerimiz "DAR"
"Gönüllerimiz "GENİŞ"ti.
"Şimdi ise evlerimiz genişledi,
"Gönüllerimiz darlaştı..
Randevusuz kimseye gidemez olduk, iki lafın belini kıramaz olduk.
Misafir gelecek diye 3 gün önceden evler temizlenir, paklanır oldu.
Kek, pasta, börek 5 çeşit yapılır oldu. Çayın yanında petibör bisküvi, lokum unutulur oldu. Sohbet, muhabbet nerde herkesin elinde bir telefon fırsat buldukça online oldu.
"Göz olur, nazar olur" denmedi; yediği, içtiği "SELFİ" çekilip, cümle, aleme gösteriş oldu.
Nereden nereye geldik, eski komşuluklar, Dostluklar hayal oldu.
Şimdilik benim yazım da son buldu.
Saygıyla, Sağlıklı, Sıhhatlı Günler Diliyorum...
Yasemin Tutuş
11.12.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
HAMAM TASI GÜMÜŞ'TEN,
SABAH GELDİM, BEN İŞTEN...
Selâm; Yazıma bir türkü sözüyle başladım.Yine bir anlatım, yine anılar, yine Nevşehir Hamam Kültürü. Bakalım gönülden ne gelecek, dil ne söyleyecek, kalem ne yazacak. Yazanın değil, yazdıranın (RABBİM) hikmetiyle..Bismillah.
Çocukluğumda; Bir Hamam, birde Sinema Kültürümüz vardı. Her hafta Sinemaya, ayda birde muhakkak Hamama gidilirdi. Annelerimizin çok lüksü yoktu şimdiki gibi Altın ayrı, Dolar ayrı, Euro ayrı günü nerdee... Gariplerin gün yapacak parası bile yoktu.
Eşlere boyun bükülür, binbir cilve, naz ile haftada bir Sinema parası, ayda birde Hamam parası istenirdi.
Bazı beyler, çok masraflısın çokk hatun der, hem parayı virir hemide sohranırlardı. Hatunlarımızda az deeeldi. napaah adam, bi hamamadamı gitmiyek, yunmayahmı, çoluk çocuk bitlenecekmi der, savunmaya geçerlerdi. Bazı beylerde hiç itiraz etmez, parayı kuzu kuzu verirlerdi. Annem bu yönde şanslıydı; babam genelde iş nedeniyle, İstanbul'a gittiği için hem zaman, hemde para yönünde heççç sıkıntı çekmezdi...
Bizim evde Hamama ayda bir kez ama illaki sabah gidilirdi. Annem; önce temiz kıyafetlerimizi bohçalar, başka bir çantayada Hamam havlusu, Baş havlusu, Peşkir, Kese, Lif, tarak, Hacı Şakir sabunumuzu ve Hamam taslarımızı koyar. Taslarımızı dedim bah çünkü annemin böyük, benimde güccük birer hamam tasımız vardı. Hepsini hazır eder, bir çantayada, Zeytinyağlı yaprak sarması, Elma, Portakal biraz da ekmek guyar, nevalemizi hazırlar, yola çıhardık...
Nereyemi tabiki Kurşunlu Camiimizin ordaki tarihi, Kubbeli bizim hamamımıza. Neredemi hemen tarif edeyim..
Biz Karasoku mahallesinde otururduk; evimizden çıkınca dibimizdeki tol komşumuz babamın emmioğlu sucu Aliaaanın ve yanındaki amcayın Hüseynanın evide geçince, Tavukçu camimiz vardı, ordan yukarı doğru döner. Eminayın evinin önündeki soku taşının yanından, bakkal Esataaanın köşeye varınca sola döner, bayır aşağı vurur, kasaplar çarşısını boylar, orda biraz soluklanırdıh.
Kolaymı annemde iki yüklü çanta var. At yokk, araba yokk, tabanvayla koştura koştura giderdik...
Anam tekrar çantaları yüklenir, yola koyulurduk. Sağda taş binalı karakolumuz vardı; gri üniformalı, yuvarlak şapkalı bir polis abi kapıda dururdu..
Karşısında Palamut'larin evi vardı, orayı geçince Kurşunlu camiimiz görünürdü. Kurşunlu camiiye varmadan sola döner, bayıraşağı biraz inince hamama varırdın...Orasını Damat İbrahim Paşam yaptırmış, annem öyle dirdi. Biz gapıdan girerdik, kimsecikler olmazdı.
Anamla "Karga kahvaltısını etmeden" yola çıktığımız için hamam tenhaca olurdu. Öğleye doğru kalabalıklaşırdı. Dış kapıdan girince, küçük bir avlu vardı, orayı geçince geniş bir salona girilirdi, tam ortada yuvarlak şimdilerde "Şadırvan" deniyor, üstünden su akan süs havuzu gibi birşey vardı..
Sağda ve solda iki oda bulunurdu. Yüksekçe yerde bir teyze otururdu, annem ona parayı verir birde kese için; marka dediği bakır 10 krş büyüklüğünde plastik yuvarlak alırdı. Soldaki odayı hep biz alırdık, eşyalarımızı guyar koyar,peştamallarımızı sarınır. Anam ayağına ordan tahta nalın giyerdi, biz "Nalik" derdik . Parantez bacaklarıyla tek tek yürümeye çalışırdı, ben çok gülerdim. Çünkü, çok komik olurdu...
Ortada siyah iç çamaşırlarıyla gezen iri yarı çalışan bayanlar vardı; Aklım çıkar, tırsardım. Bunlara "NATIR" denirmiş, Erkekler hamamında çalışanlara ise ise "TELLAK" denirmiş. Annemin hep kese yaptırdığı "Nazik" isminde Natırı vardı, hatunun maşallahı vardı.
Yüzünde kocaman bir ben, hem enine, hemide boyuna babayiğit bir hatundu. İlk ondan duymuştum.
Ellerini, beline koymuş; Hanım hanım babasınıda getirseydin bariii deyişini. Dönüp baktığımda kadının yanındaki ufak, tefek, tıfıl, tırsak erkek çocuğunaydı garezi... Annesi zar zor izin alır, çocuğu içeri sohar, çocuk cıbıl hatunları görünce korkudan "Kirpi" gibi iyice büzülür, gücçüldükce gücçülür anası apar topar, yur, yıkar. Dışarı çıkarır, soyunma odasında giydirir, köşe minderi gibi oturtur.
Elinede bir dürüm tutuşturur, sakın kıpraşma, epmeğini ye, sesini çıkarma diye de sıkılar (tembihler), koşarak yunmaya giderdi...
Gelelim; bize hamamın iç kapısından, soğukluk denen bölüme girerdik, ordanda ufak bir tahta kapıydı, hamama girerdik. İçerisi müthiş sıcak olurdu, dört köşede, dört bölme vardı, aralarda tam ortada kurna olan kısımlar vardı. Anam sağdaki ilk bölmenin demirine havlusunu asar, orayı behlerdi.(işaretlemek). Bölme oda gibiydi köşesinde tek kurna; biri sıcaksu, diğeri soğuksu iki çeşmesi vardı. Önce saçımı, başımı yıkardı, ben gücücük tasımla ıscak ıscak su dökünmeyi çok severdim. Anam ise soğukluğa geçer, kese yaptırırken ben de hem su dökünür hemide "Göbektaşı'ndaki" hatunlara bakardım. Şen şakrak konuşmaları çok ilgimi çekerdi...
"Hamam tası gümüşten,
Sabah geldim yeni işten,
Yaalellii, yaleeelli, dokumacı kızlar...Türküsü taaa o zamandan aklımda kalmış. Ellerindeki tasla tempo tutarak hem söyler, hem oynarlardı. Benimmi içim giderdi de, "Fasulye gibi nimetten" sayılmadığım için, anca alık, alık hayranlıkla seyrederdim....
Annem keselenmesi bitince bi koşu odamıza gider; Elinde ekmek, bi tabak dolma ve Elma, Portakal ile gelir, benide soğukluğa çıkarır, bir köşede oturur, garnımızı doyururduk.
Tekrar içeri girer, annem üçer kere lif atar, başımı da son birkez sabunlar, iyice durular, havluya sarar, bölmenin kenarında beni bekle der, oda liflenir, yunur yıkanır, dışarı çıkardık. Avluda oturma bankları vardı. "Kıyımsız" anam ne hayırsa paraya kıyar; orda kendine madensuyu, banada gazoz alırdı. Dolmaların üstünede gazoz içince dünyalar benim olurdu.
Hemen odamıza çıkar, önce beni giydirir, sonra kendi giyinir. Kirli çamaşırlarımızı, ıslak havlu, Lif, Kese, Sabun hepsini yükleniriz.
"Sıhhatler olsun, Güle güle kirlenin, yine bekleriz" uğurlamasıyle evin yolunu tutardık.
Eve gelince "Anayla kız, Çuvaldız ile biz" yani ikimiz Öğlen uykusuna bi yatardık. Hamam Sefamızı, Uyku Sefasıyla tamamlar. Anacığım üstünede bir keyif çayı demler, çayımızıda içerdik..Sefamız olsun. Değmeyin keyfimize..
Bugünde satırlarımın sonuna geldim. Kırk, elli yıllık bir hamam kültürünü anaadmaya, yazmaya çalıştım. Büyüklerimiz o yokluh günlerinde bile hem çalışmış, çabalamış hemide Sinema ve Hamam Sefalarından vazgeçmemişler.
Sağlıklı, Sıhhatli Günler Diliyorum.
Yasemin Tutuş.
20.01.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"EVLERİNİN ÖNÜ BULGUR SOKUSU," "YEL ESTİKÇE GELİR YARİN KOKUSU."
Selâm, Sizleri yine geçmişe götürmek istiyorum. Sözlerime bu "Nevşehir Türküsü" ile başladım. Çünkü; Bulgur sokusu bizim mahlemize ismini verecek kadar çok önemliydi..
"KARASOKU" mahallesi ismini bu taştan almıştır. Meterise giderkene, Keklik'lerin evin altındaki çıkmaz sokağı geçince sağda bir daracık vardı. O daracık Karasoku Camisine çıkardı. Camii deyince içimde 'UKDE' kaldı, yazmadan geçemiyeceğim. O camiide bir CEMAL hoca vardı, bir kaçta kötü anım...
Ne diyeyim bilmemki; O Cemal hocanın bir kaç şamarınıda ben yemiştim. Sinirli, asabi bir adamdı. Bir yaz sûre öğrenmeye anam tarafından zoraki gönderildim.
O neydi o; içeriye giren çocuklar kıpkırmızı bir surat, alı al, moru mor yanaklarla çıkardı. Çocukların yanaklarında gülller açardı. Bir sureyi bir kerede ezberledin ezberledin, ezberliyemedin veya şaşırdın, fırıncı küreği gibi eliyle iki şamar çocukların kafaları önce sağa sonra sola dönerdi...
Ne hikmetse o iyi öğretiyor diyede anam illaki ona gönderirdi...
Anammı 1.55 boyunda ama bir o kadarıda yerin altında ufacık tefecik emme otoritermi otoriter bir hatuncukdu.
Camiye sıkıysa gitme, camiden "AL AL" eve gelincede, sokaklarda goşturacağına oturup ezberleseydinya, hocanın vurduğu yerde "GÜL" biter dirdi de.Banane, banane ben o gülü istemiyordum. Ben gücücüktüm, benim canım çok yanıyordu. Haceli hocama gurban olim bir kerem bile vurmadı.
O daracığı geçince yapısı siyah taştan 3 katlı bir ev vardı. Karşısında Kekliğin Mediha yenge otururdu. (Allah gani gani rahmet eylesin.) Benim iki halamında "Görümcesi" idi.
Onların evin karşısında, sokağın içinde tam karşıda pembe duvarlı bir ev vardı. Duvarında Çok güzel bi çeşme vardı. İsmini ve detayını "Nevzat Öndegelen" abimden sordum, öörendim.
O çeşmenin ismi "ÇEKİÇ ÇEŞME" imiş. Onun yanından devam edince Meteris'in Meydan fırınına giden yoluna çıkılırdı. Meteris ortadan iki yola ayrılırdı, alt yol "Karadeniz pastanesi ve eski Devlet hastanesine giderdi. Üst yolda Köşker Necip emmiyle, Leblebici Ali emminin dükkanı ile Meydan fırınına giderdi. Karşı çaprazında kuru baarsak (bağırsak) satan kemikkıranlar vardı. Neyse şincilik bu kadar yol tarifide yeter..
"Çekiç Çeşmenin" önünde garataş'tan böyük mü böyük bir "Soku" vardı. Büyüklerimiz, Karasokuya gittih, Bulgur döödük, geldih dirlerdi. Gururla yineliyeyim; Bizim mahallemizde ismini bu taştan almıştır.
Anlı Şanlı "KARASOKU MAHALLESI"...
Hatırladığım 2.Soku'da bizim evin yukarısında "Fişekçi" Camisine giderken, garaadirin iminaa dirlerdi, onun evinin önünde çok geniş bir boşluk vardı. İminaanın kendi kapısının önündede külüstürmü külüstür, gocaman bir gamyonu vardı. "İminaaanın Takası" dirlerdi, Peh Peh bütün haşmetiyle gapının önünde arzı endam eylerdi...
Gelelim "SOKU" taşına Siyah Cingi taştan tam daire şeklinde tahmini 70 cm yüksekliğinde, aşağısı külah misali yuvarlak toprağa gömülü olurdu. Bu şekilde oluşu; çalışan kadınlarada golaylıh sağlar, ayaklarını çarpmazlardı.
Bizim "Soku' da galiba 70cm idiki; ben önünde durunca kafam yuharda kalırdı içini görebilirdim.
İçi oyuk olduğu için o mahallenin çocuklarıyla oynarken; bazen hırkamızı, bebeğimizi, ipimizi içine saklardık. Oyunumuz bitince herkes eşyalarını alır giderdi. Yani bizim Yeddi eminimizdi, eşyalarımızı gorurdu bizim Soku taşımız. Biraz büyük çocuklar hoplar kenarına otururdu, ben güccük olduğum için ne kadar çıkmaya çalışsamda bir türlü çıkamazdım.
Yazın başlarında oyun alanımızdı emme harman sonu sıkıysa yaklaşş zopa ile kovalanırdık..
Çocuk aklı işte o zaman anlayamazdım emme büyüklerimiz haklıymış, bulgura taş toprak sıçrar veya tokmak kafamıza gelir diye bizi uzaklaştırırlarmış.
Sabahları fırına giderken orda bir telaş görürsem bilki bulgur dööülecek bende gider, karşı evin işşiğinde oturur beklerdim..
Önce hortumla "Soku taşımız" gözelce yıhanır, gurulanırdı. Islanan toprak çamur olmasın diyede biraz toprak döker çiğnerlerdi.
Beri yanda kaynamış buğday "Soku taşına" dökülür. Ha babam, De babam seri ve hızlı bir şekilde tokmakla dövülürdü. (Üst resimdeki gibi)
Bulguru tokmakladıkça, bulgur mest olur, sarardıkça sararır, mis gibi buğday kohardı. Aradada "Lenger" ile garıştırılır, altı üstüne getirilirdi.
Kadınlarımızın ağzı boş dururmu;
"Bulguru kaynatırlar,"
"Sohu'da yaylatırlar" diye bi başlarlar,
"Evlerinin önü bulgur sokusu,
"Yel estikçe gelir yarin kokusu" diye devam iderlerdi. Türküler, maniler gırla giderdi...
Dövülen buğday, bulgura dönünce "İtaa" dirdik, yaygılar serilir, üstüne bulgur yayılır. İtaanın köşeleride gıvrılmasın diye 4 taş ile behlenir, (sabitlenir) kuruması beklenirdi.
Akşam toplanır, sabah başka temiz ve kuru itaa'ya tekrar serilir. 3...5 günde kurutulur.
Kile'de dirler biz Urup derdik, "URUP" (ortasında tahta tutak yeri olan, düz silindir kova) Urup ile Çuval veya küçük Haşa'lara hem doldurulur, hemde urup hesabıyla hesaplanırdı, sonaada evlere taşınırdı.
Büyüklerimiz bu yılda Unumuzu çektirdik, Bulgurumuzu, Yarma'mızı dövdük, Kayıdodası'na guyduk dir, şükrederlerdi..
