Eylül, Anadolu da bir başka güzeldir. Toprak tüm bereketini Anadolu insanına sunar.
Sebzeler, meyveler, üzümler insan eli değdiği her yerde ben burdayım dercesine sergen
bir halde insanı dört gözle bekler.
Eylülde Anadolu insanının yüzü güler, ruhu dolar. O yakıcı Güneş’in altında kavrulan tenlerin, çatlayan dudakların ve nasır tutmuş ellerin “İşte, her şeye değer ! “ dediği zamandır
Eylül; bir annenin çocuklarına;
“Şükürler olsun ! Bu gışda gaydımız tamam çocuklar !” dediği aydır.
.
Eylül Nevşehir’in Nar Kasabası’nda bir başka güzeldir; karınca misali çalışan insanların
dört gözle beklediği hasrete kavuşmasıdır. Eylül, Nar da umut arayan gözlerin
berekete doymasıdır.
.
Ve işte o güzel insanların memleketinde geçen GERÇEK ÖYKÜMÜZ;
.
O günlerde Eylül ay’ı bitmek üzereydi.Tüm sebze ve meyvelerin çoğu toplanmış
kayadan oyma kayıt damlarına konmaya başlanmıştı. Bağlarda ki üzümler kesilmiş bir halde
toprak sergilere serilip kurumayı bekliyordu.Nar Kasabası’nın temel gelir kaynaklarından en birincisi kuru üzümdü..Kuru üzümü olmayan evin çocukları kanadı kırık kuş gibi boynu bükük olurdu.
Çünkü kuru üzüm para demekti. Kuru üzüm Narlı çocukların ceplerini dolduran çerez, annelerin ise hoşaf yapımında vazgeçilmez ürünüydü.
Yani kuru üzüm o yıllarda altın gibi kıymetliydi
…
O gün Güneş Erciyes’den henüz doğmuş ve Nar Kasabası’nın arı kovanı gibi oyulmuş kaya yüzeylerini işte ben geldim dercesine sıcaklığı ile okşuyordu.
Aşağı mahallede kara dutun hemen üstünde ki Dülgerler’in evinin duvarlarına istiflenmiş bağ çubuklarına tünemiş serçe kuşları Güneş’in tadını çıkarırcasına cıvıldaşıyor hemen aşağıda kara dut ağacında ki bülbülleri kıskandırırcasına kendi dillerinde şarkılar söylüyorlardı. Çenesi düşük bir saksağan karşıda ki evin damına konmuştu. Saksağan bu küçük geveze kuşları zevk ile dinliyordu ki ahşap kapılı evin önündeki at arabasının kasasına “Tak !” diye bir şey düştü.
Kuru bağ çubuklarında ki kuşlar bu sesi duyunca telaşla uçuştular.Saksağan kaçışan kuşlara “Sizi korkaklar “ dercesine bir süre baktıktan sonra o da havalandı ve çay mahalleye doğru uçup gitti.
İsmail Dülger at arabasına bıraktığı ağır çekici eline tekrar aldı,
“Kahreetsin !” diye söylendi “Ne zaman uzak bir yere gitsem bu arabaya bir hal olur “
At arabasının tekerlerine şöyle bir göz attı; fazla bir şey yoktu ama yine de canı sıkılıp karısına,
“Gııız Fadime ! Öğlen oldu öğlen ! Taa Bulhazbaşı’na gidecek !” diye bağırdı.
Halbu ki Güneş henüz çıkmıştı. Nar insanı tez canlıydı.
Fadime kadın elinde su testisiyle kapıda göründü.. Kocası İsmail’e ;
“Şu herifin bugün tersliği üstünde” diye söylendi. Sonra devam etti “Sanki yatıyoh ! İnek sağ, etrafı topla, yiyecek hazırla hep Fadime’nin üstüne.!”
Hemen arkasında uykulu gözlerini oğuşturan oğlu sarı Mustafa’yı görünce,
“Laan Mıstafa ! Bostan korkuluğu gibi dikilme ! Garın Melek geline söyle ocağın yanında yiyecek bohçası var, gapıp getirsin” dedi
Sarı Mustafa’nın karısı Melek’in içerden sesi duyuldu;
“Getirdim anne !”
“Askıda süzme yoğurt var, onu da getir ! “
“Tamam “dedi Melek gelin.
Fadime kadın oğlum sana söylüyom, gelinim sen anla dercesine;
“Şu oğlanda boy bos var amma düşünce yoh ! Her şeyi ben söylücem !” diye söylendi.
Sonrada kocası İsmail’in at arabasının tekeri ile uğraştığını görünce,
“ Gene ne oldu ? Teker mi çıhmış yosa ?” diye sordu.
İsmail Ağa başını tekerden kaldırmadan karısına,
“Yoh “ dedi “Tekerin çemberi gevşemiş. Şimdi bi tas su döktüm mü şişer kalır”
.
İsmail ağa işini bitirmiş olşacak ki derin bir nefes aldı. At arabasına yiyecek bohçasını
koyan oğlu sarı Mustafa’ya,
“Hani Memiş’in oğlu gelecekti ? Geç kaldı” diye söylendi.
Mustafa sarıya çalan saçlarını elleri ile karıştırdı; canı sıkıldığı belli idi; Mustafa’nın ne zaman canı sıkılsa ellerini saçlarına götürür çeki çekiverirdi. Sarı Mustafa parmaklarında kalan sac tellerine anlamsızca baktı. Halbu ki daha dün emmilerin Ahmet’e bağa erken gideceğiz, tez gel demişti.Babasına cevap verecekti ki iki eşek ile Ahmet’in geldiğini görünce içi rahatladı
“Kardeşin Hüseyin’e sor, boş üzüm çuvallarını arabaya koydu mu ?” dedi İsmail ağa
Oğul Hüseyin, Mustafa gibi değil unutkandı. İsmail ağa oğlunun bu huyunu bildiği için sormuştu.
Hüseyin at arabasının yanında elinde üzüm çuvalları ile bitiverdi; gülerek,
”Tamam baba !” dedi “Hepsini aldım. “
O sıra iki eşekle yanlarına gelen Memiş’in oğlu Emminin Ahmet, Hüseyin’e;
“Hüseyin emaneti aldın mı ?” diye sordu.
Bunu duyan Fadime kadın kuşkulu gözlerle oğlu Hüseyine bakıp;
“Ne emaneti len ?” dedi. “Silah mı yohsa ?”
“……!”
Fadime kadın, onların sustuğunu görünce birden kaşları çatıldı.Çocukluğu İnallı köyü’nde geçmişti. İnallı, Nar gibi sulak bir yer değil, toprağın suya hasret kaldığı bir yerdi. Bundan dolayı çok ölümlü kavgalar görmüştü. Ne zaman bir silah görse saçları diken diken olur, elleri titrerdi.
Yine öyle oldu; elleri titrerken oğlu genç Hüseyin’e bağırdı;
“O dabancayı hemen yerine goy ! Dabanca namusdur ve ancak namus için daşınır !”
Hüseyin yumuşak huylu bir gençdi. Anası bişey dese hemen yerine getirir, iki etmezdi fakat, bu sefer öyle olmadı; annesine diklendi;
“Ana “ dedi “Ortalık iyi değil. Narlılar suyumuzu kesiyor diye Sulusaraylılar silahlanmış diyorlar !”
“Doğru söylüyor “ dedi Emmilerin Ahmet. Ahmet eşeğin üzerinde sözlerine devam etti;
“Narlıları vuracaz !” demişler”Gideceğimiz yer Sulusareay dibi. Ya bişey olursa ?”
“Bişey olmaz !” diye çıkıştı Fadime kadın. “Sen dediklerine bahma, Sulusaraylı bişey yapmaz. Biz gevurdan dönme miyiz ki, hepimiz Müslümanız !”
O sıra lafa İsmail Ağa girdi;
“Oğul “ dedi “Sen anayın dediğini yap. Silahı yerine goy ! Bi cahillik eder can yakarsın..”
“Ocağımız söner !” dedi Fadime kadın “ Söner de yüreğimize oturur. Ondan gari mapus damlarında oğul bekle !”
Hüseyin eşek üzerinde olanları izleyen Memişin oğluna baktı; Emmilerin Ahmet sen bilirsin dercesine Hüseyin’e kafa salladı.
Genç Hüseyin
“Tamam ana !” dedi “Lakin başımıza bi iş gelirse ?”
“Gelmez !” dedi Fadime kadın, omzunu dikleştirerek “Başımıza düne kadar ne gelmiş ki
bugün gelsin !”
“Sen bilirsin” dedi Hüseyin ceket altında ki şişkinliğe dokunup tekrar içeri girerken söylendi,
“İnşallah başımıza bi hal gelmez ! “
İsmail Ağa oğluna,
“Onu kaya dolabın yanındaki yüklüğün altına koy. Çoluk çocuk görmesin..”
Hüseyin babasının sözlerini duymadı bile; eve girip çıktığı bir olmuştu. Hüseyin’nin belinde şişkinlik artık yoktu.
Sarı Mustafa onlar tartışırken kırat’ı arabaya çoktan koşmuştu bile.
Melek gelin kocası Mustafaya yanaşıp usulca;
“Mıstafam !” dedi "Bu gece kötü rüya gördüm. Dikkatli olun emi !”
Sarı Mustafa pek nadir gülerdi; karısına bir şey demeden zorla gülümsedi.
…
Aile yola çıkmaya hazırdı. İsmail Ağa, oğlu sarı Mustafa, Karısı Fadime ve kızı Emine at arabasına binmiş Emmilerin Ahmet ve oğul Hüseyin ise eşeklere binmişti. İsmail Ağa kırat’ın çok sevdiği o cümleyi söyledi
“Haydi oğlum Bulhazbaşı’na ! Varır varmaz arpanı torbanda bil !”
Kırat sahibini anlamışçasına ileri atıldı. Yolun uzak olduğunu o da tahmin etmişti ama sahibine
güveni tamdı. Her adımda ayak kasları daha da şişiyor, bu yol ne ki dercesine arabayı kuş gibi uçuruyordu.
…
Dedik ya eylül sonları Anadolu da bir başka güzel olur. Yeşil asma yapraklı üzüm bağları gün doğumundan batımına değin sahiplerini bekler. Beyaz üzümlerin Güneş’e bakan yanakları utangaç gelin gibi al al olur. Misket, Parmak üzümü, ketengöynek, mor renkli buludu gibi üzüm çeşitleri sele ve kovalarla özenle toplanıp kamış örgülü küfelere konurdu. Bir kısmı kayadan oyma damlarda kuru çalı değneklere tek tek takılarak kış günleri sofralara hazır hale getirilir. Diğerleri ise pekmez yapımı için ateş üstünde büyük bakır leğenlere dökülüp kaynamayı bekler. Bu üzümlerden pekmez harici köftür, tarhana tatlısı yapılır. Köftür ve tarhana hasırlar üstüne küçük dilimler halinde konur ve Güneş’e nazır bir damda kurumaya bırakılırdı.
Siyah üzümler ise; sergi dediğimiz toprak tepelerde kurutulur. Her serginin göğsü mutlaka Güneş’e bakar. Kuruyan üzümler yağmur yaş değmeden özenle toplanır. Altında kalan topraklı üzümler ise delikli kalburlarda elenerek çuvallara konurdu.Sonraki yıllarda ise bu üzümlerin altına gazete kağıdı veya naylon serilmiştir. Böylece üzümün toprakla teması kesilmiş olur.
.
Anadolu toprağı bereket demektir. Anadolu onu seveni daha çok sever. Sevdikçe daha çok ürün verir.Sevdikçe ona gönül verenleri gücendirmez, gönüllerde taht kurar.
O gün Dülgerler’in Sulusaray yakınlarındaki Bulhazbaşı’n da ki kuru üzüm sergisi de böyledir. Sergide ki üzüm taneleri öyle güzel ve temiz kurumuşlardı ki İsmail Ağa eline kuru üzüm
salkımını alıp karısına gösterdi;,
“Fadime “ dedi “Şuna bah hele !”
Fadime kadın kocasının elindeki kuru üzüm salkımına şöyle bir göz attıktan sonra
“Heriif ! Maşallah de ! Maşallah ! Tüm salkımlar aynısı. Bu yıl fırtına mırtına da olmadı.
Olmayınca salkımlar gelin eli gibi maşallah !”
Fadime kadının oğlu Mustafa kuru üzümleri çuvallara dolduruyordu. Annesine güldü;
“Ana “ dedi “Gelin eli üzüm gibi mi olur ?”
“He tabi !!! Başka nasıl olur ? Elbette gelin eli gibi temiz olur” diye söylendi. Sonra başını
Mustafa’ya döndürüp;
“Sen garının elini heç kirli gördün mü ?”
Mustafa doldurduğu üzüm çuvalını sırtlayıp arabaya koyar iken,
“Doğru valla !” dedi “Bizimkinin eli hep temiz olur”
Fadime kadın
“Aah ah !” dedi “Anaların lafını bi dinneseniz ! Analar evladını hep korur amma bunlar bilmez !”
Sonra oğlu Mustafaya
“Mıstafam !” dedi “Keşke Saffeti’mi de getirseydin. Çocuk toprakta goşar oynardı !”
“Ana, gıyamadım ! Hem mışıl mışıl uyuyordu “ dedi Mustafa
Fadime kadın derince iç çekti,
“Aaah ah ! Ben yanarım yavruma ! Yavrumda yanar yavrusuna ! “ dedikten sonra
gözleri küçük oğlu Hüseyin takıldı;
Hüseyin sergideki işini yarım bırakmış, ayakta dikili bir halde etrafa kuşkulu gözlerle bakıyordu.
Fadime kadın
“Ne oldu len ? Gene değnek gibi dikildin !” dedi
Hüseyin anasına cevap vermedi. Arkadaşı Emmilerin Ahmet’e dönüp;
Hüseyin elleri ile yüz, yüz elli metre ilerideki çalılıkları gösterdi,
“Aha, şu sivri kayanın ardındaki çalılıklar !”
Emmilerin Ahmet gösterilen yere dikkatlice baktı; bir şey göremedi.
“Hayal görmüş olmayasın ?” deyip güldü.