Onlar Şükretmiş, Bende Akıl Defterime kaydetmişim...
Gün oldu, Beri geldi...
Söz oldu, Dile geldi...
Yazı oldu, Sizlere geldi...
Sağlıklı, Sıhhatli Günler dileklerimle...
Yasemin Tutuş
19.12.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
=EŞEĞİMİN YOHTUR PALANI,=
=DİŞLERİ ALTIN GAPLAMALI.=
Selâm; bugün güccüklüğümde babamın hep âanaddığı Zenginlikmi disem, Şıdırgınlıkmı disem, ne disem bilemedim.!
"Eşeğinin dişlerini altın gaplatan"
Nevşeer'imin mozaik daşlarından birini daha yazıp, âanadıvireceğim.
Geldim seksen,
Gittim seksen;
Yasemin bi otursan,
Şu yazıyı da bi yazsan didiiim...
Sonracığıma; aldım elime kâadı, galemi, büktüm boynumu yaradanıma; beni mahcup etme ya "YARAB" dedim ve yazmaya başladım.
Ya ALLAH, ya BİSMİLLAH...
Öncelikle Bahriye Ruhiye, Rukiye ablalarıma ve Sabri, Şevket abilerime yazıma katkılarından dolayı sonsuz teşekkürler..
Başlık ilginizi çehti dimi, hah işte bende onu âanadıvireceğim. Çavuşoğullarından Eyüp efendaanı sizlere tanıtacağım. Bu zatı möhteremi anası "Kadir gecesimi" doğurmuş bilmem; çok nasipli ve kısmetli biriymiş. Rabbim "Yürü ya kulum" diirya, işte bu kulda yürümek ne kelime at başı koşturan şanslı bi kulmuş.
Niden dirseniz himen âanadıviriyim.
Eyüp Efendaa çok büyük bir tüccarmış.
Tuttuğu altın oluyor, ne işe el atsa köme köme altınlar, gayme gayme paralar gazanıyormuş.
Çavuşoğlu Eyüp Efendaa; öyle zenginmişki, sarı liraları odanın ortasına halı gibi serer, evin horantası şıkır şıkır üstünde gezermiş.
Hatta cezveye soğuk su goydurur, içine gavesini atar, deste deste mor binliklerle gavesini pişirir, sefam olsun, diyerek afiyetle içermiş..
Eyüp Efendaa hayatında hiç zarar etmemiş, "Tosyanın pirinci meşhurdur" bütün Türkiye bilir. Bi kerede ben zarar edeyim dimiş.
O devirde bir gamyon pirinç almış, Tosya'ya göndermiş, sudan ucuza satılsın bende zarar ideyim diye düşünmüş. Tosya'ki pirincin yetiştiği yer emme velakin gönderdiği 1 gamyon pirinç bırah zararı 3 katı fiyatla satılmış ve çoohh böyüh kâr elde edilmiş.
Ne dimişler;
"Gulun virdiği başa gahılır, Rabbimin virdiği daşar, döhülürmüşşş."...
Eyüp Efendaa; eski, püskü ve bol yamalıklı giysilerle dolaşırmış emme o her yamalık iki katlıymış, iç kısmı gizli cep olurmuş. Görünen dıştan yamalık, içteki cepte ise içi sarı lira ve rulo rulo mor binlikler istif istif dururmuş..
Gören "Fasulye gibi nimetten" saymasada, "Kırk İçlikli Memmet ağa" gibi; Eyüp Efendaa da "Şalvarbank" gibi gezermiş.
Hatta taaa Hatay'a gider sabun alır, sabun satar, ticaret yaparmış. Çok büyük tüccar didimya, bah dimedi dimeyin başta didiiim...
Niiysee konumuza dönelim.
Hatay'ın yeşil sabunları çok meşhurmuş, Hatay'ın bu yeşil ve doğal sabunları devasa kazanlarda yapılır ve satılırmış. Çavuşoğlu Eyüp Efendaa gittiği zaman, herkeş hizaya girer, saygıdan hazırolda dururmuş.
Bütün imalatçıları gezer, sabunları kazanlarıyla birlikte alır, (30 gazan şundan, 40 gazan öbüründen, 70 gazan berikinden dirken) 400...500 kazan sabunu gamyona yühletir, parasını da anında yamalıklı "Şalvarbanktan" sarı altın lira veya mor binlik olarak ödermiş. Yine Çavuşoğlu geldi, guruttu, gitti dirlermiş. Niden mi? Golay mı adamlar yeniden kazan alacak, düzen kuracak, sabun yapacak...
Gelgelelim Nevşeer'imin yokluk ve kıtlık yılları, kadınlarımızın garnını ve çocuklarını doyurmak için birer pindirli dürüme sabahtan âğşama gadar bağa ırgat gittiği zamanlarda; Çavuşoğlu sarı liralarla dircik atarmış.
Hani bir söz vardır. "Kasap kuyruk yağını bol bulunca mahrem yerlerine sürermişya,"
Bizim Çavuşoğlu Eyüp Efendaa da parayı çok bulunca eşeğinin dişlerine altın döhtürmüş.. Nasıl mı himen yazıvireyim...
Eyüp Efendaanın bir eşeği varmış, gel çekice git küreğe bu hayvancağız çalışırmış.
Yine birgün bütün evin horantasıyla bağa gittiklerinde eşeği biraz uzağa çalıya bağlamışlar. Onlar çalışırken dağdan bir kurt eskilerin deyimiyle "CANAVAR" iniyor, eşek önden kaçıyor, kurt arkadan kovalıyor, dirkeen kurt bu eşeği parçalayıp yiyor.
Ağşama doğru, bi bahıyorlar eşşek yok, her tarafa bahınıyorlar, eşşeğin boş palanı ile siftinmiş kemiklerini buluyorlar...
Eyüp Efendaan; üzülsede yine gidip iyi bir paraya yeni bir eşek alıyor. Bu eşekte eğitimli ve çok akıllı çıkıyor, geh deyince geliyor, çüşş deyince duruyor, çöhh deyince çöküyor, eşek her denileni anlıyor, sahibine itaat ediyor ve uysal haliyle yediği arpanın hakkını vererek eşşek gibi çalışıyor...
Bu eşeği öyle seviyorlar ki; o devirde de bizim Nevşeer'imizde dişçi Memmetaliaaa varmış. Herkeş ona gider, varsa çürük dişlerini kerpetenle çeker, elinden geldiğince gerekeni yaparmış. Bizim eşek akıllı ve çoh ta seviliyorya, alıp dişçi Memmetaliaaya götürüyorlar. İki kişi hayvanın ağzını ayırıp alt damak ile üst damak arasına kalın ağaç dalını dikine dayanak yapıp başını tutuyorlar. (Araba motoruna bakmak için kaput açılır, demir çubuk birşey konurya onun gibi) iki kişide dişciyi ezmesin, tepmesin diye eşeği zaptediyorlar.
Dişçi Memmetaliaaa beri yanda kapta altını eritiyor ve hayvanın alt dişlerine kaynar kaynar döküyor. Altın soğuyup sertleşince alt dişler komple altın kaplama oluyor. Eşek anırdıkça dişleri ışıl ışıl parlıyor. Hem yazdım, hem içim sızladı, hayvanın çektiği eziyet revamı, ceza mı? Diye..
Nevşeer'i alıyor bir şav, bizim altın dişli eşek herkeşin diline düşüyor, eşeğe göz koyan uyanıkta çoh. Eskiden at'ı eşeği olmayan öz'e, bağ'a, gitmek için gonu gonşudan "öndüç" eşek alır gider, öz, bağ işlerini görür, gelirdi. Uyanıklar Eyüp Efendaan gapısına geliyor; Eyüp ağam eşeği öncüt virsende bi koşu bağa gitseh gelseh diyorlar. Maksat iş görmek diiil, eşeği cebellezi yapıp, dişlerini söhmek.
Çavuşoğlu çoh akıllı eşeğini virirmi hiç, altın dişli eşeğine gözü gibi bahıp, muhaat oluyor.
Yine Çavuşoğlu ile şöyle bir hikaye anlatılır didi kimmi didi "Mustafa Zekeriya Efeoğlu" abim didi. Bende himen aldım, yazıma ehleyivirdim. Nemi didi onun anâadımıyla buyrun ohuyalım. Çarşıda bir köpek ölüsü vardır. Çavuşoğlu oradan geçen fakir bir hamala sana 2,5 lira vereyim. Şu köpek ölüsünü çarşının ortasından kaldır, dereye at dir. Hamal öökelenir, ben sana vireyimde sen at dir..
Çavuşoğlu hadii vir lan dir, sözüne boğulan, arına bunalan hamal 2,5 lirayı verir. Çavuşoğlu'da köpek ölüsünü dereye götürür, atar. Sonrada köpek ölüsünü attım diye Çavuşoğlu'luktan olmadım ya. Yine Çavuşoğlu'yum, yine Çavuşoğlu'yum diye böbürlenir. Buda hamala kappak olur...
Mustafa Zekeriya abim yüreğine, kalemine sağlık...
Çavuşoğlu Eyüp Efendaa 1900 yüzlü yıllarda yaşamış, göçmüş, gitmiş. O sahih dünyada, "Berzah" aleminde, biz ise yalan dünyadayız. Ben derlediğim, duyduğum, dinlediğim bilgileri yazıp âanadivirdim. Yazması benden, okuması sizden. Yinede rabbim gani gani rahmet eylesin...
Sağlıklı, Sıhhatli Günler Dileklerimle...
Yasemin Tutuş
17.04.2022
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
KAAT EKMEĞİM, YUFKA'M, PİNDİRLİ, PATEYESLİ DÜRÜM'ÜM;
ÖFELEMEÇ, İŞLEME ÇÖREĞİM, BAZLAMA'M, HEPSİ 4 YAPRAKLI YONCA'M...
Selâm; Besmele ile girdim söze, Eğri oturdum, doğru yazdım size; Un, su, tuz ile eyice karışsın,
Yuuka ekmek olsun, gelsin sizlere...
Küçüklüğümün "KAAT" ekmeği, ne severdim, seni bi bilsen, Dursun halam kuru yuukayı sular getirirdi bize. Annemde bi gözel itimiş pindirle, kolum gibi dürüm yapardı, virirdi elime; sokak kapımızın eşşiğine oturur, bir salkım banni beyaz üzümle birlikte afiyetle yerdim...
"YUFKA" ekmeğini Dursun Halam her yıl Güz'ün yapardı. 8...9 Testilik hamur karardı, testi deyip geçmeyin; bir testi tahmini 18 litre su alırmış, halamkızı didi. Halam bizi çok severdi, bizsiz içine hiç bişi ilimezdi; (sinmezdi) bizede haber ederdi.
Ekmek yapılacağı gün, Anamın gucağında 3 yaşındaki tohumluk koca bebe, yanında "Geçmez akçe" ben benim elimde bi gara geçi, bizim evden çıkardık yola, Saraç Memmet güccamın evinin yanındaki daracığa girer, Karasoku camii'nin yanından, Meydan fırınını teğet geçer, Sahil yolu, Ticaret lisesinin önü derken, otun çöpün içinden, bayırı çıkar. 350 evler, 1. yoldaki halamın evine varırdık. Geçiyi bağlardık bir kenara o otlanırken, biz biraz nefes alır, dinlenirdik.
Halam; hazırlıkları anama annadırken, bende pür dikkat dinlerdim..... Halam; birgün önceden bir kazana, desti hesabı ile ölçülü suyu ve kaya tuzunu bir tülbente 'Çıkı' yapar, içine atardı, tuz erisin, suya karışsın, tortusu kalsın diye. Sabahtan da ununu eler, eleğini asardı.. Öğleye doğru hamur azar azar, elbirliğiyle yoğrulmaya başlanır. Yoğrulan hamurlar peyderpey (parça parça) büyük itaaların arasına konur, gonugonşu çığrılır, çoluk çocuk, cümbür, cemaat bir gözel çiğnenir, hamur öze gelit yani kıvama getirilir ve yine gonşuların yardımıyla bezelenirdi. Beziler unlanarak ilâanlere dizilir, ertesi sabaha kadar dinlenmeye bırakılırdı. Bezeler dinlene dursun....
Halam; Osmanlı kadındı, "Görgülü kuşlar, gördüğünü işler" dirlerya. Halamda baba evindeki tandır gibi evinin bodrumuna Tandırevi yaptırmıştı. İşte bu tandırevi yuuka epmek yapmak için hazırlanır, önce yire büyükçe itaa serilir, oklavalar, ekmek tahtaları yerleştirilir, bişirgeç ise tandırın gıyında hazır edilirdi. Haa unutmadan yazayım; ekmek yapılırken dölek durmazsak bacaklarımıza çırpıştırılan oklavalarla hanyayı, konya'yı yani uslu oturmayı da öğrenirdik.
Her tahtanın yanına büyük kuşaneler içine uğralık unlar hazırlanır, pişen ekmekleri koymak içinde tertemiz sufra bezi serilirdi....
Gelelim Tandırımıza, tandırın tabanına büyük kütük ve halapa odun bırakılır, yakılacak çıbık, çıtırgı, odun talaşı hazır edilirdi. Külle'de temizlenir, tandır yakılmaya hazır olurdu. "KÜLLE" ne merak ettiniz dimi; himen diyivereyim. Tandırın dibinden, yüzeye doğru meyilli boru yerleştirilmiş hava boşluğudur. Tandır ateşinin hava alarak yanmasını sağlar.
Eskiden analarımızın; kızlarını yetiştirirken söylediği bir söz vardır. "EL KAPISI INSANI TANDIR'DAN SOKAR, KÜLLEDEN ÇIKARIR" diye. Her işi iyi öğrenki el gapısında zorluk çekme, geçimli ol dirlermiş. Ayrıca gışında kaynanaların para, altın sakladığı para kasasıymış bizim külle...
Tandırevi hazır olurda, yemeksiz olurmu, Dolmalar, Sarmalar yapılır, hoşaflar kaynatılır, Sütlaçlar pişer, kaselere dökülür, kelere (kiler) dizilir, meyvelerde hazır edilirdi.
Sabah ezanıyla ekmek yapacaklar ve pişirici gelir, erkenden işe koyulunur, keşşik usulü ekmek yapılırdı. "KEŞŞİK" nemi "İmece" usulü yardımlaşarak sırayla ekmek yapmaktı. Yuukalar açılmaya başlanır; 1..2 saat ekmek yapılır, beri yanda kahvaltı için; pindirli, kıymalı dürüm ile süzme yoğurtlu "IŞLEME" Çörekler yapılır, sıcakken tereyağıyla yağlanır, afiyetle yinirdi...
Kahvaltıdan sonra yuuka açmaya devam edilirdi. Tandır başında hem yuuka pişirip hemde kendide pişen pişirici ablamız; elindeki yuuka çevirdiği bişirgeci çeneleride elleri gibi işleyen hatunlara sallayarak; uğralı uğralı açmayın, dooru, dölek açın şunu diye sohranırdı...
Pişiricinin sohranmasıyle son gaz yuuka yapımına devam idilirdi. Anamsa getir, götür işlerine bakar, hiç boş durmaz, geride kalmaz, hiç oturmaz, koşturur dururdu. Öğlen olunca hazırlanan; sarmalar, dolmalar, sütlaçlar afiyetle yenirdi.
Sohbet, muhabbet gırla gider, tepsiler "TEF" güğümler "DARBUKA" olur;
"Düriyemin güğümleri galaylı, ah galaylı,
"Fistan giymiş etekleri alaylı, ah alaylı,
"Düriyemi aldatması golaymı ah golaymı.. diye bi başlanır, şarkılar, türküler ile bizim tandırevi ayrı bir şenlenirdi. Pişiricinin hadin garii avara galmayalım diye sohranmasıyle tekrar eller makine gibi işler yuukalar açılırdı. Aradada elma, armut dişlenir, hevenk üzümününde tadına bakılırdı...
Ekmeğin bitimine doğru yuuka ekmek iyice gevrek pişirilir, gözelce ufalanır; içine çitilmiş kuru suvanla, çölmek pindiri katılarak "ÖFELEMEÇ" yapılır, hoşaf ile mideye indirilirdi. Ekmek yapıldı, bitti sandınız dimi cıkss bitmedi.