O sıra lafa babaları İsmail Ağa karıştı
“Az önce ben de gördüm. Fakat telaşta kalmayın diye ses etmedim “ deyince karısı Fadime kadın;
“Amanıııınnn !” diye hayıflandı. Sonrada devam etti,
“Aman ki aman ! Elinizi çabuk tutun ! Üzümleri sergiden toplar toplamaz buradan
hemen gidelim !”
Alel acele sergide kalanlarıda kalburla elemeden toz toprak içinde topladılar.
Sarı Mustafa inanmıyor, kırat’ı bağladığı yerden çözerken kendi kendine söyleniyordu;
“Yok canım !” diyordu “ Dört kocaman adamız, bize kim zarar verebilir ki ?”
Fadime kadın ise,
“Mıstafa dırlanıp durma ! Düşman uyumaz derler. İçime kurt düştü. Neme lazım
buradan hemencik gidelim !” dedi.
…
Öyle de yaptılar. At arabası ve eşeklere yüklenen kuru üzüm çuvalları hazırdı. Henüz elli altmış adım gitmişlerdi ki Fadime kadın;
“Tüüüh ! Kahretsin ! Kalburu sergide unuttum !” deyip gerisin geri yürüyordu ki İsmail Ağa,
“Dur kadın !” dedi “Ben şimdi alır gelirim !”
O gün hava gizemli bir haldeydi O gün Erciyes’in başı az bulutluydu fakat eteklerine
yerleşen sis onu belli belirsiz yapıyordu. Halbu ki başka zaman olsa Erciyes doruklarında ki karları gümüş bir madalya gibi doğaya yansıtırdı.Erciyes kendi bedenine saklanmış olacakları
görmemek için sanki yüzüne ince bir tül çekmişti.
“Tak ! Tak ! Tak !” Sonra bir daha
“Tak ! Tak !” etti.
Silah sesleri etrafı çınlattı. Çalılıklarda ki kuşlar korku ile havalandılar.
İsmail Ağa sıcak bir şeylerin vücuduna temas ettiğini hissetti. Vücudu ağırlaşmış, ayakları bedenini tartmaz olmuştu. Bu da neyin nesi dercesine elinden toprağa düşen kalbura bakıyordu.
O an vücudunu yoklamak aklına bile gelmedi.Belini doğrultamamıştı.
Bir ara karısı ve çocukların bulunduğu yere baktı; kendisine doğru koşuyorlardı. Ayakları altındaki toprakta kırmızı ıslak lekeler oluşmuştu.İsmail ağa bunlar bana mı ait dercesine şaşırdı. Ayaklarında takat kalmamıştı; dizleri büküldü ve bir çınar bedeni gibi toprağa devrildi.
“Babam !” diye bağırdı büyük oğlu sarı Mustafa “Babam sana gıydılar !”
Mavzer kurşunu İsmail Dülger yere eğildi ği an omzundan girip boynundan çıkmıştı.
Fadime kadın kendini yerden yere atıyor,
“Amanıınn ! Herifimi vurdular amanın !” diyor başka şey demiyordu.
Kendini ilk toparlayan sarı Mustafa oldu.; Babasının sırtından ve boğazından akan kanı
durdurmak istiyor diğer yandan kardeşine bağırıyordu
“Hüseyin at arabasını hemen boşaltın ! “
Hüseyin ve Emmilerin Ahmet bunu bekliyormuş gibi koşarak arabaya doğru gittiler.
Mustafa babasının kan akan boynuna boğça bezi sarıp onu kucağına aldı ve arabaya doğru
hızlıca yürüdü.
Gülşehir- Nevşehir kavşağına vardıklarında yaralı İsmail Ağa’nın iniltisi kesilmişti. Mustafa bunu farketmişti ama yanındakilere belli etmedi. Bir umutla belki yaşıyor diye düşündü. Nevşehir tarafına giden bir kamyon falan var mı diye baktı; toprak yol ıpıssızdı. Babası İsmail’in soluk alış verişleri belli olmuyordu.
Sarı Mustafa at arabasını süren kardeşi Hüseyin’e bağırır gibi;
“Hüseyin, atı kamçıla !” dedi.
….
Nar belediye meydanına vardıklarında Fadime kadın kocası İsmail’in hala yaşadığını sanıyordu. İsmail Dülger’den ise ses seda yoktu. Narlılar bir anda at arabasının etrafını sardılar. Ve İsmail Ağa’yı bir dolmuşa koyup hastaneye götürdüler..Akşam üzeri aynı dolmuş İsmail Ağa’yı evinin yakınında ki kara dutun dibine getirdi.. İsmal Dülger ölmüş, evine cenazesi gelmişti.
Karısı Fadime, kendini yerden yere atıyor , canhıraş feryatları belediyeye kadar ulaşıyordu.
“Gomşular İsmail’im gettiii! “
İsmail Dülger’in kızı ve oğulları derin acılar içinde bir şey yapamamanın ıstırabını yaşıyordu.
Oğlu Hüseyin göz yaşları içinde yumruğunu sıkarak,
“Babamın intikamını alacağım !” diye bağırdı
Salihlerin Hayriye kadın Hüseyin’e can oldu
“Al guzum ! Babayın ganını Sulusaray’lıya goma !”
Barutcunun Hayriye de fitili ateşler gibi,
“Aah ah ! Aslan gibi İsmail’i vurdu gahpeler !” diyor başka şey demiyordu.
Nar’ın erkekleri ise derin ve ezik bir sessizlik içinde cenaze evinde toplanmıştı.
Ortalıkta çıt yoktu. Herkesin yüzünde keder ve meçhule gezinen bir anlam vardı.
Hiç kimse bundan sonra olacakları düşünmek dahi istemiyor gibiydi. Çünkü Nar ve
Sulusaray arasındaki bu su kavgasında ilk kan akmıştı. Ya bu kanın devamı gelirse ?
Kirişlerin Emine’in ortalığı çınlatan sesi duyuldu;
“Eeey Narlılar ! Bu kan burada galmıyacak ! Adam olan bu ganı yerde bırakmaz !”
İsmail Dülger’in oğlu Hüseyin yerinde duramıyor, insanlar ağıt yaktıkça daha çok kızıp köpürüyordu.
“Gan akacak “ dedi Hüseyin yere tütkürür iken “Öyle bi gan akacak ki !”
Hüseyin’in eli yüzü toz toprak içindeydi.Ağız kenarına bulaşan toprak çamurlaşmıştı.
Hüseyin sinirli bir halde yere bir daha tükürdü.
O sıra Muhtar, Hüseyin’in yanına yanaşıp, usulca;
“Hüseyin “ dedi “Biz de çok üzüldük. Bu mesele burada bitmeyecek lakin, önce babanı yarın
defin edelim. sonrası Allah kerim !”
Hüseyin muhtara cevap vermedi; ters ters baktı.
O gün ortalık çok gergindi. Bazı kişilerin ceket altları şişkin ve silahlı oldukları belli oluyordu.
Bu iş burada kalmayacak ilk kan sonrası kan akacak gibiydi.
Sarı Mustafa insanların yüzlerindeki öfkeyle karışık endişeyi görüyordu
“Allah kerim !” dedi Mustafa. “Muhtar doğru söylüyor;
"Yarına Allah kerim ! “
“Yarın ola hayır ola !” dedi tekrar muhtar. Muhtarın beli şişkin ve doluydu.
Sarı Mustafa çok hüzünlüydü. Babasının akan kanı hala elbisesindeydi. Değişmeye vakti dahi olmamıştı. Çaresizce parmaklarını sıkıyor, sıktıkça parmaklarından değil yüreğinden “Küt ! Küt !” ses geliyordu. Mustafa hırsla mırıldandı;
“Hele yarın bi olsun da !” dedi
…
.
Yarın oldu; Nar halkı göz yaşları içinde İsmail Dülger’i toprağa verdiler. Sonrası mı ?
Belediye başkanları, Jandarma komutanı, Nar ve Sulusaray ileri gelenleri toplandı,
Bu gergin ortamı yumuşatacak adaletli bir karar alacaklardı. .Ve aldılar.
Karar şöyleydi. Hiç kimse bir daha diğerine zarar vermeyecek. Su bundan böyle öğleden sonra Kemerpınar gölünden aşağı kısım Sulusaray’a akacak. Nar’dan hiç kimse suyu kesmeyecek.
Kesen olursa cezalandırılacak.
…
Olan güzel insan İsmail DÜLGER’e olmuştu.. Bulhazbaşı’n da kahpece sırtından vuruldu..
Bu olayı Nar halkı hiç unutmadı fakat, kinde gütmediler. Çünkü Narlıların tek bir amacı vardı; çocuklarını okutmak.
Olayı çocuklarına anlattılar. Çocukları da çocuklarına.
Ve bu dramatik öykü günümüze kadar geldi.
Bize de sevgili arkadaşımız Sedat DÜLGER’in bilgileri ve desteği doğrultusunda dedesi
İsmail DÜLGER’in acı öyküsünü yazmak kaldı.
Anısı önünde saygı ile eğiliyorum.
Ol hikaye budur.
Ruhu şad olsun !
.
Katilleri mi ? İki şüpheli beş yıla kadar ceza aldılar..Ve bir zaman sonrada çıktılar.
“Ne gardeşi laann! Ben senin için yanıp tutuşuyom !”diye bağırdı Kamil.
Emine elindeki testere gibi bağ bıçağını göstererek;
“Hele bi yanaş !” dedi “Hele bi yanaşda görelim !”
Kamil korktu; yanaşmadı fakat, Emine’ye el kol hareketleri yaparak uzaklaştı.
Fakat bu iş burada bitmemişti; Emmi oğlu Kamil, fırsat buldukça Emine’yi rahatsız ediyor,
“Emine benim olacaksun !” diyordu.
Emine tehlikenin farkındaydı ama elinden bişey gelmiyordu. Yaşlı babasına bir kez konuyu açmış, o da
“Ben Kamil’e söylerim. Bi daha yoluna çıhmaz” demişti.
Fakat Kamil onu sıkıştırıyor, ıssız yerlerde önüne çıkıyordu.
Derken güz geldi;Emine ve Ahmet düğün yaptılar. Güzel bir evlilikleri vardı. Bağ ve bahçeleri az olsada hayatı idame ettiriyorlardı. Bir gün kocası Ahmet’in dayısından Ahmet’e
“O iş tamam. Seni yakında Almanya’ya aldırdırım !” diye telefon geldi.
Ahmet sevinçle karısına sarıldı.
“Emine “ dedi “Dayım çağırıyo !”
Taze gelin Emin’nin içinde bişey “Cııız !” etti.Kocasının Almanya’ya gitmesine gçnlü razı değildi.
Kötü bir şeylerin olacağından korkuyordu.
“Eminem !” dedi kocası “Gider gitmez söz seni de aldırırım !”
Ama öyle olmadı; Ahmet Almanya’ya gideli iki yıl olduğu halde izine dahi gelemedi.
Emine gelin emmi oğlu Kamil’in bakışlarından çok tedirgindi.Onu takip ediyor peşini bir türlü bırakmıyordu.
Kamil yine bir gün Emine’nin önünü kesti;
“Emine kurtuluşun yoh ! Benim olacaksın !” dedi.
Emine belki iyilikle emmi oğlunu ikna ederim diye düşümdü;
“Kamil “ dedi “Bah gardeşim, ben evlendim bahlandım ! Kimi kimsem yoh ! Gocam senin bana sırnaşdığını duyarsa beni boşar ! Etme, eyleme ! Hayatıma yazıh etme !”
Kamil ekşi ekşi gülümseyerek Emine’nin yanından uzaklaştı fakat peşini yine bırakmadı.
…
Kış gelmişti. Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi sobalar yanıyor, dumanları raks ederek gök yüzünde dağılıyordu. Ahırlarda ineklerden sütler sağılıyor tereyağı ve yoğurt yapılıyordu.
O gün Emine helkide yoğurt kalmadığını gördü.
“Tüüüh !” dedi Helki de heç yoğurt kalmamış !”
Komşudan iki kaşık yoğurt almak için dışarı çıktığında emmi oğlu Kamil kapının önünde onu bekliyordu,
Emine’nin bir an dizleri titredi. Kamil paltosu sırtında ona alenen asılıyordu.
Eminenin başından aşağı kaynar sular döküldü. Döküldü de buz oldu o soğukta kaskatı kesildi. Emine çaresizce emmi oğluna baktı; Kamil yine o ukala tavırlarıyla gülümsüyordu. Emine'nin çaresi kalmamıştı. Dudaklarından şu cümleler döküldü;
“Kamil “ dedi “Beni mi istiyon ?”
“He !” dedi Kamil sarı dişlerini gösterircesine sırıtarak
“Yarın bizim ahıra gel ! Orası sıcah olur” dedi
Emmi oğlu Kamil ellerini oğuşturup,
“Tamam” dedi “Yarın ahırdayım ! Sözünden dönmek yoh ama ?”
“Yoh !” dedi Emine
Kamil dönüp giderken Emine gelinin gözleri gibi yüzüde buz gibiydi. Emine açılan çiçek işlemeli yemenisini sıkıca doladı. Komşuya gitmekten vazgeçmişti.Kararlı bir şekilde ahıra yönelip kapıyı açtı;
iki ineğine acır gibi baktı. Onlarla her zaman konuşur, evin horantası imiş gibi sohbet ederdi.
Emine gelin hiç bir şey demedi; kapıyı örttü üstdeki odasına gitti.
…
Ertesi gün olmuştu. Öğleye doğru emmi oğlu Kamil avlunun yarı açık bırakılmış kapısından süzülerek içeri girdi.Emine oda penceresinden onun gelmesini bekliyordu.Kamil’in geldiğini görünce aşağı inip ona zorla gülümsedei. Emine, Kamil’e;
“Sen ahıra gir. Üstünü çıharadur, ben hemen geliyom !” dedi
Kamil ahıra girip heyecanla elbiselerini çıkarmaya başladı.Öyle ya yanıp tutuştuğu kadın biraz sonra kucağında olacaktı.Kapının yan tarafında ki minderin üstünde çıplak vaziyette Emine’yi beklemeye başladı.
Emine’nin gelmesi uzun sürmedi. Ayak sesleri yaklaşıp kapı açıldı.
Kamil’nin heyecanı doruk noktasına çıkmıştı..Yıllardır özlemini çektiği an gelmişti işte.
Emine kapıdan içeri bir adım atınca Kamil onun elindekini gördü; Emine gelinin elinde sıkı sıkı kavradığı kocasının namusunu koruması için ona emanet bıraktığı sarı kabza bir ondörtlü vardı.
Kamil olduğu yere mıh gibi çakılıp kalmıştı. Emine’nin elindeki silah üç kez,
“Güm ! Güm ! Güm !” diye patladı.
Emmi oğlu Kamil tozlu minderin üstüne kanlar içinde yıkıldı ve bir dahada kalkamadı.
Jandarma geldiğinde Emine diz çökmüş bir halde ağlıyor bir taraftanda söyleniyordu;
“Neden Kamil ? Gendinede banada yazıh ettin ! Etme dedim ! Yapma dedim ! Yalvardım, yakardım !
Aaah Kamil, ikimizede yazıh ettin !”
…
Jandarma başçavuşu ahıra girip şöyle bir göz atınca durumu anlamıştı. Hıçkırıklar içindeki Emine’nin omuzuna elini yavaşça koydu ve;
“Hadi bacım” dedi “Gidelim !”
Emine gelinin elleri kelepçelenip jandarmanın jeep’ine binerken yakındaki camiden ezan sesi geliyordu. Emine’nin duvar dibine döktüğü yemek artıklarına kuşlar konmuş şu zemheri ayda bir an önce karınlarını doyurmanın sefası içindeydilerki askeri jeep “Puf ! Puf” çalışınca onlarda kanat çırpıp uzaklaştılar. Orada sadece bir kuş kalmıştı. Kuşun kanadı kırık gibiydi. Yürürken yalpalıyor, kanat çırpıyor ama bir türlü havalanamıyordu. Birkaç deneme daha yapan kuş olmayacağını anlayınca duvarda bir delik bulup içine girdi.
Belli ki o da Emine gelin gibi kaderine razı olmuştu.
…
ve aradan birkaç ay geçmişti. Nevşehir adliyesine yolu düşen genç bir adam nezarethanede Emine gelini gördü. Emine gelin olanları göz yaşları içinde kısaca anlatıp şöyle dedi;
“Abi bana çok ceza verirler mi ?”
Genç adam yöresel kıyafetler içindeki bu Çatlı geline önce acır gibi baktı. Sonrada gülümsedi,
“Yok bacım “ dedi “Senin idamın beş altı sene. Ağır tahrik, namusu müdafa, ne ararsan var.
Her şey hakimin elinde fakat sen en fazla beş altı ay yatar çıkarsın !”
Emine’nin hüzünlü gözleri birden ışıdı,
sevinçle
“Sahi mi abi ?” dedi “Doğru mu söylüyon ?”
“Doğru “ dedi genç adam. “Her kelimesi doğru “
…
Emine gelin altı yedi ay sonra çıkmıştı fakat olanlara Almanya da ki kocası bir türlü inanmamış olacak ki karısı Emine gelini boşamıştı. Hayat maalesef acılarla yoğruluyor. 1982 de Çat kasabasında geçen bu olay diğerleri gibi unutuldu gitti.Ve zaman ekmek arayan kuşların kanatlarında uçtu gitti ..Aradan yıllar geçti, kışlar, yazlar, zemheriler, baharlar geçti. .Emine gelin gibi saf ve temiz Anadolu kadınının acıları hiç bitmedi, bu güne kadar geldi. Dostlar yüreğinizde ki güzelliklerin eksilmemesi dileğimle !
Nar Kasabası coğrafi olarak bir vadinin yamaçlarına kurulmuştur. Evlerin çoğunluğu devasa kayaların içine yapılmıştır. Bunun nedeni ağır geçen kış günlerinde sıcak ve doğal bir yerde yaşamaktır. Kaya, insan nefesiyle bile ısınacak bir yapıya sahiptir. Ayrıca kaya evler insanı fırtınadan, yağmurdan ve dış etkenlerden korur. Yani kaya ; o zamanlar at arabası ile birlikte vazgeçilmez yaşam aracıdır.Bir kayadan oyma damın, bir de at araban oldumu Anadolu insanının değme keyfine ! Hikayemizde işte burada yaşanır..
O gün havadaki bulutlar griden siyaha doğru gittikçe koyu bir hal alıyordu. Kel İzzet'in Abdullah kayadan oyma ahırından kır atını avluya çıkarmış tımar ediyordu. Karısı Zeynep gelin taş merdivenlerde gökyüzüne ürkek gözlerle baktı,
"Abdullah" dedi "Göre tarafında hava çok kapalı, sel mel gelir, gitmesen !"
Abdullah karısının müdahale etmesine her zaman kızardı ama bu sefer nedense bişey demedi. Kırat'ın koşumlarının kayış bağlantılarını alel acele taktı.
"Biliyorum" dedi "Hava pek iyi değil Kaya Değirmen de fazla kalmam, kesilmiş ağaçları arabaya atıp hemen döneceğim. " dedikten sonra eli ile duvardaki bir deliği gösterdi;
"Bu bahar kırlangıçlar gecikti. Havadan mıdır nedir, toprak bir türlü ısınmadı"
Zeynep gelin duvardaki kırlangıç yuvasına baktı; içinden bu herifin sert mizacı altında kalbi çok güzel diye düşündü; elma yanakları gülümsedi..Zeynep gelin ne zaman gülümsese elma yanakları kırmızı gül gibi açılırdı.Bu sefer öyle olmadı; gülümseyen yüzü öylece dondu kaldı. İçinde kötü bir his vardı; Abdullah'ın başına ya iş gelirse ? Elleri istemez şişkin karnına gitti; Zeynep gelin hamileydi. Taş merdivenlerden usulca avluya inip kocasının yanına vardı,
"Herif" dedi "Bugün değil de yarın gitsen "
Abdullah boylu poslu, aslan gibiydi. Karısı Zeynep ancak omuz hizasına geliyordu. Etrafına baktı, kimse yoktu; eğildi karısının yanağından usulca öptü.
"Sen merak etme ! Öğleye mutlaka dönerim "dedi. Sonrada kırat'ı arabaya bağlayıp sürdü
"Hadi oğlum ! Kaya Değirmen'e doğru yürü bakalım !"
Zeynep gelin aslan yapılı kocasının ardı sıra bir süre baktı. İçindeki kötü hissi bastırırcasına elleriyle karnını bastırdı;
"Yoh gız Zeynep ! Böle şeylere inanama ! Abdullah'ım mutlaka gelecek.Çocuğu karnımda, mutlaka gelecek !" diye söylendi.
...
Fakat o gün hava çok kötüydü. Göre tarafındaki koyu gri bulutlar ağırlaşmış Nevşehir üstünden Nar'a doğru gelmişti.Gök gürlüyor, içindeki sancıyı dışarı vururcasına şimşekler atıyordu. Hışım gibi yağmur yağarken doğada Kel İzzet'in Abdullah'dan başka hiçbir canlı görünmüyordu.
Abdullah tehlikeyi sezmişti. Bahçesi dere yatağında olduğu için risk altındaydı. Ya sel gelirse ? Ağaçları alel acele at arabasına doldurdu. Uzun olan kavakları ise yerinde bıraktı.Çünkü öğle vakti olmasına rağmen ortalık akşama dönmüştü. Kır at'ı hızlı bir şekilde arabaya koşup
"Hadi oğlum !" dedi "Allah'ın izniyle eve varacağız.!"
Dere kenarından henüz yüz , yüz elli metre gitmişllerdi ki Abdullah bir gürültü duydu; kulak kabarttı; bu sel sesine benziyordu. "Eyvah !" bile demeden selin ucunu gördü. Bu gördüğü en büyük sellerden biriydi. Önünde taş ve ağaç bedenlerini sürükleyerek kendisine doğru korkunç bir gürültüyle yaklaşıyordu. Abdullah kırat'ına acır gibi baktı. O kırat ki onun can yoldaşıydı. Bir insan can yoldaşını yarı yolda bırakmaz diye düşündü; kararını verdi; ya birlikte kurtulacağız, ya da birlikte öleceğiz. Abdullah var gücüyle atın gemini çekip bağırdı;
"Hadi aslanım ! Hadi koçum ! Başaracağız !"
Ama olmadı; Selin önünde sürüklediği devasa taşlar ilk vuruşta arabanın ahşap tekerlerini kırmıştı. Kırat olanca gücüyle arabayı çekmek istiyor fakat boynuna kadar gelen selin gücü karşısında yenik düşüyordu. İkinci bir vuruş arabayı yan çevirdi;Kırat ve Abdullah selin bulanık sularında kayboldu.
Gök gürültüsü kesilmişti ama onun yerini gürleyerek gelen büyük selin sesi almıştı.Bahçelerin yüksek yerlerinde sele bakanlar Kel İzzet'in Abdullah'ın ve kırat'ın sele gittiğini henüz bilmiyordu. Ta ki bir ses duyuluncaya kadar.
"Kel İzzet'in Abdullah'ı sel almış !"
"Deme yav !"
"He valla ! Kaya Değirmen'den geliyormuş !
"Vah Abdullah vah !"
"Vah ki vah ! Aslan gibi yiğit sele kapıldı ha ?"
"Kırat yanındaymış. Bu can sana gurban olsun demiş ! Kırat'ı bırakmamış.Kırat'ı bıraksa kurtulacak ama bırakmamış !"
"Abdullah'a yazık olmuş. Hem de çok yazık !"
"Kader ! Kel İzzet'in oğlunun kaderi böyleymiş."
"Ya karısı Zeynep ? Eli böğründe diyorlar"
"Vah Zeynep'im vah ! Kadersizim ! Şimdi kimbilir ne haldedir !"
"Desene Zeynep geline de Abdullah'a da yazık oldu !
"Kırat'a da yazık oldu !"
"Hepsine yazık oldu !"
...
Kırat bir gün sonra yaralı bir halde eve gelir; selden kurtulmuştur. Abdullah ise birkaç gün sonra Avanos yakınlarında ırmak kenarında ölüsü bulunur.
Zeynep gelin biri beş yaşında kız olmak üzere karnında çocuğu ile yapayalnız kalır. Abdullah'ın ölüsünü kasabalı alıp getirsede o sele gittiğine hiç inanmaz. Abdullah bir gün ona dönecektir. Ömrü boyunca aslan gibi kocası Abdullah'ı bekler; evlenmez. Zorlu, acı dolu bir yaşamdan sonra sevdiğine kavuşur; Zeynep kadın ölür..Abdullah ona gelememiştir ama o Abdullah'a gider..
Kırlangıçlar mı ? Her bahar Abdullah'ın sesini duymak için kaya duvardaki yuvalarına dönerler..Ve o bahardan bu bahara Kel İzzet'in Abdullah'ı beklerler.
Ben henüz küçük bir çocuk iken Nar'ın kayadan oyma evlerinde büyüklerimiz kış günleri hikayeler anlatırdı. Biz çocuklar ise odun sobasının yanında pür dikkat dinler sonrda uyuya kalırdık.Onlardan biri de Ali Osman Ağa'nın hikayesidir...Neyse, hikayemize gelelim;
Ali Osman Ağa gece vakti Çombuz deresine bahçe sulamaya gider..O gece her yan ıpıssız, yıldızlardan muaf kapkaranlıktır..Zor, güç bela bahçesini sular ve küreğini sırtına alıp düşer yola..Fakat o sıra yukardaki kaya mağaralardan dışarı sızan bir ışık görür. Işığa doğru yaklaştıkça bu sefer çalgı sesleride duyar.
"Vay be ! Bu da neyin nesi ? Gecenin bir yarısı kim ola ki ?" der
Işık yanan mağaraya doğru yaklaşır fakat bu sefer gördüklerine inanamaz; Kadınlı, erkekli bir gurup insan mağaranın ortasına ateş yakmış darbuka, zurna eşliğinde oynamaktadır.
Ali Osman Ağa'yı gören süslü bir güzel;
"Oooo ! Ali Osman Ağa hoşgeldin ! Buyur, bize katıl, içeri gir !" der
Ali Osman Ağa hayretler içinde etrafa bakınır, şaşırır ama şaşkınlığını belli etmeden sorar
"Yav bu neyin nesi ?" .
"Sünnet düğünümüz var da " derler.
Ali Osman Ağa'nın oturması için bir ahşap sandalye verirler. Ali Osman Ağa etrafı süzer; İçinden;"Ulan" der "Bunlar çingene desem değil, muhacir desem değil. Ne güzel kadınları varmış huri gibiler. Bizim evdeki kuru ekmek çırpısı valla" diye düşünerek iç geçirir. Sanki onun düşüncesini anlamış gibi bir güzel Ali Osman Ağa'ya yanaşır
"Buyur, beni mi çağırdın Ali Osman Ağa ? "diye cilve yapar.
Ali Osman Ağa yutkunur, dili tutulur. Zorda olsa
" Bir içecek isteyecektim de " der
O cilveli kadın koşar adım gidip büyük bir bardakla şerbet getirir. Ali Osman Ağa bir kadına bakar, birde şerbete,
"Ya Allah ! Bismillah !" deyip kafasına diker. Fakat o da ne ? Her taraf birden zindan gibi olur. Elinde ise bardak diye tuttuğu bir taş vardır. Ali Osman Ağa bir anda durumu anlar ve var gücüyle oradan kaçmaya başlar.Kan ter içinde koşarak kasaba girişinde ki Bölükbaşılar'ın evinin önüne kadar gelir. O sıra Bölükbaşılar'ın Ali dayı ayak yoluna çıkmıştır. Telaş içinde jet gibi giden Ali Osman Ağa'yı görünce;
"Ali Osman, hayırdır? Şeytan görmüş gibi gidiyon" diye gülerek sorar
Ali Osman Ağa hızını hiç kesmeden cevap verir;
"Benim gördüklerimi sen görseydin donuna ederdin !"
...
Ali Osman Ağa'nın hikayeleri hiç eksik olmazdı..Bu da onlardan biriydi..Biraz gülümsetelim dedik.
Hacı Boran. Nüfus cüzdanındaki adı ise Yusuf ÖNCÜL. Yani rahmetli eniştem kasap Mustafa ÖNCÜL'ün babasıdır.
Yıllar önceydi kasaplar caddesindeki kahvenin önünde çay içiyoruz.