Ekmek kokusu mahalleyi sardığı için gonugonşuyada "BAZLAMA" yapılır, evinde pindirli, pateyesli, kıymalı "İç avayni" hazırlayıp, gelen gonşular geri çevrilmez mis gibi çörekler yapılır, gönderilirdi. Artan bazlamalardan ekmek yapanlarada birer "Çıkın" yapılıp virilirdi
Yufka ekmek bitti, iş bitti sandınız dimi nirdee; bir tandır yarısı "KOR" olmuş "KÖZ" var, bu közden küçük tandıra birazı alınır, içine patates, pancar ve gabak gömülür, pişmesi behlenirdi. Bizim hatunlar çok maharetliydi, kimmi tabiki Anamla, Halam ellerinden uçan, kaçan kurtulamadığı için; tandırın üstüne temiz bir sac ters çevrilir. Önceden kesilen erişte ve kabak çekirdeğide gavrulurdu.
Yarım tandır köz olurda, bizimkiler dururmu hani bir söz vardır; "Kasap kuyruk yağını çok bulunca, her yerine sürermiş" bizde tandırda közü çok bulunca, buldumcuk olduk, Erişte, çeerdek, patates, pancar, gabak bile gömdük. "Tandır'da kabak, yede tadına bak" dirken Oda yitmedi çölmekte çeşit çeşit yemekler hazırladık, tandırın gıyına dizdik. Yemekleri pişirdik, 2..3 günlük yemekleri de hazır eyledik...
Pişen yufkalar kayıdevine taşınır, 1.5 metreye yakın yufka direkleri oluşurdu.
Büyük resimdeki gibi sıralı ekmek yığınlarına "DİREK" dinirdi. Yuukaların üzerinede "Sini" konurduki yüksekliği yerleşsin diye.2...3 gün uğraşılır, geceyarılarına kadar ekmek pişirilir, yaza kadarda afiyetle yenirdi..
Yeşil yapraklı "YONCA" misali Yuuka, Öfelemeç, Çörek ve Bazlama beti bereketiyle sofralarımızdan eksik olmaz, bizimde midelerimiz bayram ederdi...
Bugünde yazımın sonuna geldim, ölenlere rahmet, kalanlara selâmet diyorum..
Sizlerede Sağlıklı, Sıhhatlı Günler Diliyorum..
Yasemin Tutuş
15.01.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"ASİDE'M, DOLAZ'IM;" "OLMAZSA OLMAZIM"...
Selâm; güccüklüğümde "Dolaz" ile ilk tanışmam Firdevs baanne sayesindedir. Babaanne; diyemediğim için baanneyi yuvarlamışım...
"TAT" gız olan bendeniz 3 yaşına gadar gonuşamayınca; dili açılsın diye, ağzında kilit çevrilen, paslı camii kilidinden bile su içirilen, bu garibin bildiği 3...5 kelimeden ibaretmiş. Bendenize ne su, ne kilit fayda etmemiş.
Vakti saati gelince 4 yaşında birden gonuşmaya başlamışım. Bana tat diyenlere de möhteşem bi kapah olmuş...
Rabbim; sonrasında "Söss Garii" dedirtecek bir çene ihsan eylemiştir... Neysem garii...
Firdevs baannem; Maşallah ayaklı gazete gibiydi, mahlede kimin gelini doğurduysa ilk o duyardı. Hemen eve gelirdi; bi Dolaz pişireyimde; Gelin lohusa sütü bol olsun, göğsüne süt dolsun diir geçerdi tandırevimize.
Tandırevimizde 3 tane tandır vardı, en köşede kallavi böyük tandır, tam önünde solda orta boy, sağda ise güçücük tandırımız vardı.
Güçcük tandır'ın adı "OCAK"tı. Üçgen davlumbaz şeklinde tavanda birleşen baca boşluğu, dama kadarda uzunca bir bacası vardı.
Firdevs baaanne; ocağa önce Sacayağını yerleştirir, sonra çalı, çırpı çıtırgı ile ocağı yahardı. Arada derede benide orda gıyıda duran çuvallardan birinin üstüne "MIH" gibi oturtur, işine goyulurdu.
Benmi hiç gıpraşmadan, cimbik cimbik baharak baanneyi seyrederdim.
Tandırevimizde "L" şeklinde birde terek vardı. Üstünde isli tencereler ile üzlük, ekecikler (güveç) sebilhane bardağı gibi tek sıra halinde dizili dururdu. Birde baannenin tandırevimizin duvarında asılı yuvarlak fırın tepsisi böyüklüğünde arkası isli, içi galaylı, bahır bir tavası vardı.
Tavayı sacayağına oturtur, bir kase sıvıyağ ile 2 kase un dökerdi, tahta kaşıkla evire çevire, sararana kadar unu gavururdu. Beri yandada 2..3 kaşık şeker ve yarım kase bekmezi su ile cıvıtır, kavrulan una cozz diye dökerdi.
Tavayı ateşe gösterip, çekerek ara sıra garıştırarak gıvamını aldırır. Güçcük bir tasa 2 kaşık gatar, elime virir, ben oturduğum yerde ıscak ıscak dolazımı gaşıklarken; baaannede pişen dolazı kertikli Bahır Sahana bastıra bastıra güzelce yassılar, üstünede kaşıkla şekil virerek son rütuşunu yapardı.
Baanne arada banada bilgi verir, Nevşeerimizde adettir!;
"Oğlan doğarsa "Dolaz"
"Gız doğarsa "Aside" pişirilir dir.
Hemen dimisini giyer, atkısını çeker, pişirdiği Dolazı sarar sarmalar, golunun altına alır, benimde elimden tutar, doğruca bebe görmeye giderdih.
Baanne gideceği yere hiç eli boş gitmezdi. Asker yohlaması olsun, Gelin görmesi olsun, Bebek yohlaması olsun; Çam sakızı, çoban armağanı; bazen Dolaz, bazen Aside pişirir, götürürdü. Rahmet canına....
Nevşeer'imizin tatlıları sadece Dolaz ile Aside sandınız dimi cıkss.
Dur onuda yazıvireyim. Karşıdağımız vardı, orda Dursun halamın evi vardı. Hatta Karşıdağin türküsü bilem vardı.
"KARŞIDAĞDA SIRA SIRA BADEMLER; "OTURSUN, AĞLASIN YARİ GİDENLER... diye
Gözelim karşıdağımızın her tarafını kazdılar, oydular, ev yaptılar, adınıda 350 evler goydular... niysem
350 evler, 1.yolda ise benim Dursun halam otururdu. Ne o bizi görmeden yapardı. Nede biz onsuz, muhakkak giderdik. Bizim Karasoku'daki taşevimizden çıhardık yola; anamın kucağında bir bebe, yanında ben, öbür yanında abim, elimizdede bir 'KEÇİ'...
Yol mu var; otun çöpün içinden geçe geçe varırdık halama. Keçiyi bağlardık bir kenara, keçi otlanırken, biz dinlenirken; Halam başlardı ne yapayım, ne yiyelim dimeye.
Bizde İşlemee, Çörekkkk diye bağrışırdık, gurban olimm Dursun halama hiç üşenmezdi, himen hamuru yoğurur, ocağın üstüne sacı guyar. Çölmek pindirli, gıymalı çöreğimizi yapardı.
Üstünede "ŞAHMAN" unundan "Ağbulamaç bişirir, çinko sahana dökerdi. Üstünede tavada gızdırılmış tereyağını gezdirereh dökerdi.
Anamda sufra bezini serer, üstüne tahta Honça'yı guyar, tahta gaşıkları dizerdi. Sofranın bile bi edebi, bi adabı vardı. Hepimiz sessizce sufranın etrafına usulca dizilirdik. Çöreklerimizi afiyetle yer, Ağbulamacı da dibine kadar sıyırırdıh.
Anam tohumluk bebesini uyutur, bizde halamkızı Hayriye'yle oyuna dalardık.
Dursun halam bazen Bekmezli bulamaç, bazende Bekmezli helva yapar, köfte gibi sıkar, sahana dizerdi. Yemeye doyulmaz, kapanın elinde kalırdı. Canım halam çokta güzel yapardı.
Rahmet canına, Mekanın Cennet ola.
Nevşeer'imin tatlıları beşi bir yerde altın gibiydi.
Başı Dolaz çekerdi, Aside yanında, Ağbulamaç, Bekmezli bulamaç, sonda Bekmez helvası vardı. Yemelere doyulmazdı, canııım beşlim....Dirkene geldim, bugünde yazımın sonuna.
Sağlıklı, Sıhhatli Günler Diliyorum...
Yasemin Tutuş
22.12.2020
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"GELİYOR DÜĞÜN ALAYI," "KAYNANALAR ÇEKSiN HALAYI." (1. Bölüm)
Selâm; Bugün hayırlı bir işe niyet aldım. Bakalım dil ne söyleyecek, kalem ne yazacak, sizler neler okuyacaksınız.
Evlilik diyelim söze girelim. Eski büyüklerimiz oğulları büyüdükçe hayırlısı ile iki ayağını dört edeydik, yuvanı bi guraydık diye telaşeye düşerlerdi.
Gız yetişirkende edep adap, aş iş ööretilir.
El gapısı var öğrende, bi gıyında dursun dinir "Yaptığın iş bizim için, öğrendiğin kendin için" diye de şiverlerdi.
Golaymı gız çocuğu biraz büyüyüp serpilince, evlilik çağının tesbiti için tahta sandalyeye oturtulacah birde ayakları yere basıyorsa "Yandı gülüm keten helva" misali evlenme çağına gelmiş olacaktı.
Nevşeer'de eskiden süper bir dünürcülük sistemi vardı. Gız olan evlerde zabah irkenden evin gızı galhar, dış gapının önünü önce bi sular, sonra çaĺı süpürgesi ile gözelce süpürürdü. Bilinirdiki o evde yetişkin gız var ve gelecek dünürlere gapı açık dimekti...
Erkek çocuklar ise askerden gelince anne, abla evde varsa babanneyi de bir telaşe alır.
Gişilik kıyafetler (yeni Atkı, dimi, entari) giyilir, gapı gapı gız bahılırdı.
Buda gapı önlerinden belli olur, gapı önü süprülmüş gızevinin gapısı çalınır.
Gız anası dünürcüleri içeri buyur eder, misafirler evin temiz, pak emme hep boş duran, eşyaları duvara, duvarı eşyalara bahan, modası geçsede, hiç eskimeyen kanepelerin olduğu evin çoh gıymatlı odasına alınır; gızımız en gözel elbiselerini giyer, misafirlerin ellerin öper, çıharken babaanne heç dururmu adettendir; tekrar görelim, iyice süzelim diye gızımızdan su isterdi.
Gız beğenildiyse bir kaç kere daha gelinir gidilirdi. O arada da gızın gısmetide bir açılır, pir açılır, dünürler gapıyı keser, yolgeçen hanı gibi, biri gider biri gelirdi.
Oğlan evi de geri durmaz, diller dökülür aile ikna edilmeye çalışılırdı. Bilhassa gelin eve alınacaksa;
Bu "BERABER OTURACAH
"GIZINIZINDA CANINA OKUYACAH"
anlamını daşırdı...
Gız evi araştırır soruşturur, gönülleri olursa himen haber gönderilir. Bir akşam erkeklerle gelinir, gayfeler pişer, fincanların altına bahşişler sıkıştılır, bu arada da damat izlenirdi.50...100 atarsa "Bonkör" 5...10 atarsa "Cimri" damat dinirdi.
O bahşişler gayfeyi taşıyan delikanlı ile gayfe pişiren gonşu arasında mutfahta fifti fifti gırışılırdı. (paylaşılır).
Ardından Allah'ın emri, peygamberin gavliyle babadan gız istenir, söz kesilir, dualar edilir, böyüklerin ellerinden öpülürdü.
Gaynata adı belli olsun diye zincir ucunda çerçeveli tam "ATA LİRA" takardı...
Ailenin vermeye gönlü olmazsa eğer gızımız güccük dir, kestirip atarlardı...
Gelelim nişana; sözden sonra ara uzamasın diye aile içi nişan yapılırdı. Goca bir gazanda gırmızı gıda boyası şekerli su ile garıştırılır. Pespembe bir nişan şerbeti yapılır, ince uzun nişan bardakları da sebilhane bardağı gibi tezgaha dizilir, hazır edilirdi.
Erkekler bir odada misafir edilir, yüksük tahılacağı zaman bir oda dolusu kadının içine damat getirilir, aile eşrafından birisi yüksükleri tahar. Sıra hoca efendiye gelir. Örf adetimizde "Gambersiz düğün olmaz" misali nişanlarımız hocasız olmaz, başköşede oturan hocamız duasını ohur, oda cemaatinin amin dilekleriyle, eller yüzlere sürülür, hayırlı bir işe başlangıç olurdu.
Bu arada gelin gızımıza da küpesi, saati, el görümlük 1..2 de bilezik takılır, eller öpülür, şerbetler içilir, (Şinciki gibi nişan pastası, meyvesuyu, colası, fantası nirde)...
Biraz oturlanır, muhabbetle misafirler uğurlanır, gönül hoşluğu ile evlere dönülürdü....
Nişandan sonra ise ara ara gidilir, gelinir, gelingızın hediyesi hiç eksik olmazdı.
Düğüne 1 ay kala bazarlık bozulurdu.
Gelingız ve Damatevi geldigi zaman, Alışveriş yeni sinemanın ordan Manifaturacı Narlılar'dan başlar, Altınökçeden ayakkabılar, Erol mağazasından giysileri alınır, uzun sözün kısası belediyeye kadar tüm çarşı esnafı nasiplenir, herkeş bayram iderdi...
Gelin önceden aldığı öğütleri unutmaz fırsat bu fırsat diyip her istediğini alır,
damadın canınada "OT" tıkardı...
Düğün günü yaklaşır gız evinde bir telaş ki hiç sormayın; çeyizler yıhanır, ütülenir.
Kütük gibi yün yastıklar dolar, yün yorganlar sırınır, bembeyaz hassalar (patiska) ile gaplanır, evin bir odasına çeyiz serilir.
Herkeşe duyurulur, 3 gün boyunca çeyiz gezilirdi. Akabinde çeyizler toplanır, "SEYSANA" için hazır behletilirdi.
Düğünlerimiz genelde Cuma günü başlardı. Davul, zurna eşliğinde bayrak galdırılır, erkek evinin damına asılırdı.
"Bayrağimiz kutsal, evliliğimizde kutsaldı."Cuma ağşamı damat evinde erkekler kendi aralarında eğlence düzenlerdi.
Cumartesi sabah damat tıraşa gider, öğlene de "SEYMEN" gelecek diye; genelde bizim taşev gibi geniş "Hayadı olan" evler hazırlanır, sandalyaler dizilir, gündüz gınasında dağıtılacak iki çuval kabuklu fıstıkta kız evine gönderilirdi.
Seymen gurubunun en önde "KÖÇEK" davul zurna ekibi olurdu. Köçek deyip geçmeyin çok namlı köçekler vardı, bi görseniz ne döktürürlerdi. Arkada sıra halinde ailenin erkekleri, onun arkasında hatunlarımız yürüyerek kız evine doğru giderlerdi.
Gündüz gınasının gapıları çocuklar tarafından tutulur, Damat evinden bahşiler yontulur.Seymen erkekleri dışarda galır, seymen hatunları içeri alınırdı. Dışarda erkekler ağırlanır, içeride gelin gelir, böyük güçcük herkesin eli öpülürdü.
Tam köşede de defçi Elmas oturur, bildigi birkaç türküyle defini öttürür.
Repertuarı kıt olunca amaninn birde istek gelirse ağzını yüzünü eğerdi. Soonasında "Ateş düştü Şalvar'a" türküsünden başlar, "Konyalım"dan sonlar, hem işini yapar, hemide ikide bi defini gezdirir, Bahşiş babında parsayı toplar, paracıkları götürürdü. Mahallenin gızları, gelinleri parmaklarını başlarının üstünde şıklata şıklata göbek atar, hatunların bütün gurtları dökülürdü.
Ardından mahallemizin orta yaş ablaları fıstık dağıtır, seymen gider, gündüz gınası biter, sandınız dimi "pışşık" asıl ağşam gınamız var.
Ağşamdan sonra damat evinden seymenlerimiz tekrar gelir gına gecemiz başlardı.