"Boran ağa " dedim " Çocukluğun Rum ve Ermeni çocuklarıyla geçmiş. Bana biraz anlatır mısın ?"
Hacı Boran 90 yaş civarı olmasına rağmen az da olsa sigara içerdi. Cebinden Samsun sigarasını çıkarıp bir tane yakıp derince çekti. Kapaklarına derin çizgiler yerleşmiş gözleri uzaklara daldı gitti.
"Ben " dedi O zamanlar yetim bir çocuktum. Savaşa giden babam Balkanlardan dönmedi.Ekmek bulamadığımız günler oldu.Yani zor yıllardı. Ermeni çocuklarıyla pek anlaşamazdık. Ermeniler yamandı..Kimi zaman Meteris de Rum çocuklarıyla oynardık. Rum çocukları iyi idi, kavga etmezdik. Daha doğrusu anneleri buna müsade etmez "A be komşu kavga yok, tamam" derler elimize Nevşehir simiti verirlerdi.
Bir gün Nevşehir'e askerler geldi. Ne kadar Ermeni varsa çoluk çocuk dahil Meteris de ki Ali Bey'in Hanı'na topladılar.Ben Meterisli olduğum için görüyordum olanları. Ali Bey'in Hanı'nda birkaç gün kalan Ermenileri asker aldı götürdü.Geride kimse kalmadı.Ben 14 - 15 yaşlarında iken bu sefer Rumlar gitti..O zamanlar Nevşehir ve civarının yarısına yakını Rum idi..M.Kemal Yunanistan ile anlaşma yapmış; Selanik de ki Türkler buraya, bizdeki Rumlar ise Selanik'e gitti..Hatırlıyorumda Rumlar çok göz yaşı döküp gitmek istemediler ama asker onlarıda alıp götürdü"
Hacı Boran sigaradan bir nefes daha çekti.Birkaç kez öksürdükten sonra devam etti;
" Türkler o zamanlar rumların yanında amele olarak veye karın tokluğuna çalışırdı..Bizde mal mülk çok azdı. Şayet şu an malımız mülkümüz varsa M.Kemal'e borçluyuz"
Hacı Boran bir an durdu. Elindeki sigara izmaritini nereye atayım dercesine etrafına baktı.Sonrada kaldırım kenarına attı
"Ya evlat !" dedi "Hayat böyle..Vasili adında bir Rum çocuk vardı. Arkadaşımdı. Bazen bana evlerinden kuru üzüm getirirdi.. Vasili iyi çocuktu.. Şimdi öldü mü sağ mı bilinmez.."
Hacı Boran bana bir çay daha içer misin ?" diye sordu. Güldüm
"Yok hayır Boran Dayı. Bu sefer çayları ben ödeyeceğim sana borçlandım "dedim.
Siyah bir kedi yavrusu onun ayak ucuna kadar gelmışti.Onu sevmek için elini uzattı, bana cevap vermedi.
O sıra Kurşunlu Cami'den ikindi ezanı sesi duyuldu.
"Ezan okunuyor, gitmeliyim" dedi. Yavaş adımlarla uzaklaştı
“Harman zamanı yavrııım ! Sen harman zamanı ekinler toplanırken doğdun !”
…
Anneler, çocuklarına eski harman zamanlarını anlatır ve
“Aah yavrııım !” derdi “Şimdi her şeyin golayı çıhdı. O zamanlar gara saban vardı. Trahtör mırahtör yohdu ki..Ekinler desde desde toplanıp at ile eşşek ile gaya harmana daşınır, gara saban goşulurdu. Bizim gençliğimizde elimize alacah orağımız bile yohdu.. Aaah ah ! Her şeyin golayı çıhdı da insan bunu şimdi bilemiyo.”
Bir zamanlar Anadolu da harman zamanı bir başkaydı.
Gün doğmadan sabah ezanında uyanan ve karınca misali telaş içinde koşuşturan insanların hikayesi çok eskilerde kalmadı.
Ocakta odun ateşinde pişen sıcak çorbanın buğusu havaya yükselirken ahırdaki ineklerin sütü sağılmış olurdu. Azıklar hazırlanır , At ve eşeklerin kaşağısı yapılır ,yola çıkmaya hazır hale getirilirdi.
“Gııızz Fatma ! Süzme yoğurdu bahır tasa goymayı unutma ! Bi de bekmez gabının ağzını sıhı bağla emi !”
“Tamam ana, annadık !” diyen uyku sersemi bir kız çocuğunun mahmur gözlerini güneş ışığı açardı.
Anadolu’da harman zamanı bir başkaydı.
Ve tarlada;
Yürekler ter kokardı, bereket kokardı, toprak kokardı. Terli ellerde ki oraklar uzandıkça ekine altın misali sarı başaklar deste deste toplanır ve emeğin karşılığı olarak gönüllerde bereket çiçekleri açardı.
Harman zamanı kuşlar, karıncalar ve tüm böcekler bayram ederdi.
“Maşallah ! Maşallah ! Bu yıl da çocukların rızkı çıktı !” diyen yorgun bir sesin gözlere yansıması sıcak bir gülümsemenin zafer işareti gibiydi. O gülümseme tüm yorgunluğu alır ve akşam üstü eve dönüşte çatlamış dudaklarda yanık bir türkü olurdu.
Harman zamanı eskiden Anadolu bir başkaydı.
Ve son;
Saçları, başları, elleri, ayakları toz toprak içinde ki o onurlu güzel insanların hikayesi keşke hiç bitmeseydi...
Kekik, doğanın bize sunduğu en güzel kokulu doğal bitkilerinden biridir. Elinize sürseniz eliniz , yüzünüze sürseniz yüzünüzi yüreğinize sürerseniz yüreğiniz kekik kokar; Anadolu kokar,; insan kokar.. İşte bizim hikayemiz kekik kokulu yüreklerin hikayesidir.
…
O gece hava ağır, dağlar ağır ve gece ağırdı. Gökyüzünde yıldızlardan eser yoktu. Koyu gri bir karanlık içinde dağlar görünmez olmuş, dağ dorukları evrenenin sonsuzluğunda kaybolmuş gibiydi. Doğanın tenine sanırsınız siyah bir perde çekilmişti; göz gözü görmüyor ve dağ dağa yabancıydı. Derin bir sessizlik içinde doğanın yanaklarına dokunan soğuk iliklerine kadar işliyor geceyi daha zor kılıyordu.
…
Nevşehirli asker Mehmet böyle havalara bir türlü alışamamıştı; hani en azından birkaç yıldız olsa başını kaldırır gülümser, sonra da sohbet eder, içini ısıtırdı. Siz yıldızlarla sohbet eder misiniz bilmem ama Mehmet mevzide iken başını silahına yaslar, hayallere dalar; koynunda yıldız toplardı.
O yıldızların sıcaklığında şarkılar, türküler söyleyerek bambaşka dünyalara giderdi.
Bu gece ise hava çok karanlık ve soğuktu. Dağların doruklarına oturmuş karların gümüşi yansımaları olmasa göz gözü görmeyecekti. ..Halbu ki henüz gece yarısı bile olmamıştı.
Mehmet, soğuktan üşüyen ellerini huflayıp asker parkasının yakasını kulak hizasına kadar çekip kızgın bir ses tonu ile;
“Ula arkadaş ! “ dedi “Ne zaman milli takımın maçı olsa şansıma nöbet çıkıyor. Lan Çorumlu alacağın olsun ! “ diye söylendi. Sol elindeki silahı bırakmadan sağ eline küçük bir taş alıp hırsla karanlığa doğru fırlattı..
“Yuh lan ! “ diye bir ses duydu. “ Az kalsın ayağımı kıracaktın !”
O ses devam etti;
“Memed gene birine kızmışın belli “
Ona seslenen nöbet arkadaşı Yusuf’du. Maraşlı onbaşı Yusuf.
Mehmet, bulunduğu taş siperden çıkıp arkadaşına;
“Yav, görmedim, kusura bakma ! Bu gece biraz sinirliyim de !” dedi.
“Niye ?” dedi Yusuf onbaşı.”Hayırdır ? “
“Şu nöbet işi diyorum; ne zaman milli takımın maçı olsa hep bize denk geliyor.”
Yusuf güldü;
“ Çorumlu çavuş bilerek yazıyor ! Geçen ki maçda yine bizi yazdı bu hergele. Neymiş; maç saati tehlike büyük olurmuş da..Cesur ve gözleri keskin askerler nöbete yazılacakmış da…Tabur komutanının emriymiş de falan, yalan ! Hep bu Çorumlu çavuşun eli altından çıkıyor “
Bir küfür savurdu Mehmet. Sonrada pişman olmuş olacak ki;
“Kimbilir, ona kızıyoruz amma belki dediği doğrudur” dedi. Arkadaşı Yusuf’un omzuna elini koyup;
“ Taburda komutandan sonra en iyi nişancı sensin.”
“ İyi atıcı olmak suç mu kardeşim ? Herkes nöbet görevini yapmalı. Ne zaman riskli bir durum olsa nöbete bizi gönderiyor. Maraşlı gel ! Nevşehirli gel ! Şu askerlik bir bitsin anamı doktora götürüp gözlerine baktıracağım..Bizim komşulardan biri kapımızı çalsa içerden; Yusuf’um sen mi geldin diye sesleniyormuş .Gözleri görmediği için her geleni Yusuf sanıyor. Garibin bir ayağı çukurda; bugün var, yarın yok “
Mehmet,
“Oof ! Bu anaların var ya, hakları ödenmez” dedikten sonra cebinden bir paket sigara çıkarıp Yusuf’a bir tane uzatmıştı ki vazgeçip tekrar cebine koydu.
Yusf güldü. O da cebinden bir şey çıkarıp Mehmet’e uzattı.
“Boşver sigarayı “ dedi “Al bunu ağzında çiğne . Ben hep öyle yaparım “
Mehmet, Yusuf onbaşı’nın uzattığı şeyi görünce;
“Yine mi kekik ?” dedi, o da güldü.
“ Kekik tabi ki ..Anam boşuna dememiş yüreği kekik kokulum diye. Maraş’ın dağları burası gibi kuru değil, her yan sanırsın kekik bahçesi. Ta ki çocukluğumdan beri kekikleri severim. Ben de alışkanlık oldu, bir tutam mutlaka cebime korum.”
Mehmet, Yusuf’un verdiği kekiklerden birkaç yaprak ağzına atıp çiğnedi.
“Biraz acı gibi ama kokusu çok güzel “ dedi
“Sigaradan yine iyi oğlum !”
“Kahretsin ! Sigarayı bırakamadım “ dedikten sonra devam etti ;
“ Arkadaşın Nihat maçda oynuyor mu ?”
“Oynamaz mı, elbette oynuyor “ dedi Yusuf. “Onunla Antep de birlikte oynamıştık.
O yıl ben de Maraş’dan Antep Arabanspor’a geçmiştim. Nihat’ı orada tanıdım. Topa bir vuruşu vardı ki top ile birlikte kaleciyi içeri sokardı. Bir gün kulübe birileri geldi; dediler ki biz bu çocuğu Beşiktaş’a götüreceğiz.. Anlaştılar. Gidiş o gidiş; sonrasını biliyorsun..Şimdi ise milli takımın en vurucu silahı !”
“Vay be ! Demek Nihat ile birlikte oynadın ha ?” dedi Mehmet. Mehmet, arkadaşı Yusuf’un Nihat’a olan sevgisini bilirdi. Yusuf, Nihat’ı belki yürmi kez anlatmıştı. Mehmet, Yusuf’un yarasına basmayı severdi. Şimdi yine şaka ile karışık yarasına dokundu;
“Nihat ile birlikte maç oynamak çok güzel bir duygu olsa gerek” dedi
“ Oynamak ne kelime, onunla can ciğerdik !”
“Şimdi sen burada, o ise ?”
“Hayat böyle oğlum ! Sende yarama dokunup durma. Bu gece içimde kötü bir his var. Neyse, bu geceki maçı bi alsalar ”
“ Alırlar ise ne yapacaksın ? “ Deyip güldü Mehmet.
Yusuf onbaşı bu soru üzerine bir an düşündü; sonra da;
“Golü Nihat atarsa sen benim yerime iki sefer nöbet tutacaksın. Yok eğer atamazsa ben senin yerine nöbet tutacağım. Var mısın ? “
Deyince Mehmet;
“ Tamam lan ! “ dedi “Anlaştık !”
Yusuf onbaşı arkadaşı Nihat’ın gol atacağına o kadar inanıyordu ki aksi bir durum aklına bile getirmek istemiyordu fakat ya aksi olursa ? diye geçirdi içinden.
Bu ortamdan sıkılmış gibi başındaki kepini çıkarıp taş siperin üstüne koydu. Sonra da ;
“Memed “ dedi “Bana bişey olursa yerime anamın elini öper misin ?”
“Lafa bak ! Bu da nereden çıktı oğlum ? Biraz önce maç konuşuyorduk, şimdi yine efkarlandın. Sana da, bana da bişey olmaz. Sen meraklanma ! “
“ De ki başıma kötü bişey geldi”
Mehmet, arkadaşı Yusuf’un ara sıra böyle şeylere takılıp kaldığını biliyordu. Son aylarda ikide bir “Bana bir şey olursa “ deyip duruyordu. Onunda canı sıkılmıştı; başını iki yana salladı.
“ Senin anan benim anam sayılır.” dedi Mehmet.
Asker Mehmet annesini çok küçük bir çocuk iken kaybetmişti. Sonra öğrendiğine göre anası zatürreden ölmüştü. Mehmet anne sevgisini hiç bilmezdi. Bayram günleri tüm çocuklar annelerine sarılır iken o; boynu bükük halde bir duvar dibine oturur hüzünle diğer çocukları seyrederdi. Anne sevgisi içinde hep bir ukde idi. Yusuf’a dönüp;
“ Anan, benim anam gardaş !” dedi tekrarından. Sonrada;
“Fakat sen de biliyorsun o yaştan sonra gözlerinin açılması çok zor !” dedi.
Yusuf ve Memet iyi iki arkadaş idi. Dertlerini paylaşır, gelecek için hayaller kurarlardı.
Yusuf’un anası ona kekik kokulum derdi. Kekik kokulum aşağı, kekik kokulum yukarı. Kasabada adı kekik kokuluma çıkmıştı. Aslında bu durumda biraz gerçek payı vardı; Yusuf dağ kekiklerini çok sevdiği için cebinde kekik otu taşırdı. Kokusu iki metreden diğer insanlara kadar varırdı. Memed bunu bildiği için kimi zaman onun cebinden birkaç dal alır, ağzında çiğnerdi. Ondan biraz daha kekik isteyecekti ki yüz hatları birden gerildi. Yüz metre kadar ileride bir gölgenin hareket ettiğini görür gibi olmuştu.
Mehmet, Yusuf onbaşı’ya yaklaşıp usulca ;
“ Yusuf bişey gördüm ” dedi “ İlerdeki çalılıkların orada sanki bir gölge kıpırdadı ! “
“Yok canım !” dedi Yusuf “ Sana öyle gelmiştir. Hiçbir şerefsiz cesaret edip buraya kadar yanaşamaz !”
“Lan oğlum, burası dağ başı. Adamlar yılan gibi kıvrıla kıvrıla geliir !”
Yusuf, Mehmet’in gösterdiği çalı yığınlarına doğru dikkatlice baktı; bir şey göremedi.
“Sana öyle gelmiştir “ dedi
Mehmet emin olmak için çalılığa doğru hareketlendi. Birkaç adım atmıştı ki Yusuf ;
“ Dur oğlum !” dedi. “ Sen manyak mısın ? Öyle dimdik gidilir mi heç ? Sen burada bekle ve beni koru. Ben tepenin yamacından usul usul gidirim “
“Komutana haber versek mi acaba ?” dedi Memed
Yusuf bu lafa kızdı;
“ Ortada fol yok, yumurta yok. Üstüne fırça yeriz. Hem milli takımın maçını bırakıp gelmezler ”
“Sen bilirsin !” dedi Memet. “Fakat sanki hareket eden bişey gördüm “
“Tamam, anladık !” dedi Yusuf “ Sen dediğimi yap; dikkatlice beni koru !”
Yusuf onbaşı silahı elinde tepenin alt yamacına doğru belini büküp bir panter gibi ilerlemeye başladı.
Memet, kurşunu namluya sürüp sipere yattı. Maraşlı Yusuf onbaşı’nın ardısırea bir süre baktı; Biraz sonra hiçbir şey göremez oldu. Yusuf onbaşı tepenin yamacında karanlıkta kaybolmuştu. Kendi kendine söylendi;
“ Yav !” dedi “Bu çocuk kadar fedakar ve cesur birini hiç görmedim. Komutan haklı mıdır nedir ? Korku nedir bilmiyor.. Beni göndermedi, kendi gitti. İnşallah ben o kıpırtıyı yanlış gördüm !” diye söylendi.
Memet derin bir nefes aldı. Yusuf’un onu verdiği kekikler dilini acıtmıştı; yere tükürdü. İçinden; bu çocuk bu otu nasıl çiğniyor diye geçirdi. Hem de Maraş otu gibi çiğniyor. Mehmet kendi kendine güldü. Güldü ama tedirgin olmaya başlamıştı. Yusuf’dan ses seda yoktu. Merak edip uzandığı siperden yavaşça ayağa kalkıp birkaç adım atmıştı ki ;
“ Tak ! Tak ! Tırraak !” diye silah sesleri duydu.
Mehmet’in içinde bir şey “Cıız !” etti. Ne olduğunu tahmin etmişti; karanlık boşluğa doğru silahın tetiğine bastı. Gecenin karanlığında silah sesleri dağın yamaçlarında yankılanıp geri dönüyordu. Mehmet ikinci şarjörü takıp ileri fırladı. Bir taraftan zikzak çizerek koşuyor diğer yandan ateş ediyordu. O sıra ayağında bir sıcaklık hissetti; Memed aldırmadı ; arkadaşı Yusuf onbaşı’yı görmüştü. Buz üstünde kayan bir patenci gibi sağ ayağını çeke çeke ona doğru gidiyor ve tepeden üstlerine gelen ışıklara doğru ateş ediyordu. Memet, güç bela arkadaşı Yusuf onbaşı’nın yanına vardı. Yusuf yerde hareketsiz yatıyor, silahı ise elindeydi.
Mehmet o sıra arkadan gelen silah seslerini duydu; takviye çabuk gelmişti fakat arkadaşı Yusuf iyi görünmüyordu. Mehmet bir yandan yerdeki arkadaşını korumak istiyor diğer yandan tepeye doğru ateş etmeye devam ediyordu.
…
Bir süre sonra silahlar sustu. Koyu gri bulutlar açılır gibi oldu; karanlık gökyüzü’n de birkaç yıldız göründü. Mehmet, Yusuf onbaşı’ya sarıldı;
“Gardaşım !” diye bağırdı “Seni vurdular ! ”
Yusuf onbaşı nefes almak istiyor ama sol göğsünün altındaki bir acı buna meydan vermiyordu. Çünkü Yusuf boğazından ve göğsünden vurulmuştu. Yattığı yerden güçlükle arkadaşı Memet’in ellerinden tuttu.
“Vu vu vuruldum !” diyebildi “Namussuzlar pusuda beni bekliirmiş !”
Mehmet şaşkın bir halde telaş içindeydi. Bundan önce bir olaya rast gelmişti ama o çatışma değil mayınlı pusuydu. Bir okulun duvarının önü kazılıp mayın konmuştu. Askeri araç geçer iken patlatılmış Allah’dan o zaman ölüm olmamış iki asker arkadaşı ayağından şarapnel parçalarıyla yaralanmıştı.
Oysa şimdi en sevdiği arkadaşı can vermek üzereydi.
Mehmet, kendi yaralı ayağını bile unutmuştu. Yusuf’a;
“Sen konuşma !” dedi. Sonra da cebinden bir mendil çıkarıp Yusuf onbaşı’nın kan akan boynuna sardı.
Yusuf;
“Ölirem ! Biliyom ölirem gardaş !” diye tekrarladı. “Anama öldüğümü söylemeyin ! Garibin gözleri zaten kurudu, görmez, bir de kalbi kurursa !!! “
“Gardaşım yaşayacaksıın !” diye bağırdı Memet “Sıhhiye şimdi gelir !”
“Gelse de kar etmez gari. Ölürsem beni buraya gömün”
“O nasıl söz gardaşım ! Öyle şey olur mu ? Seni…”
“ Memed, bana yalan söyleme. Sen de biliyon ki yaram derindir. Bana söz ver; anama gideceksin !. Ona de ki; ben geldim. Oğlun Yusuf geldi ! Sesimiz çok benziir ; anam seni ben sanır, sarılır, koklar. Cebinde kekik götürmeyi unutma ! Tenin kekik kokarsa hiç şüphesi kalmaz. Anamın yüreği söğüt dibinde kaynayan pınar gibidir; ne kadar içersem iç doymazsın. Memed söz mü ? Anama gidecen değil mi ?”
Mehmet, Yusuf’un gözlerine baktı; Ay ışığının altında feri bitmekte olduğunu gördü. Asker kepini çıkarıp yere vurdu.
“Gideceğim “ dedi. “Söz, gideceğim amma sen yaşayacaksın ! Birlikte arkadaşın Nihat’ın yanına gideceğiz. Diyeceğiz ki; Nihat biz geldik ! Sonra kendi aramızda maç yapacağız ! Birkaç çalım; Oh be ! Kral Nihat yerlerde ! Nihat bir tepsi baklava alacak. Boğaza nazır bir tepede güle oynaya yiyeceğiz ! “
Nevşehirli asker Mehmet arkadaşının yanında konuşurken ağlıyordu.
“Belli mi olur, Nihat seni takıma bile aldırır. Güzel futbol oynuyon.. Beşiktaş senden iyisini mi bulacak ? Olmadı cimbom’a gidersin. Senin adamı ters tarafa yatıran çalımın var ya ! Lan oğlum sen en kral futbolcusun !”
Yusuf onbaşı zor konuşuyordu. Sesi derinlerden gelir gibiydi;
“ Memed kardeşim ! Kendini de beni de kandırma; bilirim birazdan öleceğim !”
“Yaşayacaksın !” dedi başka bir ses “Gurban sen yaşayacaksın !”
Bunu söyleyen Çorumlu çavuştu. Takviye birliğin içinde o da vardı.
Yusuf onbaşı, baş ucunda Çorumlu çavuşu görünce başını topraktan kaldırır gibi yaptı.
“Çavuş “ dedi “Maç kaç kaç ?”
Çavuş bir an Yusuf’un ne demek istediğini anlamadı. Anladığında ise göz yaşları içinde bağırdı;
“ Maçı aldık oğlum ! Hem de iki bir biz kazandık !”
Yusuf onbaşı’nın yüzünde bir gülümseme belirdi; bir yıldız gözlerinde parlayıp söndü.
“Golleer ?” dedi.
“Golleri Nihat attı ! Senin arkadaşın attı ! “
Bunu duyan Yusuf onbaşı başını usulca toprağa koydu ve;
“Memed “dedi “İddiayı kaybettin. Gplleri Nihat atmış !” Yusuf bir an durdu; nefesi boğazında tıkanır gibiydi. Son bir gayret sarf ederek;
“Helal olsun çocuklar ! “ dedi “Yusuf size gurban olsun ! “ dedikten sonra gözleri usulca kapandı ve bir daha açılmadı.
Çorumlu çavuş ise Yusuf onbaşı’nın kendine gelsin diye yakasından tutmuş hıçkırıklar içinde bağırıyordu. Sesi gecenin bir yarısı karanlığı yırtıyordu.
“Maçı aldık oğlum ! Maçı iki bir biz aldık ! Şimdi ölme zamanı değil ! Şimdi sevinç zamanı ! Hadi kalk aslanım ! Nihat’ın yanına gideceğiz ! Diyeceğiz ki; Nihat biz geldik ! Çocukları sevinçten sokağa döktünüz ya, size helal olsun diyeceğiz ! Hadi aslanım kalk ! “
…
Ne yazık ki Yusuf onbaşı gayrı başka dünyadaydı. Ne arkadaşı Nevşehirli Memet’i, ne de Çorumlu çavuşun hıçkırıklarını duyuyordu. Ay, koyu bulutlardan sıyrılmış, şavkı Yusuf onbaşı’nın yüzüne yansıyordu.
Yusuf’un yüzünde belli belirsiz ince bir tebessüm vardı; maçı kazanmanın zafer tebessümü.
.
Gerçek ise farklıydı; Türkiye o gece maçı iki bir kaybetmişti.. Çorumlu çavuş şehid Yusuf’a bilerek yalan söylemişti.
…
Yıldızlar ardı sıra bir bir çıktılar. Bir yıldız şavkıyarak askerlerin bulunduğu tepeye doğru kaydı. Diğer bir yıldız ona nisbet yaparcasına ardısıra sağdı. Tüm yıldızlar bir bir Yusuf onbaşı’nın şehit olduğu tepeye sağdılar. Yıldızlar ince ve uzun beyaz bir renk oluşturdular. Sanki birini içlerine almak ister gibi o tepede dolanıp duruyorlardı. Bir süre sonra aradıklarını bulmuş olmalılar ki tüm yıldızlar hep birlikte tekrar göğe yükseldiler.
Doğa eski haline bürünür iken Ay’ın rengi solmuş, yıldızlara hüzünle bakıyordu.
Her yürekte bir sevda yatar. Hikayemizde o sevdalardan birini anlatacağız..Ne kadar gerçek tam olarak bilmesekde bize düşen yaşanmış her sevdaya saygı duymak gerek diye düşünüyorum.
İşte Nar da gizli kalmış o unutulmaz deli dolu aşk hikayes;
…
Yıllar önceydi; Nar da ortaokul olmadığı için Halil Can Nevşehirde orta üçe gidiyordu. Yaşı küçük olsada uzaktan gören onu yakışıklı, boylu poslu bir delikanlı sanırdı. Genç Halil Can bir taraftan derslerine çalışırken diğer yandan o zamanlar küçük bir yer olan Nevşehirde simit fırınlarının önünde avare avare dolaşır ve cebinde şayet parası varsa bir simit alır Nar’ın toprak yolundan yürüyerek eve gelirdi.
Bir gün Halil Can okul çıkışı simit fırınının önünden geçerken çok acıktığını hissetti. Elleriyle ceplerini yokladı; kahretsin ! Cebi bomboştu. Oysa canı öyle çok simit çekmişti ki..Para alacağı bir tanıdık var mı diye etrafına baktı; kimse yoktu. O sıra fırının yan tarafındaki taş binanın penceresinde saksıları sulayan kendi yaşlarında bir kız gördü. Kızın gözleri bahar mevsimlerinde açan menekşe rengiydi. Halil Can heyecanlandı; ne yaptığını bilmeden kıza baka kalmıştı. Kız ise ona gülümserken başındaki saçlarını kapatan beyaz tülbenti beni iyi gör dercesine yana çekti. Halil Can’nın aklı başından gitmişti. O an kumral saçlı, menekşe rengi gözlü kıza aşık oldu. O gün eve nasıl gittiğini bile bilemedi. Küçük kalbi güm güm vuruyor, vücudunu ateşler basıyordu.
…
Ertesi gün, daha ertesi menekşe rengi gözlü kız Halil Can’ın okuldan çıkmasını bekler gibi aynı saatte pencere kenarındaki çiçekleri suluyordu. Her iki genç içinde aşk bacayı sarmıştı..Bir gün kızın annesi bu durumun farkına varmış olmalı ki menekşe gözlü kız bir hafta, on gün kadar pencerede görünmedi. Halil Can için hayat durmuş gibiydi. Geceleri bile Nar’dan yürüyerek kızın penceresi altına geliyor fakat perde bir türlü açılmıyordu.
Halil Can tam umudunu kaybetmişti ki ayakları önüne bir taş düştüğünü gördü. Taşa bir kağıt sarılmıştı. Halil Can kağıdı elleri titreyerek açtı. Yazılanları okuduğunda ise yüzü bembeyaz olmuştu. Kağıtta menekşe gözlü kız şöyle diyordu;
“Annem birbirimizi sevdiğimizi gördü. Bana her şeyi yasakladı. Birkaç gün sonra beni Niğde’ye halamın yanına gönderecek. Adres Kayaardı… bilmem nere…Seni seviyorum”
Halil Can’ın başından aşağı kaynar sular döküldü. Elindeki kağıdı hırsla sıktı sıktı.. Pencereye baktı; tül perde hafiften kımıldasada sevdiği görünmüyordu. Bir süre daha fırın yanında bekledi; akşam olmak üzereydi, ne gelen vardı ne giden, Halil Can tarifsiz hüzünler içinde Nar yolunu tuttu.