Gelin önce gelinlikle gelirdi, defçi elmas yine çalar, hatunlar oynardı. Arada irkek gılığına girmiş iki ablamız gelir, çeşitli taklitler yapar, komedi gırla giderdi.
Soonacığıma gelin; damat evinin aldığı gecelik sabahlık takımını, tüylü ponponlu terliğini giyer, tam ortaya sandalyeye oturur, başınada al örtülürdü. Çevresinde gız arkadaşları dizelenirdi. (Şimdiki gibi kına organizasyon ekibi ve nedimeler niirde..)
Ardından defçi Elmas ezdire ezdire maniler söölerken, tepsi içinde gelin gınası gelir, önce ayaklarına soonada ellerine yahılırdı.
Gaynana hatun kasıla kasıla arzı endam eder, gelinin avucuna bir çeyrek guyardı.
Kız evi salya sümük ağlarken,
Erkek evi
"Oğlan bizim,
"Gız bizim,
"Çatlasın gız anası" diye de dircik atardı.
Gece gına biter herkeş evine giderdi.
Pazar sabahı damat evinde gelinden giden damat bohçası dualar eşliğinde açılır, sağ üst köşede resimdeki "ASIM DURUSU" beyin gençliğinde "TRT" belgeseli için damat rolündeki gibi bizim damatda bi gözel giydirilirdi.
Diğer taraftan da davul zurna eşliğinde gız evine gidilir.
"SEYSANA" dediğimiz gızın çeyizleri gamyona yühlenir getirilir, damat evine indirilir.
Gelin odası düzenlenirdi.
Öğleden soona önde gelin arabası, arkada eş dost, arkadaş arabaları bir konvoy oluşturulur, dattari dattari kornalar eşliğinde gız evine gidilirdi.
Gız evinde varsa erkek gardaşı yohsa babası, babasıda rahmetliyse yoksa dayısı gızın gırmızı guşağını dualar ohuyarak bağlar, öğüdünü verir, beyaz duvağının üstüne al duvağını da örter. Damada hitaben gızımızı sana İkinizide Rabbime emanetledim dir.
Gelin ile Damat evden çıkınca gider en dip odada hüngür hüngür ağlardı.
Baba yüreği gızı evden çıkana kadar anca sabrederdi...
Gelin kendi evinden Damadın kolunda iner, gelin arabasına biner. Hasan Emmiden tut, Eski sanayiden itibaren eski Nevşeer iki tur attırılır. Gelin erkek evine inerdi. Hazırlanan buğday ve kuruş paralar bereketli olsun diye gelin ve damadın başından serpilir.
Damat bey gelini eve bırahır, çıhardı.
Gelinimiz erkek evinde toplanan akraba, gonugonşuyla 1 saat kadar göstermelik durur. Yine defçi elmas defini çalar, türküler söyler, oynayan oynardı..
Hazırlanan yemekler yenir, millet dağılırdı.
Gelin odasına çehilir en yakınları kalır.
Ağşam yatsı namazına Damat arkadaşları ve aile böyükleri giderler.
Namaz dönüşünde yine damat dualarla eve getirilir. Arkadaşları tarafından yumruklanarak içeri itilir.
İçeride kılınan iki rekat namazdan soona bir ailenin temeli atılır...
Bugünde karınca kararınca biraz uzunca bayağı uzunca içimden geldiğince nişan, düğün gelenek ve göreneklerimizi yazdım, anaaddım.
Sabırla okumanız dileğiyle...
Sağlıklı Sıhhatli Günler Diliyorum...
Yasemin Tutuş
08.01.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"OĞLAN BİZİM, KIZ BIZIM," "ÇATLASIN KIZ ANASI"...(2.BÖLÜM)
Selâm; geçen haftaki yazımda dünürcülükten başlamış düğünde noktalamıştım. Şinci ise devamını yazayım...
"Düğünle çıktık yola,
"Heybemiz söz dola,
"Birazda size gele diyeyim,
"Nikâhımızla gireyim söze....
Gızımızın sözü alınıp, dualar edildikten sonra eller öpülür. Her iki taraf içinde ilk akrabalığın temelleri atılırdı. Çünkü doğacak bebeklerle birlikte Babaanne, Anneanne, Dedeler, emmi, Bibi, (hala) Dayı, Teyzeler ile gocaman bir aile olunurdu.
Birkaç gün sonra bir sabah namazında gız babası, gızından vekalet alır. Damat, gaynata ve iki kişide şahit olmak için birlikte camiye gidilirdi.
Sabah namazı kılınıp cemaat dağıldıktan sonra caminin bir köşesine oturulur, eller diz üstünde hocamız beklenirdi.
Imam nikâhımız; "Nikahta Keramet Vardır" inancıyla, Rabbimin helal kıldığı eşlerin hem birbirine muhabbetini pekiştirir. Hemde namahrem ortadan kalkar, Gökte meleklerin, yerde kulların şahitliği vede hocamızın "Nikah Duası" ile nikah akdi tamamlanırdı.
Önceden güven vardı. Imam nikahi resmi nikahtan önce yapılırdı ama imam nikahı çok suistimal edildiği için; Devletimiz en gözelini yaptı önce Resmi Nikah sonra Dini Nikah dedi.
Rahmetli Turgut Özal döneminde bir reklam vardı. Önce Alışveriş sonra 'FİŞ' diye. Şimdide Devletimiz önce Resmî sonra Dini Nikâh diyerek; her iki tarafı ve gelecekteki çocuklarını da güvence altına aldı.
"ALLAH CC" Devletimize, Milletimize "ZEVAL" vermesin. Amin...
İmam nikâhımız tamam sıra geldi hökümet nikahına. Damat evi gız evine haber gönderir; resmi nikah için vesikalık çekilecek ve belediyeye gidilecek dinirdi.
Gençler birbirini görecek olmanın heyecanıyla, yürekleri pır pır ederdi.
"Edep illede Edep" gız tek gidecek hee ühüü sıkar biraz.
Laf olur, söz olur, belkide ilerde cayılır, nolur nolmaz diye yanına yenge, abla biri katılır, gönderilirdi.
Bu işler nasip işiydi. Ne demişler "GELİN ATA BİNMİŞ YAA NASİP" dimiş.
Resimler çekilir, gençler mahçup mahçup, gizli gizli bakışır, belediyeye başvuru yapılırdı.
Şinciki gibi nerde jet hızı nikahlar. Birde eskiden para filan yoktu benim bildiğim, şinci belediyeye hem başvuruyorsun hemide en son binbeşyüz gaymeydi para yatırıyorsun. Oh ne ala ne ala. Akabinde bi gözel ciger filmi, kan tahlilide cabasi. Bak bunlari tuttum, kalitsal rahatsizliklar tesbit ediliyormuş. Ona göre dohturlar sizi yönlendiriyormuş. Niysemm...
Evlenecek gençlerin ismi "Askı'ya" çıkardı. 15 gün Askı behlenirdi, düğün gününü soranlara Askı'ya çıhtık nikahtan sonra inş. denirdi.
Nikah günü davetiye ile duyurulur.
Eş, dost, akraba, gonugonşu herkeş giderdi. Damat takım elbise giyerdi, Gelin ise tayyör etek veya "Tuvalet" denilen incilli, boncuklu abiye bir elbise giyerdi. (Bu abiye elbiseye niden tuvalet denirdi hiç aklım almazdı.).
Nikah Memuru büyük bir ihtişamla gelir, nikah törenine geçilirdi. Nikah memuruna 3 kere sordurmak adettendi.
Çin işkencesi gibi gelin himen evet dimezdi, bir kerede evet dirse gönüllü gitti dirlerdi...Şahitler huzurunda gelinden 3 evet alınırdı, imzalar atılır, genelde damat gelinin ayaana basardı. Gelin damadın ayağına denk getirip basarsa ilk dersini himencecik orda alırdı.
Damat gelinin gulağına eğilir.
"BURADA AYAĞIMA BASTIN,
"EMME SAKIN DAMARIMA BASMA" dirdi...
Şahitlerde imzalar nikah memurumuzda klişe sözünü söyler. "Belediye başkanının bana verdiği yetkiyle dayanarak sizleri karı-koca ilan ediyorum dir, nikah aktini tamamlardı.
Nikah cüzdanı sonradan gelirdi.
Halk deyimiyle "Nikahı da bastik" erdik muradımıza....
Bizim Nevşeerimizde adetler say say bitmez. Sıra "DUTU" da; dutu düğünden önce hazırlanan bohçalara denirdi.
Damat bohçası en cafcaflı olandı. "Gaynana gazan garası, "Görümce başbelasi, "Damat beyi sorarsan "Baklavanın ortasiydı."
En güzel nakışlı içi dolu bohçalar damat beyindi.
Gaynana, Gaynata boçalarınında Maşallahı vardı. Gaynanaya piyango vururdu.
Golaymı "KOÇ" gibin oğlan doğurmuş, büyütmüş bu bohçayı da haketmişti. Bohçasında ganaviçe işlemeli, garyola takımı ile seccadesi olmazsa olmazdı. Yeleği, Fanilası, Gadife elbiselik kumaşı da cabasıydı.
Evde Görümce, Gayın varsa onlarada kallavi birer bohça hazırlanırdı. En yakın akrabalarda unutulmaz. Ebe, Dede, Emmi, Hala onlarada karınca kararınca bohçalar gonurdu.
Dutu boçalarımız çok zengin olurdu.
Gışlık fanilalar, yün çoraplardan tutunda atlet, dona gadar dürülük herşey gonurdu... nede gözel olurdu.
Gelelim düğün yemeklerimize hani seymen gitmiştik, gelinide alıp gelmiştik ya, düğün yemeklerimiz pişmiş hazır olurdu.
Sofralar kurulur, herkeş sırayla oturur, yemeyen, doymayan kalmazdı.
Rabbim Halil İbrâhim Bereketi verir dolar taşardı.
Önce sofraya Nanesiz Şehriye Çorbası gelirdi. Bamya sırasını beklerdi.
Gıymalı yumurta olmadan olmazdı.
Araya baklava niye girerdi onu hic anlamazdım.
Baklavadan sonra pilav üstü nohut üstüne de "SÜTLAÇ" bal gibi giderdi.
Gelinimiz şanslıydı hem bizimle yer hemde odasında onu kızarmış tavuk ile Baklavası beklerdi, Damat beyle yesin diye...
Şinciyi bilmemde 40 50 sene öncesi Gerdek Gapısı beklenir, birde çarşaf çıkarılırdı.
Vay içerideki guzucukların haline.
Ne disem bilmemki; bence heç iyi bir adet değilmiş. Niyseeem...
Gelinimiz geldi, evimiz şenlendi, baklava ilede tatlandı bitti sandınız dimi cıkks bitmedi. Daha "ERTE" var, ertede kahkül keseceğiz ve güvaa gonduracağız. Düğünün ertesi gün en yakın amca olur, hala olur orada toplanılır, yemekler pişer, sofralar kurulurdu.
Oyunlar oynanır, göbekler atılır, gelinin saçından bir perçem kesilir, buna kahkül kesme dinirdi. Ağşamada Damat ve ailenin erkekleri gelir, yemekler yenir, ikram, izzet, gönül hoşluğu ile evlerine dönülürdü.
Güvaa gondurma; yine en yakın akraba genellikle amcası, yoksa halası yemeğe alırdı. Gelinimizde eli boş gitmezdi. Dutu bohçasıyla gider, hazırlanan yemekler yenir, Hoş sohbet, muhabbet gırla giderdi. Bu akşam yemekleri 1 hafta, 10 gün sürer diğer akrabaların davetiyle yeni evli gençlerimiz ağırlanırdı.
Hep erkek tarafı davet edecek değilya; aradan 2..3 hafta geçince, gız anası gızına hasretiyle, gızının sevdiği yemekleri hazırlar, içine sevgisini de gatarak dünürlerini yemeğe davet ederdi. Misafirler gelir adettendir. KIZ içeri adım atmaz beklerdi, bu "AYAK DÖNMESİ" idi. Nerde benim hediyem demekti. Gız anamız çoktan hazırladığı hediyesini sunardı.
Bu fırın, 3lü ocak veya elektrik süpürgesinden biri olurdu.
Gızımız içeri girer girmez, hasretle ana-kız sarmaş dolaş olurdu. Damatda ciciannenin elini öper, Dünürler gaynaşır yemekler yenir, çaylar içilir.
Sohbet, Muhabbet gırla gider. Gençlerimiz dallı, budaklı olsun, Rabbim boy boy çocuklar versin dualarıyla evlerine uğurlanırdı.
Bugünde satırlarımın sonuna geldim. Örf ve adetlerimiz zor gibi gelebilir emme insanlar böyle gaynaşır, evlilikler muhabbetle kurulur ve uzun ömürlü olurdu.
Sözün özü; biz buyduk, biz bu adetlerimizle yaşadık, büyüdük, çokta memnunduk.
Sağlıklı,Sıhhatli Günler Dileklerimle..
Yasemin Tutuş
10.01.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"KAVURMAM, SIZGITIM,"
"KÜZÜRÜK'LÜ ÇÖREĞİM;"
Selâm; yine Nev-Nar'da yine sizlerleyim, normalde her hafta cuma günü bir yazımı paylaşıyordum.
Bu hafta benim Bronşit yeniden nüksedince bi öksürük, bi öksürük, vücut kırıklığı ve ateşte olunca zor bir hafta geçirdim. Iki gündür de pert halde yattım.
Aklım burada olsada "Yürekte var, elde yok" misali cumadan beri yazı gönderemedim. Yinede sizlerden uzak kalamadim vede rutinlikte bozulmasın diye bu yazımı gönderiyorum.
Bu seferde yine geçmişteki yaşanmışlıklarımızdan bir kesit anlatayım.
"ETLİK" diyeyim, sözede gireyim.
Mevlâ görelim neyler, neylerse gözel eyler dirkenn;
"Laf lafı açsın,
"Söz Öze karışsın,
"GÖRE" seli gibi coşsun,
"BORUS KÖPRÜSÜ'nden geçsin,
"KADİRAH'ın ŞALLAĞI"dan aksın.
"Sözlerim yazı olsun, sizlere gelsin. İnşaallah...
Güccüklüğümde rahmetli babam hersene gışlık, gayıt gaman olsun, kelerimizde Kavurma, Sızgıt'da bulunsun diye bahardan 3...5 koyun alır, ahıra guyardı. Goyunlarımız yaz boyu kavun, karpuz, ot, sap, saman besiye çekilir, fıçı gibi dombili olurlardı. Güz gelince "ETLİK" zamanıda gelmiş olurdu...
Bizim "Culuk" lakaplı bir kasabımız vardı.
İsmi neydi bilmemde ufak tefek ama çok becerikliydi. Celep Culuk dendimi herkeş bilirdi. Eylül, Ekim oldumu bizim celep culuk amcamızı araki bulasın. İşi çok yoğun olur hiç durmadan çalışırdı.
Babamda bunu bildiğinden 3 gün önceden anlaşır, geleceği günü behlerdi. O gelmeden birgün öncede Satır, Nacak, Bıçakları bileyletir. Anamda honça, sini, tepsi, ilaan ne bulursa hazır eder. Dursun halamda yere sermek için gosgocaman temiz kalın rulo naylon getirirdi...
Rahmetli babam; Sinirli, Asabi, Panik, Aceleci bir ademoğlu olduğundan dolayı bizim celep abimizde babamın bu göözel huylarını çok iyi bildiğinden korkusundanmı, saygısındanmı bilmem sabah irkenden bizim eve damlardı. Anam irkenden kalkar, gaavaltıyıda hazır etmiş olurdu.
Babamla kasabımız hemen atıştırırlar, kesim için hayada inerlerdi...
Bizim hayadda tam ortada su gideri ve sağ tarafta da çişmemiz vardı. Celep abimiz kesime başlamadan goyunların üç ayağını bağlar. Babamda kurban olsun, etlik olsun farketmez her zaman Tekbir'ini getirir, celep abide "Besmele" çeker sırayla koyunların boynunu keser, herbirini bir yana devirir.
Kestigi bıçağı goyunun garnının üstüne guyar, kanın akmasını bekler, biraz soluklanırdı.