…
Menekşe gözlü kızın dediği doğru çıkmıştı; birkaç gün içinde annesi onu Niğde’ye götürmüştü..Halil Can okul biter bitmez bir yerden dolmuş parası bulup Niğde’ye gitti. Kızın yazdığı adresi bulmuştu ama evleri bir bağ içinde ve iki azgın köpek vardı..Tüm hevesi kursağında kaldı, onunla görüşemeden geri döndü.
…
Aradan altı, yedi ay geçti; Halil Can Nar’dan salatalık toplamış Niğde’ye götürmüştü..Bu sefer menekşe gözlüsünü görmeye kararlıydı. Bağ evinin karşısındaki tepeye gidip oturdu. Bir süre sonra kız halası ile kapıda göründü. Pazara gidiyor olmalılar ki ellerinde Pazar çantası vardı. Halil Can hala ve kızı takip etti. Pazar yerinde bir punduna getirip kızın eline dokundu. Kız ürkerek elini çekti ve usulca
“Beni nişanladılar “ dedi.
Halil Can dona kaldı. Pazarın tam ortasında canlı bir heykel gibi duruyordu. Tüm hayalleri birden silindi. Sevdiği, uğruna canını bile vereceği menekşe gözlüsü elden gidiyordu. Kendini çabuk toparladı; kızın yanına bir daha vardı. Kızın gözlerindeki korkuyu görünce durumu anladı.. Salatalıkları Pazar yerinde bırakıp Nar’a döndü.
…
Narlı Halil Can yaşam direncini ve içinde büyüttüğü sevdasını hiç bırakmadı; sınavda başarı gösterip polis oldu.. Fakat hayatın cilvesi devam ediyordu; polis olduğu yerde amiri yani komiser sevdiği kızın kocasıydı..Tesadüfün ancak böylesi olabilirdi. Halil Can'ın başından aşağı kaynar su döküldü. Ve hiç düşünmeden emniyet müdürünün yanına varıp rozetini çıkarıp masaya koydu;
"Müdürüö" dedi "Ben polislikten istifa ediyorum"
Müdür;
"Etme !" Yapma ! Bu işten daha iyisini bulamazsın !" desede Halil Can kafaya koymuştu, istifa edecekti ve öyle de yaptı. Çok sevdiği mesleği bırakıp tekrar Nar'a döndü.
...
Aradan yıllar geçti; Halil Can o menekşe gözlü kızı hiçbir zaman unutmadı. Evlilik çağı gelmiş ama evlenmiyordu. Çünkü evleneceği kızın gözleri sevdiğine benzesin istiyordu. Bir gün sevdiğinin gözlerine benzeyen menekşe gözlü bir kız buldu ve onunla evlendi. Ondan güzel çocukları oldu..Aradan yine yıllar geçti. Halil Can bir gün o sevdiği kızın hastalanıp öldüğünü ve kızının Niğde Ziraat Bankası’nda çalıştığını duydu. Gençlik heyecanı yüreğine güm güm vuruyordu. Kız acaba annesine benziyor mu ? diye düşündü. Merakını yenemedi ve bir gün otobüse atladığı gibi Niğde'ye gitti.
Halil Can bankaya girip tanıdık bir sima aradı. Gişedeki genç kızı görünce sıcak bir şey kalbine doğru aktı.
“Aman Allah’ım ! Annesine ne çok benziyor “ diye söylenip gişeye yanaştı
“Beyefendi buyurun !” dedi kız.
“Pa pa para yatıracaktım da !”
Genç kız menekşe gözlerini ilk defa gördüğü bu yabancıya dikip;
“ Tabi, olur. Hani para ?”
Halil Can telaş içinde ceplerini karıştırdı. En sonunda bulmuş olmalı ki bir tomar parayı elleri titreyerek kıza uzatı.
“Kaç para ?”
“….!!!”
“Beyefendi beni duymadınız ! Kaç para dedim ?”
“Bi bi bilmiyom. Siz sayarsınız”
Genç kız gülümseyip kendisine uzatılan parayı saymaya başladı.
Halil Can ise kızı süzüyor, annesine ne kadar benzediğini bulmaya çalışıyordu. Benzerlik hoşuna gitmiş olmalı ki gülümsedi. Sırtından büyük bir yük kalkmışçasına rahatladı. Çünkü bu kızın gözleri gençlik yıllarında gönlünü kaptırdığı menekşe gözlü annesine öyle çok benziyordu ki..
İşlemler bitince bankadan hüzünle çıktı. Nevşehir arabasını bekledi. Bir süre sonra araba gelince bindi ve son defa bankanın bulunduğu yere baktı;
“Eyvallah sevdiğim kadının çocuğu !” dedi “Bir daha seni görür veya göremem, bana eyvallah !”
İçi buruk bir vaziyette Nevşehir'e döndü.
Halil Can'ın bir kızı dünyaya gelmişti. . Ve adını bir zamanlar gençlik yıllarında sevdiği kızın adını koydu.
Ol hikaye budur.
…
Bize düşen mi ? O güzel insanları rahmetle analım ve onlara yakışan şiire dokunalım;
...
Mona Roza siyah güller ak güller
Gülcenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aah ! Senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller.
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona anla ben öteliyim
Açma pencereni perdeleri çek !
……………..Sezai KARAKOÇ
…
Kaynak : Meral Tuzköylü Aykutalp
Nevşehir - Halil Can'ın Taskobirlik'den mesai arkadaşı.
Habibe kadın hasta yatağında yatan küçük kızının kanı çekilmiş solgun yüzüne baktı; içinde yanardağdan henüz çıkmış kızgın bir lav dolaştı. Ciğeri yanıyordu; kızı her zaman ki soruyu sormuştu. Ona her seferinde “ Evet, tabi ki var kızım” der sonra diğer sorulara yanıt vermeye çalışırdı. Kızının adı Cennet idi. Cennet kız cenneti çok seviyor olmalı ki “Cennet” lafını duyunca gözleri ışıl ışıl yanardı. Babasını işten attıklarından bu yana kuruşa muhtaç bir hayat yaşıyorlardı. Bir de kızının kanser hastası olması onları tamamen yıkmıştı. Doktorların söylediğine göre kızı Cennet’in kısa bir ömrü kalmıştı. Son görüşmelerinde ise doktor Salih şöyle demişti;
“ Bacım Allah’dan umut kesilmez fakat kanser her yana yayılmış maalesef” demiş sonra susmuştu. O günden sonra Cennet kızın yanında onun hastalığı hakkında kocası Hilmi ile bir daha hiç konuşmadılar. Nasıl konuşsunlar ki elleri, ayakları, gözleri ve ciğerleri yanıyordu. Kocası Hilmi belki bir iş bulurum umuduyla bugün yine evden dışarı çıkmıştı. Komşuların verdiği birkaç parça ekmek naylon poşette öylece duruyordu. Cennet kız bişey yemiyor, içmiyor, o yemedikçe kendileride yemiyordu. Nasıl yesinler ağızlarına aldıkları her lokma boğazlarında taş gibi takılıp kalıyordu.
Cennet kız her zamanki sorularını annesine tekrar yöneltti;
“ Cennet de bal olur mu anne ?”
Habibe kadın kızına bakıp zorla gülümsedi;
“Olmaz mı heç !! Hemi de kovan kovan bal olur”
“Kaymak ?”
“ Oooo, istediğin kadar”
“Cennet de Pambişler de olur mu ?”
Kızının çok sevdiği kedisi Pambiş geçen yıl ölmüştü.
“Aah bir görsen kızım ! Bir görsen; oradaki Pambişleri öyle çok seversin ki “ dedi
Bu lafı duyunca Cennet kızın feri yitik gözleri canlanır gibi oldu;
“Ne güzel !” dedi “Cennete gidince hepsiyle arkadaş olur, oynarım”
“Oynarsın “ dedi Habibe kadın. Sesi boğazından zor çıkmıştı. Kızgın bir demir dilini yakar gibi oldu; gözlerine hücum eden baraj kapaklarını sıkı sıkı kapadı.
Bunu fark eden Cennet kız ;
“Anne, niçin dişlerini sıkıp dudaklarını ısırıyorsun ki ? Ben yakında zaten cennete gideceğim. sevinmelisin. Hani babam ve sen derdin ya cennet çok güzel bir yer diye.. Hem babamın orada işi de olur, kimseye muhtaç olmayız.. Kimse orada iftira atmaz, babam , sen, ben ve Pambiş mutlu bir hayat yaşarız..Yaşarız değil mi anne ?”
Habibe kadın gözlerini zorlayan baraj kapakları açıldı; iki kızgın lav yanaklarına doğru aktı;
“Evet yavrum !” dedi “Orada mutlu bir hayat yaşayacağız”
Cennet kız küçük elini annesinin yanaklarına uzatıp akan yaşı sildi.
“Anne, ne olur göz yaşlarını benden gizleme..Bazı geceler babamla konuşurken ağladığınızı duyuyorum. Benim için çok üzüldüğünüzü söylüyorsunuz. Ne olur üzülmeyin. Hani cennete giden çocuklar melek olur derdin ya ! Ben melek olacağım değil mi anne ?”
“Evet, hem de kanatlı melek !”
“Ah, ne güzel ! Kelebekler gibi uçarım ! Çiçekten çiçeğe, gülden güle ! O zaman sen hiç ağlamazsın; ardımsıra bakar kah kahalarla gülersin.” derin bir nefes aldı. Cennet kızın nefesi boğazından zor çıkmıştı.Birkaç kez kesik kesik öksürdü ve devam etti;
“Anne, ben gülmeyi unuttum, şimdi öyle çok özledim ki “
Habibe kadın hıçkırıklar içinde kaldı. Gözlerinden akan yaş elindeki mendili sırılsıklam yapmıştı. Kızına bir şey diyecekti ki kapı açıldı; kocası Hilmi elinde küçük bir market poşetiyle içeri girdi.
“Babaaa !” dedi Cennet kız. “Yoksa iş mi buldun ?”
Hilmi bey karısının ıslak gözlerine baktı; durumu anlayınca;
“Evet gelincik” dedi. Hilmi bey kızına oldum olası gelincik derdi. “ Bir inşaatda gece bekçiliği yapacağım. “
“Aah ne güzel ! Baba en sonunda bir işin oldu.” deyip sevindi kızı. Sonra babasının elindeki poşeti görünce;
“Baba bana ne aldın ?”
“Bisküvi, en sevdiğin çikolatayı ve bir de Pambiş”
dedikten sonra tüylü oyuncak kediyi kızına uzattı.
“Kızım bu çok güzel ! Aha şu düğmeye bastığında kedi gibi miyavlıyor”
“Ah baba ! Dediğin gibi Pambiş de pek güzelmiş. Çok teşekkür ederim. Baba paran var mıydı ?”
Hilmi bey yutkundu.
“Şey !” dedi “Hani marketci Memed abin vardı ya, hah işte ondan aldım”
“Çok güzelmiş.”dedikten sonra annesine dönüp;
“Anne, ben cennete Pambiş ile gitmek istiyorum”
Habibe kadın kızına sımsıcak sarılır iken;
“Yavrum “ dedi “Sen nasıl istiyorsan öyle olsun !”
Cennet kız annesinin bu lafı üzerine kucağındaki oyuncak Pambiş’e gerçeğine sarılır gibi sarıldı.
…
O gece Cennet kızdan hiç ses seda çıkmadı. Başka zaman olsa ağrılarından uyuyamazdı. Aile “Her halde sevinçten uyuya kaldı” diye düşündü. Sabah olup oda kapısını açtıklarında Cennet kız cennete gitmiş bir halde cansız yatıyordu. Kucağında ise babasının aldığı oyuncak Pambiş’i vardı. Annesi Habibe;
“Yavruuum !” diye üstüne kapandı. “Yavrum gitmiş !”
…
Acı haber tez duyulur derler; haberi duyan eve gelmeye başladı.
Biraz sonra iki polis geldi. Polisler kapı önünde bekleyen kalabalığı görünce bir anlam veremedi.
“Hilmi Eken’in evi burası mı ?”dedi bir polis.
Kapı önünde başı önde, yıkılmış bir vaziyette oturan Hilmi bey ayağa kalkıp;
“Veli” dedi “Buradan hemen gidelim. O namussuz marketçiye söyleyeceklerim var”
“
Sevgili dostlar çok zor günlerden geçiyoruz. Bu bir kısa hikaye fakat kimi zaman gerçeğine şahit oluyoruz. Kainatı Yaradan ülkemizin ve çocuklarının yardımcısı olsun !
O güzel insanlara şu kadarcık ince bir dil olabildiysek ne mutlu bize..
Hafta sonları uykunun ve dinlenmenin günleri olsa da bu sabah ezanından sonra beni uyku tutmadı. Günün planlamasını kafamdan yaparken birden ruhumu içimden hiç de eksik olmayan memleket hasreti sardı. Kulağıma sabah namazını kılmış, sobanın kovasını değiştiren anneannemin elinden gelen hassasiyetle, biz uyanmayalım diye takırtı yapmadan değiştirdiği soba kovasının sesi geldi. Ardından havalandırılmış odada soğuğu hissederek yorganın içine kaçtığım o keyifli titremem geldi. Ardından huzur veren bir gümbürtüyle sobadan dil çıkaran yalazın, alacakaranlıkta tavana vuruşunun verdiği ve içimde mutluluk uyandıran huzurla yeniden uykuya dalışım..
Uyanırken anne ve babamın sessizce başımızda bizim uyanmamızı bekledikleri cümle odasında onları ve dedemi görünce hafiften şımarık bir mutluluğun tüm benliğimi sardığı an.
Annemle anneannemin hazırladıkları koca koca kesilmiş ve üzerine tuzu sonradan atılmış patatesi de içeren o caaanım kahvaltı.
Kahvaltıdan sonra adeta onların da torunları olduğum gibi bir duyguyla karşı komşumuz Bıyıkoğullarına günlük rutin olarak yaptığım nezaket ziyareti. Bu ziyaretten en çok aklımda kalan ve hiç unutamadığım Besime Nene’min ( Nur içinde yatsın—Adını andıklarımın hepsi nur içinde yatsınlar.) Sabah erkenden sobanın üzerine koyduğu içinde kurutulmuş kaburgayla pişen ve tüm odayı kokusunun sardığı yemek. Büyük bir görüş açısı olan pencerelerinden damlardan ve çatılardan sarkan buzları, dizboyu olan karı, şimdilerde çok da hasret kaldığımız manzaraları izleyip, Besime Nene’min elinde patik örerken torunu Mehmet’e söylediği maniler..
“Işıl ışılım, alım yeşilim, dalga dağıtanım, ciğer soğutanım, malım mülküm, samur kürküm, altınım burmam , anam babam, bi dene Memmed’im.”
Eve döndüğümde, evin yumuş uşağı olarak her gün orta mahalleye gitmek zorunda olduğum giderken de ayaklarımın kara her basmasıyla duyduğum gıcırtıdan ve varsa gördüğüm her buzu kırdığımda işittiğim çatırtıdan aldığım zevkle geçen kısa yolculuğum. Şimdilerde pek de kolay yapamadığımız en güzel kış sporu işte. Her gün orta mahalleye git gel..
Derken eve döndüğümde kış kuruları ile yapılmış anneannemin muhteşem yemeklerine ve güzel turşularına hiçbir hastalık ve kilo alma endişesi olmadan ailece yumuluşumuz.
Çocuğum işte.. Sadece yiyip içip geziyorum. Yemekten sonra bulaşık yıkama derdim yok temizlik derdim yok. Yemekten sonraki keyfim, dedemin dizine yatıp onun saçlarımı okşaması ve beni sevmesi.
Sobalı bir evde kış günü odadan dışarı çıkıp,soğuktan titremenin zevki ne büyükmüş de bilememişim.
Hafta sonuna temizlenmiş ve sıcacık, kaloriferli bir evde girsem de mazideki doğal yaşamımın keyfine ermek ne mümkün.
İçimden özlemini bir türlü atamadığım Çocukluğumdaki hayatım mıydı yoksa çocukluk hayatımı dolduran büyüklerim miydi? Bence önce büyüklerimiz sonra da kaybettiğimiz değerlerimiz.. Ama hep söyledigim bir şey var:
” Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler.”
Tüm ifadeler:
90Sen, Ali İhsan Sarıhan, İlknur Gevrek Emmiler ve 87 diğer kişi
Burnu sümüklü bir çocuk hem koşuyor, hem de elinde ki saman sarısı rengi zarfı düşürmemek için sıkıca tutuyordu. Çocuk pervazları çürümüş Zazaların ahşap kapının önüne gelince durdu;derin bir soluk aldı ve kapı tokmağını hızlı hızlı vurmaya başladı;
“Emine ablaaa ! Benim ben, Memed ! Kapıyı aç hele ! ”
Emine gelin kayadan oyma damın önündeki toprağı temizliyordu. Sesi duymuştu ama sanki oralı değilmiş gibi süpürmeye devam etti.Emine gelin burnu karnında hamileydi.
Her hamile kadın gibi son günlerde iyice duygusallaşmış, her şeyi ters anlar olmuştu. İçinden bir ses bu çığrtkan çocuğun iyi bir haber getirmediğini söylüyordu. Yan tarafda ahır önündeki tezekleri kürekle çeken kocasına seslendi;
“Derviş ağa biri çağırır; Get hele bi bah !”
Kocası Derviş boyu ufak tefek olmasına rağmen iş canlısıydı. Evde iş yapmadan durmazdı. Genç Derviş elindeki boklu küreği duvara yaslarken karısına ters ters baktı.fakat bir şey demeden kapıya yöneldi.
Kapının tahta gorasını hızlıca çekti; karşısında soluk soluğa kalmış komşu çocuğu Memed’ı görünce
“Ne var ula ?” dedi “Ne böğürüp duruyon ?”
Çocuk elindeki sarı zarfı Derviş’in ayak ucuna atıp kaçtı.
O an Derviş’in yüzü sarı zarf gibi oldu. Çünkü sarı zarf demek savaş demekti. Seferberlik demekti.Çocuğun attığı zarfı alıp usulca açtı.Osmanlıca pek iyi bilmesede zarfta yazılanları okuyabilmişti. Harp ilan edilmiş ve kendisinin Niğde karargahına teslim olması emrediliyordu. Kapıda öylece kala kaldı. Ta ki karısı Emine’nin sesi gelinceye kadar
“Yav adam, oraya kapı tokmağı gibi ne yaslanırsın ! Kimmiş o ?”
Derviş karısına tam cevap verecekti ki Emine onun elinde ki zarfı görünce olduğu yere çöküverdi.
“Vay anaaam ! “ dedi “Derviş’im seni mi çağırırlar ?”
Derviş karısına ancak ,
“He ,beni çağırırlar “ diyebildi. O da kapının önüne çöküp yamalı cebinden bir tabaka tütün çıkarıp sarmaya başladı..
Çocuk gittikten sonra derin bir sessizlik hakim olmuştu. Hani sinek uçsa kanat sesi duyulur derle ya işte öylesine.. Bu sessizliği Emine gelin bozdu. Emine gelin kocasından daha cesur olmalı ki şişkin karnını tutarak ayağa dikiliverdi;
“Derviş’im” dedi “Garnımda çocuğun var. Kaderde varsa birlikte büyütürüz..Ola ki yoksa Allah yardımcım olur. Dönersen ne ala ! Dönmezsen çocuğuma baban şehid oldu der, sarılıp sarılıp ağlarım“
Derviş karısına bakıp gülümsedi. Genç Derviş gülümsediğinde yüzü çocuk yüzü gibi oluyordu. Ayağa usulca kalkıp karısının yanına vardı. Elleriyle onun oyalı yemenisinden taşan üzüm siyahı saçlarını okşadı.
“Emine’m” dedi “ Alnımda ki yazgıyı silemeyiz !. Vatan bana muhtaçsa gideceğim !”
Zazaların Derviş elindeki sarma tütünden derin bir nefes çektikten sonra,
“Döneceğim Emine’m ! İçimden bir ses döneceksin diyor. Mutlaka döneceğim !Beni bekle emi !”
Sarıldılar; İki yürek birbirine öyle sarıldı ki dağ olsa ortadan yarılır, nehir olsa yatağında taşardı.Onlarınki işte böyle bir sevgiydi.
...
Ve gidiş o gidiş; Zazanın genç Derviş evden çıktı. Niğde karargahına güç bela vardı ve oradan cepheye sevk edildi. Çanakkale ve Yemen cephesinde savaştığını biliyoruz.. Osmanlı askeri Yemen de iki cephede birden savaşıyordu; Bir tarafta isyancı YAHYA ve diğer tarafta Basra’dan gelen İngilizler..
Yemen de Osmanlı askeri perişan bir haldeydi. Ekmek, su, erzak yoktu. Düşmanla savaşacak ellerinde silah bile çok azdı..Ayaklarındaki kundura, çarık lime lime olmuş patlamıştı. Yaralı ayaklar çölde kangren oluyor, donanım eksikliği ve hastalıktan asker kırılıyordu. Bu şartlar altında Zazanın Derviş yılmadı, mücadele etti..Ve birgün bir çarpışma sonrası İngilizlere esir düştü.
İngilizler esir Türk esirlerini kendi sömürgeleri Arakan’a götürdüler. O esirlerin içinde Zazalar’ın Derviş'de vardı.
Derviş onbaşı Arakan da yıllarca esir hayatı yaşadı. Yanındaki arkadaşların çoğu koleradan, vebadan öldü.Kendiside hastalandı ama ölmedi. Bir gün bir İngiliz hemşire yanına geldi. Ona içmesi için bir şurup verdi.Fakat nedense İngiliz hemşire diğer hastalardan ziyade genç ve yakışıklı bu Osmanlı askeriyle daha çok ilgileniyordu.Hemşire bir gün;
“Osman !” diye ona seslendi
Derviş, bu gevur gızının ne demek istediğini anlamamıştı
“Ben “ dedi “Ben Derviş !”
Hemşire gülümsedi. Çat pat Türkçesi ile;
“ Ha ha hayır ! Sen Osman !” deyince bu sefer Derviş gülümsedi
“Anladım. Ben Osman ! Tamam !” dedi
O günden sonra sarı saçlı İngiliz kızı Derviş ile daha çok ilgileniyor ve ona cilveler yapıyordu.Bu ilgi İngiliz subaylarını kıskandırsa da kız oralı bile olmuyordu. Kızın adı Almira idi. Gönüllü hemşireydii. Gönüllü olduğu için subaylar ona fazla ses çıkaramıyordu.
Almira, Derviş iyileştikten sonra bile onunla ilgileniyor, ona yiyecek temin ediyordu.
Almira bir gün ona şöyle dedi;
“Osman, ben seni seviyor !”
Zazaların Derviş bunu zaten tahmin etmişti.Kıza ne diyeceğini şaşırdı. Nar da ki güzel karısı Emine hiç aklından çıkmamıştı. En zor anlarında bile Emine aklından hiç çıkmamıştı. Derviş karısına deli gibi aşıktı. İngiliz hemşirenin yeşil gözleri çok güzeldi belki, endamıda güzeldi fakat Emine onun için başkaydı. Derviş’in kırmızı yanakları iyice kızardı. Hemşireye ne diyecekti ? Düşündü ve doğruyu söylemekte karar kıldı;
“Almira” dedi “Ben evliyim !”
Almira sarı lüle saçlarını parmaklarıyla çekiştirdi. İnce dudaklarını ısırdı. Belli ki bu cevaba üzülmüştü. Zorla gülümsedi
“Sen evlisin ?”
“Evet” dedi Derviş onbaşı."Ben karımı seviyor !"
Almira ayakta öylece put gibi duruyordu. Derviş’e ne bir şey söylüyor, ne de bir hareket yapıyordu. Yeşil gözlerinin kirpik altları ıslandı; iki damla yaş yanaklarına aktı. Derviş’e hiçbir şey söylemeden döndü ve gitti.
O günden sonra güzel hemşire Almira’yı kimse görmedi. Birkaç gün sonra bir İngiliz subayı esir Derviş onbaşı’nın yanına gelip usulca
“Almira Basra’ya gitti “dedi.
Közlenen bir aşk olgunluğa ermeden bitmişti.Derviş onbaşı teneke kaplamalı esir koğuşundan dışarı çıkıp Almira’nın kendisine getirdiği uzun sigarayı yakıp derince çekti..”Kader !” diye söylendi.”Alın yazım böyleymiş !”
Gözleri Anadolu toprağına baktı; bomboş bir gökyüzü'nden başka hiçbir şey görünmüyordu. Vatandan ayrılalı kaç yıl olmuş unutmuştu. On beş yılı geçmiştir diye düşündü. Dile kolay en az on beş yıl. Gelen haberlere bakılırsa Mustafa Kemal orduyu toplamış karşı taaruza geçmişti. Anadolu Kurtuluş Savaşı veriyordu. Ya kendisi gibi esir olanlar ? Elleri kolları bağlı hiçbir şey yapamıyorlardı. Gözleri nemlendi; Ne zaman duygulansa gözleri nemlenir çocuk gibi ağlardı. Şimdi de öyle olmuş, ağlıyordu.
“Aah Almira !” diye söylendi “Keşke sevmeseydin “
Derviş onbaşı yırtık çarıklarını sürüye sürüye koğuşa girerken kendi kendine söylendi,
“Ah ulan Derviş ! Vatan mahzun, sen mahzun !”
...
…..
Aradan bir kış daha geçti. Zazaların Derviş güzel Almira’yı unutmuştu unutmasına ama bazen aklına gelince bir “Aaah !” çekmeden edemiyordu. Yine bir gün esir kampında ki çalışma alanına giderken bir İngiliz askeri ona bir mektup uzattı. Mektup Osmanlıca yazılmıştı. Bu mektup ona Almira’nın bir arkadaşından geliyor ve şöyle diyordu,
“Derviş Osman, Almira maalesef koleradan öldü. Ölmeden önce sana bir mektup yazmamı ve onun seni çok sevdiğini iletmemi istedi…”
Derviş mektubu okuyamadı..Toprağa gözlerinden birkaç damla yaş düştü.. Yaşlar çoğaldı sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Kaderde yaşanacaklar varsa yaşayacağız !”
O gün çalışma kampında ki işleri bitmiş koğuşa dönmüşlerdi. Derviş kederler içindeydi. O sıra bir esir arkadaşının sevinçle bağırdığını duydu;
“Bizimkiler savaşı kazanmış ! Cumhuriyet ilan etmişler ! Yakında esir değişimi yapacaklarmış !”
Zazaların Derviş bu sefer sevinçten hüngür hüngür ağlıyordu.
.....
…
O gün Anadolu da kavurucu yaz sıcağı vardı. Kara bulutlar sıyrılmış Güneş olanca haşmetiyle kendini göstermişti. Bir zamanlar kendine ağlayan topraklarda şarkılar söyleniyor, ozanlar saz çalıp türküler söylüyordu.
Dağ yamaçlarında yeşil çimenlerde kuzular oynaşırken çobanlar uzun kanatlı kuşlara el sallayıp sevdiklerine selamlar gönderiyordu.Güzel Anadolu toprakları Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle sanki bambaşka bir dünyaya girmiş gibiydi.Anaların gözyaşı dinmiş, çocukların baba hasreti bitmişti. Cephelerde şehit olanlar ve geri dönmeyenler hiçbir zaman unutulmamış, anma törenleri düzenlenmişti.Doğa yeniden yaratılmışçasına çok güzeldi.
Aynı durum Niğde’ye bağlı Nar Köyü’n de vardı. Kaya kertiklerine tutunmuş güvercinler bir birine sokulmuş sohbet eder gibi telaşlı başlarını sağa sola çeviriyor, ötüyor ve neşeli bir şekilde kanat çırpıyorlardı. Pal bir güvercin olacakları bilircesine havalanıp taklalar atmaya başladı. Bir diğeri, bir diğeri daha..Pal güvercinlerin hepsi havalanıp taklalar atıyor bir sermoni gösterisi yapıyorlardı.