Sonra ilk kestiği goyundan başlayarak derisini yüzer arada derede anamla, halam derileri tuzlar, serin bir yere guyarlar (biraz kuruyunca babam Dabak'çılara satardı).
Kuyruk kısmı ayrıştırılır, İşkembesi dikkatlice çıkartılır, içi boşaltılır, temizlenirdi.
Mimbarlık ince bağırsaklarda kabaca temizlenir, karınla birlikte ilaane gonurdu.
İşler yeğnilenince ilmek ilmek işlenir, temizlenir, pişmeye hazır olurdu.
Celeb abimiz goyunları parçalamaya başlar, kürekler, butlar ayrılır. Naylon yaygının bir tarafına sakatatlar diğer tarafına etler gonurdu.
Aşşada kesim devam ederken anam bi goşu yuharı çıhar, mutfakta kavurma, pilav yapar yanında üzüm hoşafıyla bizimkilere ikram edilir, afiyetle de yenirdi.
Kesim işi bitince bir miktar et ile parası verilir Celep abimiz uğurlanırdı...
Kesim bitti, iş bitti şinanay yavrum şinanay sandınız dimi ıı ıhh bitmedi.
"Eşeğin büyüğü ahırda" dirlerya, işin zor kısmı gerideydii...
Ağşama kadar dinlenen et büyük Honça'larda ayrıştırılmaya başlanır. Önce boyun kısmı haşlamalık ayrılır, bel ve kaburgalar az etlice kırılır, bel kısmı pastırmalık, az yağlı ve yağsız etler sızgıt'lık, yağlı kısımlarda kavurma ve sucuk için ayrılırdı. Kuyruk yağıda kuşbaşı dooranır, hazır edilirdi...
Sabah irkenden halam goşturarak bize gelir o tandırı yakarken, bizim "Fii" tarihinde Mintax krem bulaşık deterjanımız vardı.
Siyah beyaz televizyonda reklamı bilem vardı... "Mintax'la canım Mintax'la" diye. Heh işte bu Mintax'la anamda; Kavurma pişecek ilaanin arkasını, yaanını, yöresini iyice cilâlardı.
Onu heeç sormamışım o deterjanı niye ilaanin etrafina sürüyon anam diye ...Herneyse
Küp, küpecik, üzlük, ekecik, ağzı açılmış 5 kiloluk zeytinyağ tinekesi ne varsa Tandırevine hazır edilirdi..
Kavurma için ayırdığımız yağlı etimizi, babam çohtan çarşıdaki kasapta gıyma olarak çektirip getirirdi. Gıymamız bir kenarda behlerken güccük güccük kuşbaşı gibi doğranmış guyruk yağları ilaande eritilir, eriyen yağ tineke kutuya süzülür, kızaran küzürükleri ayrılır bi gıyıda toplanırdı.
"Küzürük" diyip geçmeyin bazen küzürüklü dürüm bazende küzürüklü çörek yapılır, muhteşem olur afiyetle yenirdi.
Biz küzürük dirdik emme Nevşeer'in ilçe ve köylerinde Kıkırdak, kakırdah, Çizirik'te dinirmiş.
Küzürük bide kabızlığa kesin çözümdür tavsiye ederim.
Küzürüğü ayırdık, tuzladık, küpeciğe bastık...
Sıra geldi KAVURMA'mıza; canımm halam gıyıda bekleyen çekilmiş yağlı gıymamızı, yağlı ilaanimize goyar, başlar kavurmaya gıymalar kendi suyunu salıp, pişmeye başlayınca; böyük saplı kevgir ile karıştıra karıştıra suyunu çekip cızırdayana kadar pişirirdi. Yeteri kadar yağını katar, tuzunu atar, teneke kutuya da bastıra bastıra doldurur, gıışada hazır olurdu.
Rabbim gani gani rahmet eylesin halama...
Gelelim SIZGIT'a; parayla değil sırayla bu seferde anam geçerdi ocak başına. Kuşbaşından küçük doğradığımız etimizi yine ilaande kendi yağı ile karıştıra karıştıra kavurur, vita veya zeytinyağ tenekesine doldurur, ağız kısmınada hava almasın diye kalan yağdan dökülür, oda gışa hazır olurdu.
Sen nerdeydin, ne yapıyordun "NÖBET ŞEKERI" dirseniz ben barnak kadar çocuğum çalı süpürgesi misali kah burada, kah şurada, kah gapı arkasında dolanıp dururdum...
"ETLİK" dedim başladım, Sızgıt ile sonladım.
Yazım biraz uzun olduğu için pastırma ve sucuk yapımını da ileri tarihe erteledim. Bugünde dilim döndüğünce çızıhtırmaya çalıştım yine yeniden yeni Nevşeer anılarımda buluşmak üzere...
Didimde; Ahmet Altuncu hemşehrimin yorumunu görünce hemen araklayıp yazıma ekleyivirdim. Şincik ben söstüm, Nar'lı hemşehrimin yorumu konuşsun.
"AHMET ALTUNCU" Didiki; Temam tamda şimdi ispatlamış oldunuz Nevşeer"in has gızı olduğunuzu. Hocam o yıllara hep özlemle ve hasretle bakıyor anıyoruz. Aaaah aah...
Şimdilerde goyunu, danayı alacak ne para vaaar nede derman. Yiğit muhtaç olmuş guru suvana. Suvan dedimde acı suvan bilem almış başını gadirahdan aaa yazıya doğru gider olmuş.
10. ay gelince bizim evdede o telaşe olurdu. Didim ya benim annem yoh abam var aah o zavallı abam iki de bacım aynı telaşeyle hazırlıkları yapar.
O gün gelen gasap Rahmetli beyazın Amet amcayı o da ufak demek bi adamdı ammaaa deveyi yalnız başına kesebilir biriydi.
Gapının ooo iyice sulanır süprülür, duvardaki zikkeye ahırdan bisene boyu bahdııımız inemiz bağlanır, bıçağı eline alan Amet emmim ineğin ayaklarının 3'nü bağlar önce yatırır, guyruunuda babamınan baaa duddurur ve Bismillah dir keserdi.
Neyse fazla ayrıntıya girmeden kesilen çıkarılan ayaklar, butlar içerideki salona serilmiş böyüük naylonun üstüne gonurdu.
Bu arada Amet emmim herseneki gibi gavuh yataandan et keser abama çıldırdı. Alın isdediiğiniz yer derdi.
Kayadama doooru yazlık dediğimiz bi bölümde böyük tandır, guççük tandır ve bide odun ocamızın olduğu yerde; abam ekeciğinen bi güzel gavurma yapar, yuhanın içine guyar, dürüm olarak orda bi altından bi üstünden yirken bide guru suvan anam anam nasıl giderdi.
Sucuk, bastırmayı abama dedem Rahmetli ooretmiş. Nevşeer'de bi gasap Durmuş amca varmış onunan dedem sucuk, basdırma yaparlarmış. Aaah o günler aah.
Hocam aynı aşamalardan geçen etler çölmeklere, gavrulup sızgıt yapılıp gonur, gıymalarda teker gibi yapılıp temiz tülbentlerinen gaya dama asılırdı.
Acıhıncı çölmekten biraz sızgıt katar, yuhaynan dürüm yapardım. Neyse..
Bayaa bi uzun oldu galiba bende şu sıralar bağınan, bahceynen topraknan çoh uğraşıp dururum pek de bakamıyorum.
Yineliyorum neden bir kitap haline getirmiyorsunuz?.
Hürmetler sağlıcakla kalın.. didiii..
Bende eline, diline, yüreğine sağlık hemşehrim diyorum. Kitap husuna gelince inşaallah belki birgün diyerek..
Sağlıklı, Sıhhatlı Günler Diliyorum.
Yasemin Tutuş
23.01.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"ÇÖMLEK PEYNİRİM;" yada
"ÇÖLMEK PİNDİRİM."
Selâm; bugün yine şöyle bi geçmişe doğru uzanıp Çölmek pindirimizi anadıp yazivireyim didim. Çünkü herkeş gibi bizde kendi pindirimizi kendimiz alır, kendimiz basardıh, biraz zahmet çeksehte bi gış rahat ider, afiyetle yirdih diyeyim söze gireyim.
Niyet hayr, akıbetide hayr olsun. İnşaallah.
Güccüklüğümde biz gışlık yapmaya bahardan başlardıh, bunun gaygısı gıştan çekilir, Pindiri alıp bi bassaydık, kelere atsaydıh diye Nisan, Mayıs ayları iple çekilirdi. Niyemi çünkü; Urfa'dan peynirciler gelirdi. İnek, Koyun, Keçi peyniri getirip satarlardı. Halk onların gelişini behlerdi.
Ne zamanmı; sadece ilkbaharda,
Nireyemi tabiki peynir pazarımıza.
Niredemi himencecik tarif edeyim..
Karasoku mahlemizdeki evimizden çıkıp, Tavukçu camiisini dönünce; çeşmenin karşısında bir daracık vardı. Sol köşede Kuddûsi emminin evi, sağ köşede ise "Bulamacın Hüsnamın" yani Etçekenlerin evi vardı. O sokağın adı "Vali sokağı" idi. O sokaktan devam edince sol köşede kocaman "Vali Konağı" vardı. Cumhuriyet ilkokuluna gidip gelirken içim giderdi, gözüme çok güzel görünürdü.
Adı üstünde "Vali Konağı" himen karşısında "Askeriye" dirdik, şimdinin ordueviydi. Süslü, püslü subay eşleri ile cicili bicili bebeleri gelirdi.
Vali konağına bakan tarafında yani arka bahçe kısmında Çocuk bahçesi vardı. İçinde; Salıncak, Tahtavarelli, Kayak filan vardı. Etrafı demir parmaklıkla çevriliydi, demirlerin arkasindan "Çötlen altında kalmış güz bilikleri" gibin garip garip bahar, iç çekerdih. Bazen nöbet tutan asker abi vicdanlıysa, bizim köşeden girmemize ses etmez, dünyalar bizim olur, kaçak göçek oynardıh.
Aksi nöbetçiye denk gelirsek, oynamayı bırah elindeki tüfeğini demire bi vururdu, aklımız fıyardı... Niysem.
Hemen altında park vardı, içinde "PARK GAZİNOSU" vardı. Bazen nişan ve düğünler orada yapılırdı. Gençlerinde mekanıydı, benim abimde dahil; o zamanki gençlik Boksör "Muhammed Ali'nin" boks maçlarını seyretmeye geceden gider, orda siyah beyaz televizyondan izlerlerdi..
Biz yine yolumuza devam idelim, solumuzda gocaman "Hökümet Konağını" seyrede seyrede o parkın içinden geçerdik; karşımızda "Yeni Sinema" vardı, devasa renkli film afişleriyle ben buradayım derdi. Sol alta dönüp karşıya yürüyünce "Yüncü Cavit" ile üstte yemeni, iğne, iplik aldığımız "İnceler'in" dükkânı vardı. Himen gıyından aradan girilince geniş bir alan çıkardı karşımıza; işte burası peynir pazarı yada halk diliyle pindir bazarımızdı. Şimdilerde ne halde bilmemde ben çohh eski bir resmini ekledim...
Bahar gelip Peynir zamanı gelince; Anamdan çok Rahmet Canına Dursun halam kaygısına düşerdi, kimin için bizim için. Biz kimmi; dünya bir yana, biz bir yana Ciğer'inin köşesi yiğenleriydik. Babama söylenir dururdu; Gardaşım şu pindirini alıverde bizde basakda, kelere bi atah, gaygısından bi kurtulah dirdi.
Rahmetli Halamın dilinde tüy biterdide, ne zaman babamın göynü olur, bide "Eşref" saatine denk gelirse; Bacı, gardas gider, pindiri alıp gelirlerdi. Pindir alındı iş bitti sandınız dimi cıkss
Yaseminciğim; bu peynirler alınınca önce leğenlerde iki gün ıslatılır, suyu değiştirilir, ayranlı suyu gittikten sonra keselere konur suyu süzülürdü burayı atlamışsın didi. Kimmi didi "Ayşe Perihan Ünlü" okurum didi. Ayşecim o kısmını unutmuşum, hay ağzına sağlık arkadaşım, bu gadarcık kusur kadı kızında da olur didim himencicik ekledim...
Nirde galmıştık; bizim evde anamın gümüş gibi yıkayıp, tenekede sodalı suyla kaynatıp kar gibin bembeyaz ettiği şeker çuvallarına konur, üstünede kocaman taş konurdu. Taş bulamazsak halam koca kazanı tandıra oturtur gibi pindir çuvalının üstüne oturtur, içine su doldururdu. Su dolu kazanın ağırlığının altında pindirin pestili çıkar, suyunu salar, kıvama gelirdi. Bazı evlerde taş, kazan bulunamazsa eskinin gülle gibi ağır demirdöküm sobalarına iş düşer, presleme işi pindirin üstüne yan yatırılan soba ile halledilirdi...
Ne dimişler demokraside çareler tükenmez. Biz Nevşeer'lilerde çare tükenmez pratiklik ve çözüm anında devreye girerdi... Neysemm
Bekmez ilaanından küçük, orta boyda içi kalaylı, bahır ilaanımız vardı. Önce ilaanın içine pindir iyice öfelenir bir yandanda çekilmiş kaya tuzu serpilir, karıştırılırdı..
Beri yandan Çölmekçi Hüseyna derlerdi, halamında kaynatasıydı. Rahmetli babam Hüseyin emmiden, 15...20 kadar çölmeği satın alır gelir, anam onları gümüş gibi yıkar, ters çevirir, süzülsün diye gıyıya dizerdi. Bu arada halam çömleğin ağzını sıvamak için, kızıl toprak derdi, kil gibi yumuşacık olurdu, pindir toprağını getirmiş olur, çamurunu karar hazır ederdi...
"Bahçelerde Börülce,
Pindir başına geçer;
Gelin, Görümce" misali...
Halam çölmeği eline alır, ilaanın kenarına çömleğin ağzını dayar; Ya Allah, Ya Bismillah der işe koyulurdu. Pindiri içine iyice bastıra bastıra doldurur. Rahmetli babam da erkek gücüyle son vuruşlarını yapardı, oda iyice peyniri çölmeğe berkitir. Babam iki arada bi derede derin bilgilerini konuşturur, "Çölmek durdukca pindirin suyunu çekecek, pindir kıvama gelecek" diirdi.
Anamsa garibim ikisinin arkasını toplardı. Çölmek getir, çölmek götür, doldurulanı kenara gıyala, koşturur, dururdu. Anam çok titiz bir hatundu Ti ti ti Beyaz patiskadan bezler keser, hazırlardı. Pindirlere kapak yapardı, çölmeğin içine örterdi, Son rütuş halamdan gelirdi. Önceden kardığı çamurla dua okuya okuya bereketi içinde olsun diyerek çömleğin ağzını bir gözel sıvardı.
Pindiri bastık iş bitti sanıyorsunuz deelmi cıkss..bitmedi.. "Eşeğin büyüğü Ahırda" dirlerya; işin zor kısmı gerideydi. O çölmekler tek tek kucaklanıp, dikkatlice 30 merdiven inilerek Hayada kilerin yanına dizilirdi. Hayat'da demir kapaklı bir kilerimiz vardı. Biz keler derdik, yer kuyunun dibi, 1mt ye 1mt kare yerle sıfır girişi vardı. 10 basamak aşağısı oda gibiydi içinde; üç tanede duvarda içi raflı "Seki'miz" vardı. Şimdi adı 'NİŞ' oldu. Kilerimize kıştan damdaki karları atardık, yaza kadar toprak çekerdi, yazın buz gibin olurdu.
Karpuz, Üzüm, Yoğurt, Sütlaçları bilem anam orda saklardı. Kilerin sol köşesinde 5 basamakla inilen 2 mt uzunluğunda 1 mt genişliğinde çukur bir alan daha vardı. Orada "HIŞIL" toprağı vardı, arada rahmetli babam o hışıl toprağını yenilerdi. Hayat'daki dizili çömlekler elden ele geçirilerek, kilerin hışıl toprağına indirilir, baş üstü çevrilir, inci gibi dizilirdi. Halam üstlerinede 1 el destisi su dökerdi. Halam o suyu niye dökerdi, çocuk aklım hiç ermezdi, hiçte sormamışım...
Bizim pindirler buz gibi kelerin dibinde inzivaya çekilir, yaz uykusuna yatarlardı. Taki Rkim, Kasım aylarında açılıp, yenilsin diye. Gış gelince çölmek pindirimizle bayram ederdih. Sabahları göğüş'ün fırınında sıcak sıcak pindirli pide yaptırmak benim görevimdi.
Abim büyyük, öbürü de güccük; İkiside irkek oldukları için çohh gıymatlıydılar.
Bakkal, Fırın işleri benim boynumun borcuydu...
Ne kadar canım yanmışki; Rabbim bağışlasın; bir kızım, bir oğlum var, bende market, fırın gibi dışarı ayak işlerini kızıma diilde, Oğluma kitledim... Herneyse....
Bazen Hevenk Üzümü yanında, Yuuka epmek arasına dürüm yapar, ıstıra ıstıra yirdik. Bazende Çay, Bensimit, Pindir üçlüsü; soğuk kış günlerinde baklava, börek gibin giderdi. Bahara doğru Rahmet canına; Dursun halam Öz'lerden ot toplar getirir, otlu dürüm yapar, onuda bayıla bayıla yirdik. Böylelikle gışıda, yaz iderdik...
Pindirdi, çölmekti, çötlendi, kelerdi, hışıldı dirkene bu günde yazımın sonuna geldik. Anaadıp, yazabildiysem ne mutlu bana...
Sağlıklı, Sıhhatli Günler Diliyorum..
Yasemin Tutuş
31.08.2022
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"GELDİ BAHAR AYLARI,
"GELDİ PİKNİK GÜNLERİ;
"AZ BİLİRİM, UZ BİLİRİM,
"HIDIRELLEZ'DEN SONRA, YAZ BİLİRİM..
Selâm; yine yeniden sizlerleyim. Etlik didik, pastırma, sucuk didik. Nisan ayına da girdik.
Kış mevsimi geçti emme ne kar gördük nede soğuk. Eski büyüklerimiz hep dua ederlermiş.
Allahım bizi;
"Yazı gışı belirsiz,
"Oğlu gızı belirsiz günlere goyma diye.
Biz galdık o günlere ve o günleri bizler yaşıyoruz.
"Eskiden gış gışlığını yapar" dirlerdi. Dirlerdi de şincilerde heleki bu yılda, bıldırda gış mevsimi "Ceeeh" diyip geçmedimi. Niysemm
Şincik destur diyip söze gireyim.
"Ya Allah, Ya Bismillah."
Güccüklüğümde gışlar uzun geçerdi, baharın gelmesini dört gözle beklerdik.
Karlar erimeye başlayınca, her taraf yemyeşil olur. Ağaçlar çiçek açar, Öz'leri çayır, çimen gaplar, papatyalar her tarafı süslerdi...
Her evde de bahar temizliği başlar, hem iş güç görülür, hemide haftasonları pikniğe gidilirdi. Gonugonşu gendi aralarında sözleşir, gomşum gapalıbazar Sahra'ya (piknik) gidehmi dirler ve bir yer behlerlerdi.
Genellikle Göre yolu, Kadirah, Combuz deresi veya Borus Köprüsünün ordaki "ÖZ"lere gidilirdi. Hazırlıklar 1...2 gün önceden başlardı. Yapraklar sarılır, yumurtalar haşlanır, yuukalar sulanır, katlanır, hazır edilirdi.
Köftür, Tarana, Elma, Armut gibi meyveler ve bekmezde gonur orda şerbet yapılırdı...
Beri yandanda oturulacak yaygı, çul, minder, sufra bezleri, salıncak gurmak için; galın Urgan, ip atlamak için ince Urgan, erkek çocuklar içinde küçük, büyük top muhakkak gonurdu.
Anamda patayes haşlar, bi gözel bol suvanlı, naneli, patayes salatası yapar. Ayrıca sebze bazarının ordaki fırına yollar, 3..4 tane ekmek hamuru aldırırdı, kimi mi tabiki beni...
Ben kimmi anamın "YUMUŞ" uşağıydım.
İki oğluna gıyamaz, hep bana 'Yumuş' buyurur, her işi bana gördürür, her yere her işe beni yollardı..
Anam aldığım ekmek hamurunu biraz bekletir, mayası gelip, kabarınca el kadar yassılar, Çölmek pindirinden içine guyar, kenarını bastırarak gapatır. Uzunca söbü şekilde yaptığı hamurları yağda kızartırdı. Böyükçe gapaklı alimünyum kuşaneye doldurur, bende ev kedisi gibi dibinden ayrılmazdım.
Banada "Ayak kirası" bir tane tadımlık virir. Ben onu ıscak ıscak himen yirdim, dadı damağımda galır emme ikincisini istemeye cesaret idemezdim. Sıkıysa iste, istersem bilirdim ki; ya o kuşanenin kapağı kafama inecek veya kız kısmı pisboğaz olmaz yarın el gapısı var diye bissürü "ZILGIT" yiyeceğim.
Barnak kadar çucuk el gapısı nirden bilsin,
Vir babasının epmeğini yisin dimi..
Ahh ahh gıyımsız, cimri, 'Gıptı' anam, canım anam... Niysem
Pazar zabaa çok irken galgardık, gonugonşu da hazır olurdu, arabası olanlar "Kadirah" tarafına veya "Combuz deresine" giderlerdi.
Biz nireyemi giderdik, himen tarif edeyim..
Karasoku'daki bizim evden çıkar, Meydan fırınının gıyından, Sahil yoluna vururduk.
Sahil yolu didiğim yer şinciki Ticaret lisesine giden yolda, köprüye varmadan karşılıklı lokantalardan oluşan ana caddeydi.
Denizi olmayan Nevşeer'de Sahil yolu ismi dikkatimi çekerdi. Sahil yolu ise çok gıymatlıydı. Nirde oturuyon sahil yolunda, Nirden geliyon Sahilyolundan dirlerdi... Niysem
Sahil yolundan devam ider, Ticaret lisesinin arkasındaki "MESİRE" yerine giderdik. Şinciki Niğde yolunun geçtiği alan.
Burası seki sekiydi ve Öz'ler vardı. Dev gibi ceviz ağaçları vardı, her taraf yemyeşildi. Özlerin kenarındaki "ARK"lardan su akardı.
Biz sekilerden geçerken bu ark'ların üstünden atlar, geçerdik.
Hatta halk arasında "Su akar argınını bulur" dirlerdi.
Bu su nirden gelir, nire gider dirseniz; hemen diyivireyim. "Aşıklı dağından" doğar, gelir, özleri sular, Sahil köprüsü ve Borus'taki köprüden geçer, Nar'a doğru akar giderdi. Bu öz'lerin bir ucuda belediyenin altında "Santral" vardı, orda biterdi.
"Hanarası köprüsünü geçince; birinci yol Kurşunlu Camisine, İkinci yol ise deremahleye giderdi... (Sağ üstteki siyah beyaz resim)
Cümbür cemaat ÖZ'e gidilince bir ceviz ağacının gölgesine oturulur, yaygılar açılır. Böyüklerimiz soluklanırken, bizde arada tembihi yer, çok uzaklaşmadan oynamaya başlardık.
Çok insan geldiği için biz çocuklar himen gaynaşırdıh. İp atlar, Körebe, Saklambaç, İstop, Yakan top, Aç gapıyı Bezirganbaşı oynardık.
Erkek çocuklar bazen bizle oynar, bazende iki taştan kale yapar, Futbol oynarlardı.
Büyük abiler Halat çekme, Birdirbir oynarlar, Büyük ablalarda yakan top, voleybol filan oynarlar bizde seyrederdik.
Devasa ceviz ağaçlarına Salıngaçlar gurulur, sırayla sallanırdıh.
Genç kızlar kolkola yürür, delikanlılar onları izler, dikkatlerini çekmeye çalışırlardı.
Hülyalı bakışmalar, gülüşmeler gırla giderdi. "Gız anaları ise yılışmayın gız, bahmayın oğlanlara diyi sıkıştırırlardı..
Gaynana adayları da boş durmaz; Alımlı, gözel gızları gözüne kestirir; sorar, soruşturur, hafta içinde oğullarına dünür giderlerdi... niyseem
Analarımız sufra bezlerini yayar, erzak booçalarını, çıkınları açar, sufrayı dizer bizi de çığırırlardı. Nefes nefese, gıpgırmızı bi halde gelir, hem dinlenir, hemde yiimamizi ivedilikle yer, oyuna gaçardıh. Analarımız sufrayı derler, toparlar, üstüne birde çay demlerler, sohbet muhabbet 10 numara 5 yıldız olurdu...
Halk arasında "HIDIRELLEZ" dirdik emme ben Hıdırellez'in anlamını büyüyünce öörendim, sizede diyivireyim.
Hızır Aleyhisselam ile İlyas peygamberin isimlerinin birleşmesinden oluşmuş.
İkisi çok iyi arkadaşmış, Hızır Aleyhisselam karada gezer, İlyas peygamber ise denizlere hükmedermiş.
Dünya üzerinde 5 mayıs gecesi bir araya gelir, bir gül ağacının yanında oturur, sohbet ederler, giderkende gül ağaçlarına dokunarak gider ve bereket dağıtırlarmış.
O yüzden gül ağacının altına kese içinde bozuk paralar konur, Ev ve Araba şekilleri yapılır.
Dilek kağıtları yazılır, ağaç dallarına asılır, dualar edilir, o yılın bereketli geçmesi beklenirmiş.
6 mayıs sabahıda bozuk paralar, keseler erkenden alınırmış...
Yazımın başında arabası olan Kadirah ile Combuz deresine gider yazmıştımya.
Şincii Hemşehrim, okurum ve değerli büyüğüm "YAŞAR YÜCEL" beyefendinin bir anısını nakledeceğim.
YAŞAR abimiz "Herikli Mahle'sinde oturuyor, gonşuları ile zaman zaman pikniğe giderlermiş.
Kekliğin gelinleri ile gonşuyduk didide. Kekligin gelinleri ikiside benim Halam olur, iki bacı iki gardaşa gelin gittiler...
Yaşar abimiz ailecek ve bizimkilerle "Combuz Deresine" pikniğe gitmek için hazırlanmışlar.
Eskiden Garayazıya giden Taşarabaları varmış, Taşocaklarından taş çekerlermiş, zabah boş gittikleri içinde ahali Hasan Emmi Türbesi'nin önünde elleei kollari dolu bekler, bu taşarabalarına biner, şinciki Avanos yolunda Komandonun bitiminde inerlermiş.
Çok dar çığır gibi patika, dik yolu varmış. Oradan çıkınca, Combuz'un dereye inilirmiş. Derenin etrafı çok geniş bir alanmış.
Şinciki adı "Yeşil Vadi" olmuş. Orada piknik yapılır, çocuklar Halka oyunu, Körebe, Yakan top oynarlar.
Ağşam dönerkende taş arabalarının dönüşü beklenir, tanıdık arabalara binilir, dönülürmüş.
Bu tanıdık şoförlerden biride Rahmetli Hikmet Emmiymiş. Hikmet emmi eşini Kayseri Develi'den gelin almış. Eşini çok severmiş, Öyle sevdalaymışkı, eşini herkeşten hatta gözünden bile sakınırmış.
Hatta Hikmet emmininde yeşil bir arabası varmış, arka paspasta;
"Yol ver Yeşile,
"Kavuşsun eşine yazarmış...
Ona denk gelinirse, milleti 'Ördek misali' toplar, gelirmiş.
Hikmet emmi; Bir gün eşini Kayseri'ye misafir göndermiş, bir süre sonra da almaya giderken, yolda arabası arıza yapmış. Ön kaputu kaldırıp, tamire uğraşırken, kaput üstüne düşmüş ve oracıkta ölmüş...
Takdir ilahimi diyeyim, Kaderin cilvesimi diyeyim; Hikmet emminin yeşil gamyonu arıza yapıyor, yeşiliyle eşine kavuşamadan, eşinin yolunda ölüyor...
Allah rahmet eylesin...
Hıdırellez didik, öz'lerde piknik yaptık, Combuz deresine indik derken, Hikmet Gök Emmi'yide yadederek, yazımızın sonuna geldik...
Sağlıklı, Sıhhatli Günler Dileklerimle...
Yasemin Tutuş
13.02.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"ELEDİM ELEDİM, HÖLLÜK ELEDİM,
"AYNALI BEŞİK'TE BEBEK BELEDİM;
"BÜYÜTTÜM, BESLEDİM, ASKER EYLEDİM,
"GİTTİ DE GELMEDİ, BUNA NE ÇARE....
Selâm; yine küçüklüğümdeki anılarımdan, yine Nevşeer'de bilinen ve yaygın olan "HÖLLÜK" kültüründen bahsedeceğim.
Nerden başlıyayım, ne diyeyim, diye düşünürken;
"Nevşer'liyem ezelden,
"Gönlüm geçmez sizlerden...
Diyerek söze giriverdim...
"RABBİ YESSİR VELATU ASR,
"RABBİ TEMMİM BİL HAYR"....
"HÖLLÜK" ile tanışmam anamın;
Böyüklerimizin didiği gibi;
"Biri karar, ikincisi zarar, üçüncüsü neye yarar" sözünü kaale almayıp, ikisi önceden ölmüş, iki de yaşayan çocuğu varken, beşinciyi yani çoh gıymatĺı tohumluk gardaşımı kırkından sonra doğurmasıyla başlar.
Doğurmasına yakın rahmetli Dursun halamıda kaygısı alır.
İki Çilekeş kadın hem dertleşir, hem söyleşir, hemde 'Höllüğe' karar virirlerdi..
Anam yüklü, ben "gücücük encük" olduğum için ihale halama kalırdı..
Cefakâr, Vefakâr canım halamm...
Halam; devresi gün irkenden bize gelir.
"Erken kalkan yol alır" der, benide eşşeğe bindirir, o nidense hep yayan yürürdü..
Biz ikimiz tin tin tin giderdik.
Nireyemi "SÜRTÜĞÜN BAYIR'INA"
Nirdemi, himen diyivireyim, soona dimedi dimeyin. Ben didiydim dirim.
Karasoku'daki bizim evden çıkar, Tavukçu Camimizden sağa yuharı doğru döner, Fişekçi Camisinin ordaki zebze bazarını geçer, meydandaki Göreme otobüslerinin gıyından, köprü başının ordan, Sümerbank fabrikasının arkasından Alacaşar tarafındaki yola giderdik.
Niyemi giderdik, Höllük toprağı getirmek için, kimemi anamın en gıymatlı oğluna..
Niden mi çünkü sadece Sürtüğün Bayırın'da, Höllük ocağı vardı...
Ocağa varınca halam; nacakla kazar, keserin arkasıyla toprağın kerseklerini ezer, kazdığı toprağı kalburla bir iki kere kabaca eler, çuvallara doldurur, eşşeğe yühler, üstünede beni oturtur, eve gelirdik.
Evdede halam az soluklanır, ince elekten tekrar elerdi.
Anam çok "GIPTI"ydı, eski kullanılmayan pindir çölmeklerini atmaz, saklardı. Bide bilgiç, bilgiç "Sakla samanı, gelir zamanı" dir.
Sakladığı bozarmış pindir çölmeklerini ortaya getirir, elenmis toprak, bunlara doldurulur. Ahırsekisinin bir gıyına dizilir, doğum beklenirdi.
Bizim gardaş doğduktan sonaa anam altını değiştireceği zaman kundağını açar, kundağın içinde de 2..3 kat bez olurdu.
En içteki beze sobamızda ısıttığı toprağı serer, dirseğiylede ısı kontrolünü yapar, gardaşımı üstüne yatırır, bacaklarını bitiştirir, toprakla her tarafını örter, ilk bezi sıkıca sarar, ikinci bezide üstünden sarar, gardaşımın kollarını iki yanında birleştirir, kundak yapardı.
Bir parmak eninde diktiği upuzun kundak ipiyle de enseden dolayarak, ayaklarının üstüne denk getirir bağlar, ayağında sallar, uyuturdu...
"Höllük" her bebekli evde önceden hazır edilir, herkes kullanırdı. Bez yıkama derdi olmaz, bebek altına yaptığı zaman gübreli gübreli uyutulmaz. Altı açılır, yaş veya pislenmiş kısmı atılır, eski tava veya tepsideki "HÖLLÜK" toprağı ısıtılr, tekrar sarılırdı. Adet öyleydi.
Bebekler pişik yara bilmez,
Gaz, Tuz derdi olmaz,
Sancı çekmez, mışıl mışıl uyurdu.
Yeni nesil ne höllük gördü, ne belek,
Bizlermi şanslıydık, onlarmı nirden bilek...
Gelelim konu başlığına; yıllarca bebeği olmayan bir annenin oğlu olur.
Sevgiyle höllük eler, Muhabbetle kundak beler, Aynalı beşikte ise sallar uyuturmuş.
Bu garip ana bebeğini besler, büyütür, asker eder.
Askerimiz savaşa gider, Şehit haberi gelince anamızın dünyası başına yıkılır.
Feryat figan ağlar, bağrına taş basıp,
Dağ, tepe gezip, ağıt söyler...
"Eledim eledim Höllük eledim,
"Aynalı beşikte bebek beledim;
"Büyüttüm, besledim, Asker eyledim,
"Gittide gelmedi, buna ne çare...
Benim içinse sözün bittiği yer...
Sağlıklı, Sıhhatli günler diliyorum.
Yasemin Tutuş
29.01.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"DOLMA MANTI'mız YOĞURT İSTER,"
"ERİŞTE'miz ÜSTÜNE CEVİZ BEKLER;"
"ÇÖMLEK PİNDİR'siz KESME OLMAZ,"
"GIRCI MANTI SALÇA'sız YENMEZ..!"
Selâm; Bugün sizlere Nevşeer'imizin meşhur hamur işlerini anaatmaya çalışacağım.
"Bismillah" diyelim, söze girelim.
Bizim bir "Dolma Mantımız" vardı, biz öyle bilir, öyle dirdik. Afiyetlede yirdik...
Bizim bu Dolma Mantımız ne hikmetse; Gayseri'liler sayesinde son 20 senede moda olup adım başı "Mantı evi" açılıp, mantı evlerininde ''CILKI" çıkınca Mantıdan ziyade, Yoğurtlu Mantı çorbasına dönüp; Mantılar sulu yoğurdun içinde kulaç atıp, yüzerken üstüne üstlük birde sosyeteninde gözdesi olunca ismindeki Dolması gitti, Mantısı bize kaldı yadigar... Nidemm, nidemmm...
Dolma Mantıyı rahmetli babam çokk severdi. Anama hatun ağşama bi "Dolma Mantı" yapsanda yisek dirdi. Anama yapması pek bi eziyetli gelirdi emme yapmaya zorunsada; emir büyük yerden "Yaşarağa" diyecekte, yapılmayacah hee, sıkar biraz. "Emir; demiri keser" misali. Anamda az yaman değil ufacık tefecik ama boyundan büyük inadıda var emme inatlaşır, yapmazsada ağşama da Yaşarağanın gazabı var... Niyseem
Anam babamdan tırstığı için sohrana sohrana işe goyulur. Himen mutfağa geçer, leğençe gibi bir kabımız vardı; onun içine un guyar, suyunu, duzunu gatar hamuru garar himencecik iki "Bezi" yapar, üstünede nemli bir bez örter o dinlenirken; beri yandan mantının iç avayni için; Etin içine güçcük bir soğanı ince ince çiter duzunu, garabiberini gatar elinin ucuyla garar, hazırlardı...
Odamızın ortasına sufra bezini serer, tahta "Honçamızı" guyar ve ohlavayı eline alır, kalınca bir hamur açardı. Anamın eline nidense ohlava hiç yahışmazdı. Pek bi eğreti dururdu emme anam yinede iyi becerir, yapardı. Bense; beni heeç sormayın onu bile beceremem.
Anam açtığı hamuru karelere keserken bendenizde usul usul sohulurdum.
Anam çok titiz bi hatundu. Heç üşenmeden galkar, ellerimi yıhatır, tekrar oturturdu. Niysem
Hazırladığı iç etini kare kare kestiği hamurlara parmak ucuyla dohundurur, bende miniminnacik ellerimle bi gözel gapatırdım.
Bak bunu iyi becerirdim, mantılarım gulaklı, gulaklı pek gözel olurdu...
Anamsa tepsiye un sepeler, mantıları içine dizerdi. Onlar dinlene dursun. (Biz fırınlama bilmezdik, şimdi mantılar fırınlanıyor).
Genisçe sahana iki diş sarmısak ile duz iyice ezilir, beri yandan rahmetli Dursun halamın getirdiği "Cingil" yoğurdundan da çokça gatılır, bir gözel özenirdi.
Ocakta suda haşlanan mantılar süzülür, yoğurda garıştırılır, mis gibi tereyağlı, salçalı "YÜZ" (sos)yapılır. Üstüne gezdirilir hep birlikte afiyetle yinirdi.
Nevşeer'imizde genelde bol nohutlu varsa domates yoksa salçalı sos yapılır, mantının üstüne dökülür, yenilirdi de...
Babam rahmetli 32 ay askerlik yapmış o devirde askere nohut yemeği çoh çıharmış. Babamda nohuttan nefret ettiği için bırak dolma mantı üzerine dökmeyi, nohut yemeği bilem bizde çokk nadir pişerdi...
Babacığım nohuta da çok gaz yaptığı için "Makineli tüfek" dirdi. RAHMET CANINA...
Dolma MANTImız misafir gelirse yüz akımız, misafir gidersekde sofraların yüzakıydı..
Gel gelelim diğerlerine; unuttum sandınız dimi cıkss unutmadım, şimdi anaatacağım...
Erişte, kesme makarna ve gırcı mantı "GÜZ" başında hazırlanırdı. Halam başı çeker gelin, görümce kendilerince çırpınırlardı.
Halam kendine çok yapardı, ilmini bilirdi.
Bize tadımlık yapılırdı. Erişte hamuru ise yumurta, un, duz karışımı olur ayrı yoğrulurdu.
Kesme makarna ve gırcı mantının da hamuru katıca yoğrulur. Halam bu hamuru kaaat gibi açar ama kesme işini halamın bir ahbabı yapardı. Akça pakça nur yüzlü bir hatuncuktu. Herkeşe sırayla mantı, makarna keser, el hakkını alır giderkende eline ufak bi çıkın verilirdi.
Erişteler fırınlanır, kesme çorbalık ayrı kesilir, kesilen makarna ve gırcı mantı damlara hasır yaygının üzerine bembeyaz şeker çuvalından dikilmiş, itaanın (genişce bezler) üzerine yayılarak, kurutulmaya bırakılırdı.
Başıda sırayla behlenirdi. Nidenmi; çünkü kuş pislemesin, kedi içine işemesin diye...
Guruyan kesme makarna ve gırcı mantı üstü gapaklı içi sırlı küplerimiz vardı. Onlara doldurulur, gayıtevimizın bir gıyında yerini alırdı.
Kış gelincede; Eriştemiz tereyağlı pişirilir, üstü cevizle süslenir, üzüm turşusuyla Afiyetle yinirdi.
Bazende kesme makarnamız haşlanır, tereyağında çevrilir üstüne de çölmek pindiri dökülür, yanında kayısı hoşafıyla Afiyetle yinirdi...
Gırcı mantımıza gelince; Anam onu suda haşlarken, beri yanda sarımsaklı yoğurdu hazır eder, üstünede salçalı, kıymalı "YÜZ" (sos) gezdirir sufraya getirirdi. Hepiciğimiz çalakaşık yumulurduk. Yanındada tahin helvası olurdu üstünede onu yirdik.
Değmeyin keyfimize bizden huzurlusu yoktu. Bolca aşımız, kaygısız başımız yaşar giderdik.
Sağlıklı, Sıhhatli Günler Dileklerimle...
Yasemin Tutuş
02.01.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
NEVŞEER'İMİN BAĞLARI,
BÜKLÜM, BÜKLÜM YOLLARI... 1. BÖLÜM..
Selâm; yine yeniden sizlerleyim. Yine "NEVNAR" grubumuzdayım. Şükür kavuşturana diyeyim...Zaman zaman bizim gız ara virme, sık sık yaz didiğinizi duyar gibiyim. Haklısınız emme benimde reelde bir yaşantım, sorumluluklarım ve çalışma hayatım var. Bazende ağır imtihanlarım vardı yaşadım ve sabrettim. Hayr'da, Şerde Allah'tan dedim. Şükrettim.
Rabbimden ilahi adaleti bekledim, bekliyorum vede bekliyeceğim. İnşaallah
Şimdiye kadar ki yazılarımda genellikle güçcüklüğümde diye başlayıp, Nevşeer'imin özelliklerini, gözelliklerini anaatıp, yazıyordum.
Bugünde hemşehrilerime, okurlarıma yani sizlere yine Nevşeer'imin yöresel bir kültüründen bahsedeceğim.
Genellikle yazılarımda kendimce örf ve adetlerimizi, yemeklerimizi sinema ve hamam kültürümüzü, Nevşeer'imin mozaik taşları didiğim toprağımın yetiştirdiği nadide insanlarımızı anaatıp, yazdım.
İçahar, Kadirah, Ilıca, Garaaya gibi "ALLAH" vergisi doğal güzelliklerimizide ilerde anlatıp yazacağım. İnşaallah.
Bugünde "Nevşeer'imin bağları,
"Büklüm, büklüm yolları didim emme önce "Bismillah" didim sonra "Yarabbi" didim,
Yasminin sana sığındı, sana inandı, sana güvendi.
Sana inancı sonsuz; sen "Ol dersin olur," bu Yasmin kulunda yıllar sonra aldı; eline kâadı, galemi düştü; Nevşeer yollarına güçcüklüğümde diye bi başladı, yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını ve derlediklerini kendince; gönlünce diline ne geldiyse, dili ne didiyse, galemince uzun uzun yazıvirdi...
Şincikte uzun lafın kısası," Bu seferde
"BAĞ BOZUMU"nu anaatmaya, yazmaya çalışacağım. İnşaallah...
Nirden mi başlıyayım, tabiki en baştan "Bağ Budama" faslından başlıyayım.
Bağ budamayı babamda, Dursun halamda çok iyi bilirdi, Rahmet canlarına.
Babam Mart'ın sekizinde bağlar budanmaya başlanmalı ki mart'ın onunda asmalara su yürüyecek, "Mart dokuzu" gelmeden budama yapılması lazım ki; bağ'dan verimli üzüm alınabilsin dirdi.
Hatta "Mart'ta sıra ile nNisanda çıra ile dinirdi. Nisan ayı geç kalındığı, çıbıhlar uyanıp ağladığı için gece gündüz demeden çıra aydınlığında bile budanırdı. Sefa Kuzugüden Abim engin bilgisiyle yazıma ışık tuttu. Teşekkürler.
Kocakarı takvimine görede "Mart dokuzunda çıra yak, bağ buda" denirmiş ya; bende araştırdım, Mart Dokuzu 22 mart'a denk geliyormuş..
Mart ayı geldimi Nevşeer'ede bi hareketlilik gelirdi. Dimiyi giyen, Atkıyı, Çarı çeken zabaan köründe ve ayazında yollara düşerdi. Mart'ın ilk haftası bağlarda budama başlar, mart sonuna kadar bağlar budanır, gündüzler yetmezse çırayla sabahlara kadar bağ kütükleri budanırdı. 2 göz veya 3 göz açılımı yapılır. Çıbıhlar toplanır, belinden bağlanır, deste deste yapılır bi gıyıda yığılır. Ağşam üstüde eşeklere yüklenir, evlere getirilirdi. Hatta bizim evde damların köşesine bir duvardan bir duvara gelecek şekilde üçgen kalas uzatılır, onun üstüne deste çıbıklar sırayla dizilir, bu çıbıhlar kendi halinde kurur, yuuka epmek yapılacağı zaman damdan hayat'a atılır, gazellerle tandır tutuşturmaya çok işe yarardı.
Bağ büyük veya çok olunca ırgat tutulur, bağ bellenir, çapası yapılırdı.
Bağ kütüğündeki yeni yeni çıkan filizlerdende toplanır, bu filizlerin kabuğu soyulur, yenirdi. Bazen ailecek "Filiz" toplamaya gidilir, ucundaki taze yapraklarda toplanır, kurutulur. Kışında öfelenir, içine ıcıcıh sızgıt katılır, bulgurlu yaprak cacığı pişirilir; ekşili ekşili yoğurtlanarak afiyetle yinirdi.
Bazende bulgur pilavına sepelenir, yoğurt çorbası yüzünede atılır, dadından yinmezdi..
"Bağ'a girdim, bağ budanmış,
"Bağ'a bülbül dadanmış...
Türküsü gibi bende bağ'a girdim, başladım yazmaya ve sıra geldi kükürt atmaya. Filizler dallanıp, goruk olmaya başlayınca küf olmasın diye "KÜKÜRT" atılırdı.
Nasılmı himen diyivireyim. Kükürt eski bir yemeni içine gonur, kütükler sırayla gezilir, yemeni sallanır, kükürt serpilmiş olurdu. "KÜKÜRT" atımı bittikten sonra; Mayıs sonu, Haziran başı gibi yeşeren üzüm yaprakları toplanır, toplanan yaprakların bir kısmı salamura yapılır, küp, küpeciğe basılır, gayıtodasina, gayıdevine dizilirdi.
Kalan yapraklarda yorgan iğnesiyle, yorgan ipine tek tek dizilir, boyu 1 metreyi aşınca iki ucu düğümlenir, tavana asılırdı. Tavan didimde; bizim tandırevimizin tavanı sırayla cerek'ti. "Cerek" sıra sıra ağaç gövdesi belli aralıklarla dizilerek tavan yapılır, üstü tahta kalaslar ile kapatılır, toprak atılır, dam oluşturulurdu.
Rahmetli dedem zamanında bu cereklerin yan kısımlarına uzun çiviler çaktırmış; ucu Y şeklindeki upuzun iğde çubuğuyla, sadece ipe dizdiğimiz yapraklar deyil, hevenk üzümlerimiz, kış armudumuz bilem bu çivilere asılırdı.
Güzün bağ bozumunda astığımız yapraklar kendi halinde kurur, gışında anam indirir, haşlar sarma sarardı. Zaten Rahmet canına Dursun halam bizi heç yapraksız bırakmaz, gucak gucak toplar, getirir. Anamda bazen etli bazen zeytinyağlı yaprak sarar, bizde dolmayla birlikte barnaklarımızı da yirdik.
Temmuz ayı gelincede üzümlere alaca düşerdi, halk arasında alaca düşmüşse üzümler olmaya başlamış olurdu.
Banni üzüm veya barnak üzümümüzde Ağustos ortasında olmaya başlar, ağustos sonu gibi de bağ bıçağıyla kesilirdi.
Bağ bıçağı didim de yay gibi kavisli, tahta saplı ve ağzı kertikli olurdu.
Dursun halamla bağa gittiğimiz zaman halam el çabukluğu ile keser keser atardı.
Biz halakızımla barnak kadar çocuğuz; el kadar bıçakla nirde keseceğiz. Bizde belimize bağladığımız pazen önlüklere üzümleri hışalamadan doldurur, küfelere taşırdık.
İş bitti sandınız dimi cıkkss ayrıca saplı alimünyum kovalar ile halamın ardından kütük kütük dolaşır, dökülen üzümleri çiltimine, denesine kadar toplardıh. Küfelere toplanan banni üzümleri eşekle eve getirirdik..
Rahmetli Dursun halam bizi hiç ihmal etmez, 2 eşek yükü üzümüde bizim eve yıkardı. Kış için bizim hayat'ta çalışmalar başlardı. Anam önce hayadımızı bi gözel yur, yıhar guruyunca itaa yani yaygı sererdi. Nemi yapacağız merak ettiniz dimi, himen diyivireyim.
Hevenk üzümü asacağız, nasıl mı önce Hacıbabanın iğde ağacından ince uzun 1..1,5 metre boyunda kesip hazırladığı çalıların baş kısmına halam çentik atardı. Hacıbaba kimmi tabiki Dursun halamın eşi, bizi çocuklarından ayırmayan aile büyüğümüz, atamız. Rahmet canına..
Nirde kalmıştık çentik dimiştik dimi; halam çentikli kısmına biz "GINDAP" dirdik, keten ipiyle düğüm atarak, asmak için yuvarlağımsı tutak yeri yapardı. Çalılarımız hazır olunca besmele çekilir, bereketli olsun diye dua edilir, banni üzümler salkım salkım takılır. İtaa'ya dökülen deneler ve bağ'dayken kovaya topladığımız ciltim ve üzüm deneleri ilede üzüm turşusu kurulur, ziyan edilmezdi. Besmeleyle başlanınca da her işimiz rast gitsin, bereketi içinde olsun dinirdi.
Anam bizim mutfağın bir köşesini üç gözlü ocak, likitgaz tüp, terek ile mutfak gibi,
çapraz köşeyide gayıd-gaman koymak için kullanırdı. Küp küp reçeller, turşular, bekmezler ve gırcı mantı, makarna köftür, tarana gibi erzak kısmıda o köşede dururdu.
Rahmetli babam her sabah bir tas bekmezi kafasına diker, lıkır lıkır içer, merdiven altına "Ahırsekisi" derdik kümes gibi yapmıştık, 3.. 5 tavuk oraya yumurtlardı. Ordanda 2 yumurtayı kırar çiğ çiğ içer, işine giderdi. Kendiside sağlıklı, sıhhatli dipiii gibi gezerdi.
Şimdilerde ben içsem o bi tas bekmez, 2 yumurtayı kesin öğürtüden hastanelik olurdum. herneyse...
Nevşehir üzümlerimiz çeşit çeşitti; Kızıl üzüm, Mor buludu, İmir üzümü, Keten göynek, Çavuş üzümü, Mis üzümü, Horoz bilmemnesi (terbiyem elvermiyor) vardı. İmir üzümünün yaprağı çok güzel olur, keten göynek üzümününde bekmezine doyum olmazdı. Nevşeer'imizin gözel üzümleri Karşıdağ'da, Sürtüğün bayırında, Alacaşar tarafında, Aliefendi'de, Karayazı'da Kızıltepe'de yetişirdi.
Bugün güçcüğükene gördüğüm, izlediğim; Nevşeer'imin bağ budamasını, bağ bozumunu, iki küfe bir yük hesabıyla eve üzüm çekmemizi, hevenk üzümü dizmesi derken kendi üslubumca, bağ kültürümüzü garınca gararınca anaatıp, yazmaya çalıştım.
Ben yazdım "Allah" artırsın, unuttuklarımı okurlarım tamamlasın istiyorum.
Sağlıklı, Sıhhatli Günler Dileklerimle...
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"NEVŞEER'İMİN BAĞLARI,
"BÜKLÜM, BÜKLÜM YOLLARI... 2. BÖLÜM.
Selâm; yine yeniden sizlerleyim, geçenki yazımda Nevşeer'imin bağları didim, Büklüm büklüm yolları didim.
Akabindede güçcüklüğümde gördüğüm, izlediğim; Nevşeer'imin bağ budamasını, bağ bozumunu, iki küfe, bir yük hesabıyla eve üzüm çekmemizi, hevenk üzümü dizmesini dirkene; kendi üslubumca, bağ kültürümüzü garınca gararınca anaatıp, yazmaya çalıştım.
Bugünde yazıma başlamadan önce Rabbime niyaz edeyim, halimi arzedeyim.
"YARABBİ"; aldım elime kâadimi, kalemimi yine geldim kapına. Ben sensiz tek kelam edemem, yönüm sana, kalbim sanadır. Sen yaz yasmin diyivircen ben Kadirah'ın Şallağı gibi coşup, Kızılırmak gibi taşıp, senden aldığım güçle yazıvireceğim.
Ben kimimki; Söz senin, dil senin, kalem senin. Yasmin bir kul, bir elçidir, bilirsin elçiye zeval olmaz. Sen ne buyurursan yasmin diyivirir, yazıvirir...
Ya Allah, ya Bismillah..
GELDİ EYLÜL, EKİM GÜZ AYLARI,
SIRADA BAĞ BOZUMU, KURU DÖKME...
Gelelim bağ bozumuyla, kuru dökmeye; güzün vakti saati gelince bağı olan herkesi bi telaşe alır, bağlara gidilir, üzümler kesilir, küfelere konulurdu. İki küfe bir yük olurdu. Küfeler dolusu üzümler eşeklerle evlere taşınırdı. Bağın üzümlerini kestik eve yıhtık iş bitti sandınız dimi cıkks nirdee şincide kuru dökeceğiz.
Kestiğimiz üzümlerin bir kısmını bağda kuru dökerdik. Nasılmı himen yazıvireyim; gara üzümlerimiz olgunlaşınca bağın bi gıyısında seki yapılırdı. Toprak yerden 1 karış yükseltilir, üstü düzleştirilir, üstüne kimisi itaa sererdi kimisi toprak zemine sererdi. Kesilen garaüzümler salkım salkım serilir, kurumaya bırakılırdı. 1 hafta sonra çevrilmeye gidilir, iyice kuruduktan sonra küfelere yüklenir, eve taşınırdı.
Evde toprağı bi gözel elenir, kalburla çöpleri alınır, tekrar elenir. Bir kısmı gışlık gayıdevine kaldırılır, satılacak olanda gözelcene elenir. Üzüm pazarındaki dükkanlara toptan satılırdı.
Bağbozumunda kuru sermeyen gışlığını ayırır, kalan üzümünü Taskobirliğe sirke, şıra yapmak için virirdi. Sonradan meysu fabrikası açılınca üzümler toptan oraya verilmeye başlandı.
=PEKMEZİM & BEKMEZİM=
NEVŞEER DİDİKLERİ,
ÜZÜM'DÜR YİDİKLERİ;
ÇOK HOŞUMA GİDİYOR,
BEKMEZ, KÂRLAMA DİDİKLERİ...
Öncelikle Nevşeer manimizi uyarladığım hemşehrim Doç. Dr Faruk Güçlü abime ve manileri yayımlayan FİB haber ekibine, Halakızım Hayriye Canbay'a ve Şefika Arıtürk ablamada sonsuz teşekkürler..
Küçüklüğümde arkadaşlarımla oynamaya başlamadan sayışırdık.
_Oooo "Portakalı soydum" diye bi başlar devamında da;
"Dolapta pekmez,
"Yala yala bitmez..diye devam iderdik.
Hinci işte o bekmezi, dadından yinmiyen bizim bekmezimizi anlatıp, yazıvireceğim. İnşaallah.
Nirde kalmıştık; üzümleri eve yıhtık, biraz yumuşasın diye bir gün dinlenip, beklerken Dursun halam eşşeğimize heybeyi atar, beni ve Hayriye'yide tam ortaya semerin üstüne oturtur, dıgıdık, dıgıdık bekmez toprağı kazıp getirmek için "Sümer İplik Fabrikasının" arkasına giderdik. Nirdemi eski sanayinin ordan yani köprü başının yukarsında, sağa dönünce oradaydı.
Bekmez toprağı Aliefendi mevkinde, Sürtüğün bayır'da, Sümer'in arkasında genelde o civarlarda olurdu. Bekmez toprağını bi gözel kazdık, torbaya doldurduk, ardından heybeye guyduk, evede geldik...
Ertesi gün dinlenen üzümleri halam şırahnemize küfe küfe dökerdi. Üstünede bekmez toprağını tas tas serperdi. Şinci diyeceğiniz ki bekmezde toprağın işi ne.
Bende diyeceğim ki; bekmeze toprak katılırdı ki şirenin ekşiliğini alsın diye. Şimdilerde bazı bölgelerde toprak katmayı bilmedikleri için pekmezlerde hafif mayhoş oluyor. Emme bizim bekmezimiz toprak katıldığı için dadından yinmez olurdu. Herneyse..
Şırahnemize üzümü döhtük, toprağınıda kattıh sıra geldi çiğnemeye bazen halam, bazende konu komşu yardıma gelirdi. Anam pek çiğneyemezdi emme getir, götür işlerini iyi yapar, bir eli "Çalı süpürgesi" misali ortalığı toplardı. Çiğneme faslında; tertemiz bi gıyıda duran özel bekmez çizmesi giyilir, küfe küfe dökülen üzümler çiğneye, çiğneye bi gözel ezilirdi. Ezilen şireler yani üzüm suları şırahnemizin "Çötlen" borusundan akar, Boğlum'da bi kova olurdu, boğlum'daki kovaya dolardı, halam dolan kovayı alır, anam boş kovayı koyardı. (Rahmetli dedem Hızarcı Mehmet ağa 1900'lerde Taşevimizi yaptırırken şırahnenin önündeki boğlumuda kova sığacak büyüklükte yaptırmıştı.) Kovadaki şireler hayadımızda gıyıda duran gazanlara dökülürdü. Topraklı şireler sabaha kadar dinlendirilir, toprağı dibe çöker, beklerken durulan şireler içinde beri yanda diğer gazan hazırlanırdı.
Nasılmı himen diyivireyim; diğer kazanın üstüne iki oklava uzunlamasına konulurdu, üstüne un eleği dengelenir, iç kısmına tülbent serilirdi. Şire usul usul süzülür, çekirdekleri, çeri, çöpü tülbentte kalırdı.
Şıraanedeki "ŞİF"ler bir gıyıda toplanır, üstüne ağırca bir taş konur, 2 gün bekler; boğluma süzülen şire alınır, sirke yapılırdı. "ŞİF" nemi tabiki çerli, çöplü üzümün posası. Biz iyice şiresi süzülen şif'i yani üzüm posasını dama çeker, serer, kurutur, tandırda yakacak olarak kullanırdık.
Kazanın dibinde kalan topraklı şirede içiçe iki torbanın içine konur, ağzı bağlanır. Hayadın bi gıyıya tahta merdivenimiz vardı onu dayardıh. Merdivenin boşluğuna "Hereni" (küçük kazan) yada güccük ilaan konur, topraklı şire dolu torba merdivenin basamağına asılır, şip şip damlayan şire hereni'ye birikir, hiç israf edilmez. O şire'de kazana ilave edilir, bekmez pişerdi.
Merdivene asılan topraklı şire torbası eşek arılarını mıktanıs gibi çeker, şire posasınada eşek arıları dadanır, zıhım arılar ordu gibi hücum eder, eşekarılarından bizde nasibimizi alır, halakızımla sokulmadık elimiz, yüzümüz, kolumuz kalmaz, bide anamdan zılgıt yer, ben salya, sümük zırlarken, Hayriyem daha metanetli durur, gıkı çıkmazdı...
Anam ıcıcıh toprak ve suyla çamur karar, bide akıl verir arı sokması iyidir, bedeninize panzehir olur der, kardığı bu çamurdan eşekarılarının sokup şişirdiği ikimizin eline, koluna, yüzüne, sürerdi.
Topraklı şireyi süzdük, torbada kalan çamur şeklindeki posa atılacak sandınız dimi cıkss. Dursun halam o şireli toprakla tandırevimizdeki büyük tandır, orta tandır ve yemek yaptığımız vede ocak dediğimiz en güccük tandırın ağızlarını bi gözel sıvardı. Bu çamurlu posa beton gibi tutar, kendi halinde kurur, çölmek renginde kızılımsı bir çember oluşurdu. "Çemberimde gül oya" misali şireli toprakla sıvanan çemberli tandırımız pek gözel dururdu.
Gelelim yazımızın en gözel kısmına hani derler ya sahneye "Assolistler en son gelir" diye bende yazımın devamına anlı, şanlı bekmezimizi yazmasam olmaz. Ben pekmez diyemezdim; hani bi kere yazmıştımya 4 yaşına kadar konuşamamışım Tavukcu camimizin asma kilidinden su içirilmiş, dilim açılsın diye ağzımda anahtar çevrilmişti, bu tat kızcağız yani bendeniz; artık kilittenmi, anahtardanmı yoksa Takdir ilâhimi birdenbire dilim açılmış, bi çene, bi çene konuşur olmuşum emme yinede arada derede tatlığım devam etmiş, bazı kelimeleri yuvarlamış, pekmez bile bende bekmez diye devam edegelmistir.
Bekmez didim ve bekmezimizi yazmaya devam ediyorum. Kazan'da dinlenen şireler beklerken; halam tandırevimizdeki büyük ekmek tandırını yakardı. Beri yandan bekmez ilaanının dışını eski bi çapıtla bi gözel mintaxlardıki; isi, karası işlemesin, kolay yıkansın diye. "Mintax" mutfaklarımızın vazgeçilmezi, çok gıymatlı, yegane bulaşık deterjanıydı. Reklamı bilem vardı. "Mintaxla canım mintaxla" diye...
Canım halam; senede bi kere lazım olan bekmez ilaanını mintaxladıktan sonra, tandıra oturtur, altına saçkı serper, tandır yanarken kazandaki tülbentten süzülen şireyi ilaane doldururdu.
Halam bide kef'ini getirsin diye bi gıyıda yoğurt çırpar, içine katardı. Süzgeçlede yüzünün kef'ini toplardı. Şire kaynayadursun aklıma gelmişken yazıvireyim; canıım Şefika ablamda pekmez kaynatırken ham karpuzu keser, içine 1-2 yumurta kırar, eliyle karpuz ve yumurtayı karıştırır, kaynayan şire'ye dökerdi. Bu dökülen yoğurda ve yumurtalı karışıma pek aklım ermezdi emme meğersemki dökülen bu karışım kaynayan pekmez şiresinin köpüren kef'ini toplar, uzun saplı süzgeç veya kevgir'le bu kef'ler alınır, bekmezimiz arı, duru ve kıvamlı olurmuşşş.
Tandırımızda bekmezimiz kaynamaya devam ederken; halam içine koca koca elmalar ile kafa gibi ayvalar atardı. Elma ve ayvalar bekmezin içinde bi gözel pişer, lokum gibi olur, halam kepçeyle tek tek alır, tepsiye dizer al sana ayva tatlısı, al sana elma tatlısının alââsı.
Yemeklerin ardındanda bi gözel afiyetle yenirdi.
Beri yandan bekmez kıvama gelmeye başlar, halam kıvamını, kalitesini anlamak içinde tabağa bir kepçe bekmez koyar, bide dirdiki bekmeze bakınca aynaya bakar gibi kendini görücenki bekmez tam kıvamını bulmuş vede okkalı olmuş dirdi. Halam bununlada kalmaz kaynayan bekmezin bir kısmını orta boy ilaana aktarır, orta tandırda kaynarken yeni ve temiz bir çalı süpürgesiyle karıştırırdı. Bunada "SÜPÜRGE PEKMEZİ" dinirdi. Hem rengi açık olur, hemde daha kıvamlı olurdu. Kaynayıp, kıvamlanan bekmezleri küplere koyardı, küpün birinin bekmezinide oklava ile gidip, gelip çırpardı. Çırpılan bekmez'inde rengi açık, organik sarelle gibi olurdu.
Bekmezi kaynattık, küp, küpecik doldurduk gayıdevine dizdik. Gışında kahvaltıda epmeği bana bana yidik. Ayrıca evimizde tahinimiz eksik olmaz anam sık sık bekmezle, tahan karar, sofraya koyardı. Rahmetli babamda her sabah bir tas pekmezi kafasına diker, üstünede iki çiğ yumurta içer öyle evden çıkardı. Eeee nede olsa eski toprak bekmezin verdiği enerji ile zıpkın gibi gezerdi..
Kış olurda karlama olmaz mı; kar yağıp, damda kar birikince Anam temiz yerinden kenarı mavi, kendi beyaz çinko sahanımıza kar doldurur, üstüne bolca bekmez gezdirir, sıcacık odada çalakaşık yirdik. Ne boğazımız şişer, nede hasta olurduk, demekki temelimiz sağlammış...
Nevşeer'imin bağları, büklüm, büklüm yolları;1. Bölüm, 2. Bölüm dirken; Bağ budamadan başladım, bağ bozumu, kuru dökmesi, hevenk dizmesi, şirahnesi, şiresi, şif'i, çötlen, boğlum, hereni, kazan, ilaan derken bekmezi kaynattım, küp küpeciğe kattım, gış için gayıtevine dizdim. Eksiği, fazlası, üç aşağı, beş yukarı kendimce anlattım, yazdım vede yazımında sonuna geldim.
Ben yazdım "Allah" artırsın, unuttuklarımı okurlarım tamamlasın istiyorum.
Sağlıklı, Sıhhatli Günler Dileklerimle.
Yasemin Tutuş - NEV-NAR