Ahşap kapısı kırık kayadan oyma evin duvarında uzun kuyruklu bir kertenkele at böceğini yakalamak için pusuya yatmış bekliyordu. At böceği pusudan habersiz taş duvarın aralığından çıkmış kertenkeleye doğru yavaş yavaş yaklaşıyordu. Kertenkele avının yaklaştığını görünce heyecanla başını kaldırdı; tam böçceği çevik bir hareketle yakalayacakdı ki kapının tokmağı “Güm güm !” vuruldu. Kertenkele korkuyla kaçtı.
“ Gııız Emine ! Ben geldim !”
“…..!”
“Gıızz duymadın mı ? Ben geldim ! Derviş’in geldi !”
Evin kaya odasının kapısının gıcırtıyla açıldığı duyuldu. Kadın sesi
“Sen de kimsin ?” dedi
“Benim ben ! Derviş’in”
“Derviş öldü ! Seni tanımıyom !”
“Gıız, aç şu kapıyıda gör !”
Ayak sesleri yaklaştı ve kapı usulca aralandı; ve yaşmaklı bir bayanın başı göründü. Kadının kapıyı açmasıyla kapaması bir oldu;İçerden
“Sen Derviş değilsin !” dedi telaşla
Derviş onbaşı şaşırdı..Başından aşağı buz gibi bir suyun döküldüğünü hissetti. Biricik aşkı, sevdiği hasretiyle yandıüıi kadın onu tanımamıştı.İçinden bir La havle çekti;. Tekrar kapının tokmağını vurup bağırdı
“Gıız benim ! Derviş !”
“Senin Derviş olduğuna inanmıyom ! Şayet sen Derviş isen Bekirlerin İbraam Ağa’yı bul, o desin nanayım. Yohsa şimdi benim oğlan gelir gafanı taşla gırar !”
Derviş onbaşı kapıda öylece kalmıştı..Karısı Emine’nin huyunu bilirdi; Kapıda beklemek nafile diye düşündü ve geri dönüp hızlı adımlarla Bekirlerin evine doğru yürüdü..
Bekirlerin İbrahim kapının önünde tavuklara çürük buğday taneleri atıyordu. Derviş onbaşı’ya göz ucuyla şöyle bir baktı; umursamadı
“Selamınaleyküm !”dedi Derviş
“Aleykümselam !”
Bekirlerin İbrahim bu gelen yabancıyla hiç ilgilenmiyor, tavuklara yem atmaya devam ediyordu
“Yav İbraam, sen de mi beni tanımadın ?”
Bekirlerin İbrahim başını kaldırıp kendisine selam verene dikkatlice baktı baktı; bu minyon tipli, elma yanaklı simayı bir yerlerden tanır gibi oldu ama çıkaramadı. Ters bir laf söyleyecekti ki aklına bir şey gelmiş olacak ki ayağa fırladı;
“Olamaz !” diye bağırdı.Sonra,
“Derviş sensin ha ? Vay gardaşım ! Evine Hoş geldin !”
İki dost hasretle kucaklaştı. Konuşacakları çok şey vardı fakat şu an bunun zamanı değildi.Gazi Derviş kısaca durumu anlatınca İbrahim
“Emine valla doğru yapmış “ dedi “Ben bile seni zor tanıdım ! “
Sonra Gazi Derviş’in koluna girdi
“Gel hele gel !” dedi “Emine’ye beraber gidelim “
Biraz önceki kapıya geldiklerinde Bekirlerin İbrahim Ağa bağırdı
“Emine geliiin ! Aç kapıyı ! Bah sana kimi getirdim “
Emine gelin zaten kapının ardından hiç ayrılmamıştı. Yüreği güm güm atıyor, inanmak istiyor ama inanamıyordu. Çünkü seferberlikte gönderdiği Derviş’i bu Derviş değildi.Fakat Bekirlerin İbrahim Ağa’nın sesini duyunca inanmaya başlamıştı. Kapıyı usulca açtı. Utangaç gözlerle Derviş’e dikkatlice baktı. Evet onu cıldır cıldır yanan gözlerinden tanıdı
“Derviş’im sen ha ? diyebildi.Tam bayılıp yere düşecek iken Derviş onu kolundan tuttu. O an genç bir delikanlı yanlarında bitiverdi. İbrahim Ağa’ya bu da kim ? dercesine ters ters kızgınca baktı
İbrahim Ağa ona fırsat vermeden
“Mıstafa” dedi “Mıstafa bu senin Derviş baban ! O giderken sen anayın garnındaydın !”
.....
…
Hikayemiz bitti mi ? Hayır.
O gün havada bulut yoktu..Yemen’e giden geri gelmişti.
Acılar bir nebzede olsa dinmiş Gazi Derviş Anadolu topraklarındaydı ,
En sevdiği memleketndeydi. Birde karısı Emine’yi çok severdi..Birde cigarayı..
Zazaların Derviş’in yüreği sevgi doluydu;Tıpkı Anadolu toprağı gibi.
Anadolu da gayrı acı türküler yakılmıyordu. Giden gelmez derlerdi ama o gelmişti işte..
Zazaların Gazi Derviş 16 – 17 yıl sonra sevdiği kadına aşkına kavuşmuştu.
Biz çocuklar mı ? Onu; bu güleryüzlü sevimli ihtiyarı yaşlılığında tanıdık.
“Derviş Ağa savaşı bize biraz anlat derdik; O ağlardı.
O ağladıkça biz gülerdik. Hal bu ki her savaş insanı ağlatırdı, biz çocuklar bilmezdik.gülerdik..
Biz çocuklar güldükçe Gazi Derviş ağlardı.
Ol hikaye budur.
.....
…
KAYNAK; Halim GÜL ve Reşat YAZGAN’a Teşekkürlerimizle.
Fadime ana saate umarsızca baktı; saat beşe geliyordu. Biraz önce ikindi namazını zorla da olsa kılmıştı. Bacakları titriyor, yorgun vücudunu taşıyamıyordu artık. Hal bu ki daha iki yıl öncesine kadar her işini kendi yapar, sabah namazlarını güneş çıkmadan eda ederdi. Şimdi ise vücut yorgunluğu ona ağır uykular getiriyordu. Kayın pederinin o henüz taze bir gelin iken aldığı sedirdeki halının yıpranmış, kıvrık uçlarını düzeltti. Ahşap pencere kenarındaki hasır yastığı kendine doğru çekip bel verdi. Fasime kadının feri gidik yaşlı gözleri dış kapıdaydı.Elindeki yüz birlik tespiği hırsla çekerken söylendi;
“Aaah ! Ah !” dedi “Belli ki Muradım bu bayramda gelmeyecek. Beni unuttu gitti. O gelin yok mu o gelin, o türemiyesice herifin gızı ! Hep onun yüzünden. Yohsa Muradım heç gelmez mi ? Gapı açılıverse, anam ben geldim dese, aah ah ne iyi olurdu ! “
Sol yanındaki ağrı son günlerde iyiden iyiye artmıştı. Derisi buruşuklar içişndeki elini sol yanına koydu; kalp atışları çok yavaşlamıştı. Ölümden korkmuyordu ama ya oğlu Murat ve torunlarını görmeden ölürse ? Kaç aydır açmadığı duvardaki cazgır radyoya düşmanına bakar gibi baktı.
“Hee” dedi “Bu evde hep sen gonuştun. Sesini nasılda gıstım. Neymiş, uçah yapacahlarmış. Uzaya füze miymiş neymiş onu göndereceklermiş.Sonacığıma fabrikalar guracahlarmış, hepsi yalan ! Dünyanın çocuhlarını alıp gelip türkü mürkü sölettireceklermiş. Amaaan sen de ! Benim torunlarım gelmedikten sonra neyime..Gonuş ! Gonuş ! Gayrı yeter ! Bu odada ben gonuşurum, annadın mı ? Heç durmadan yalan gonuşursan ben de seni böle gapadırım ! “
Fadime kadın duvardaki radyo ile çekişmeyi bırakıp dış kapıya tekrar baktı; serçe kuşları kapının üstündeki kuru üzüm çubuklarının üstünde cıvıldaşıp duruyorlardı. Horanta dediğin böyle olur diye düşündü. Gamsız kedersiz nasılda cıvıldaşıyorlar.
“Aaah ah ! Hep o gelinin başının altından çıhıyor, yohsa Muradım bu guşlar gibi cıvıldaşır goşar gelirdi. Kasabada başka gız yohmuş gibi gedip kulaksızın Amedin guru değnek gibi gızını aldık. Aaah gafam ah ! Eee suç bende mi ? Heç suç ben de olur mu ? Oğlu Murat illa bu gızı alacam diye tutturdu. Şimdikiler laf mı anlar; annamaz; neymiş, gönlünü gaptırmış.. Tüü ! Murat diye boyun bosun devrilsin emi !”
Fadime kadın dış kapıya bir daha baktı; ne gelen vardı, ne de giden. Söylediklerini kendisinden başka duyan olmamıştı. Elindeki tespihi minderin üstüne atıp kalkmak istedi; böğrüne bıçak saplanır gibi oldu; tekrar yerine oturdu.
“Amanııın gomşular, bana bi haller oldu !” diye yüksek sesle söylendi.” Şimdi ben needicem ?”
Etrafına bakınıp odanın içinde birşeyler aradı, gözleri aradığını bulamadı. Gözleri eskisi gibi görmüyor, kulakları ise çok zor duyuyordu. Bastonu oda kapısının dışında bıraktığı aklına geldi.
“Aaah yaşlılıh ah ! Bastonu dışarıda ne diye bırahırsın ki ?”
Fadime kadın yerinden ahlaya puflaya zorla kalktı. BHenüz bir adım atmıştı ki yere yığıldı. Yerdeki eski kilimin üstünde yavaş yavaş oda kapısına doğru sürünmeye başladı. Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez ama kapıyı güç bela açmıştı. Aha işte, baston orada duruyordu. Elini bastona doğru tam uzatmıştı ki sıcak bir elin elinden tuttuğunu hissetti. Bu sıcak el sanki tanıdığı bir el idi. Fadime kadın başını kaldırıp elin sahibine baktı;
“Muradııım !” diye sevinçle haykırdı. “Muradım sen geldin ha ?”
“Geldim anam ! “dedi Murat bey
"Torunlarımıda getirdin mi ?"
"Getirdim"
"O gül yüzlü gelinimi ?
"Onuda getirdim !"
Fadime kadın birden dinçlendiğini hissetti; ayaklarında ve böründeki ağrılar gitmiş, gözleri cam gibi açılmıştı. Oğluna hasretle sarılır iken;
“Muradım !” diyordu “Muradım, ne iyi ettinde geldin yavrııım ! Çocuklaıda, gelini de pek çoh özlemiştim !”
Sonra derin bir nefes aldı.
“Gayrı ölsemde gam yemem ! Sizi gördüm ya Muradım ! Çakır gözlüm sizden Allah razı olsun ! Aaah ne eyi ettinizde geldiniz ! “
…
Sonrası mı ?
Sonrası tahmin ettiğiniz gibi; içten bir gülüş ve mutlu bir gülümseme..
Sevgili dostlar bayramı hikayesiz geçmek istemedim.
En güzel bayramlar güzeli düşleyen yüreklerde karanfiller gibi açsın ! O güzel insanları asla yalnız bırakmayın.
Selâm; çocukluğum şimdi yıkılıp tarih olan resimdeki gibi bir evde geçti..Tahmini 1900'lerde yapılmış toprak damlı, "Taşevdi."
Kocaman tahta bir kapıdan içeri HAYAT'a girilirdi. Şimdi avlu diyorlar ya biz "HAYAT" dirdik. Cümle gapısından hayad'a girişle birlikte evdede hayat başlardı...
Nevşehir evleri genelde iki katlı olurdu. Bizim evin ilk girişinde solda Ahır, yanında merdiven altı, soldan yukarı dar bir merdiven çıkardı, İç balkon kısmından odaların önünden geçilir, sağdan ikinci merdivenle inilirdi. Orda yer altında bir keler (kiler) vardı. Birinci ahırın üstünde "Ahırsekisi" derdik, ıscacık küçük bir oda, merdivenin yanında birde "Tandırevi" vardı...
Tandırevinin,1 büyük, 1 orta boy, 1'de küçük tandırı vardı. Biz ona "OCAK" dirdik. İçinde "Sacayağı" vardı, demirbaş eşya gibin ocağımızda dururdu. Firdevs babanne Aside, Dolaz yapacağı zaman himen tavayı sacayağına oturtur; ununu, yağını kavururdu. Tandırevimizin duvarında L şeklinde "Terek" vardı. İsli tencere ve tavalar "Sebilhane Bardağı" gibin tereğimizde dizili dururdu.
Tandırevimizin tam karşısında 2.ahır vardı. Dedemden yadigar devasa Kıbrıs eşeğimiz vardı, oraya bağlanırdı. Bu ahır içerden çekme katlıydı, tahta merdivenle çıkılır, orda saman balyaları sıralı, istifli, kitap gibi dururdu...
Yanında içinde havuz bulunan şirahne derdik, "Şırahane" vardı. Güz gelip, bağlar bozulunca, küfe küfe üzümler gelir, burda sarı çizme giymiş halam tarafından çiğnenirdi. Ezilen üzüm suyu dışarı çötlen borusuyla akar, boğlumdaki kovada birikir, tülbentten süzülür, Pekmez ilaanine toplanır, bekmez gaynatılırdı.
Üst kata merdivenden çıkılınca, iç balkondan "ARALIK" dediğimiz orta salona girilirdi; sağda ve soldaki iki kapı, biri bizim odamıza, diğeri baannenin odasına açılırdı.
Taşevimizin salonunun bu şekli; ermeni ustaların karnıyarık ev stili dediği; tek kapıdan aralık dediğimiz salona girilince sağlı, sollu iki veya dört kapıdan oluşan o kapilardan da odalara geçiş yapılan kullanışlı iç mekana sahip salon şekliydi.
Odaların kapı arkasında kapaklı gizli hamamlık olurdu. (Şimdinin Maaile Banyosu)...
Onun yanında "Yüklük" vardı. Yüklüğümüz; yatak, yorgan, halı, kilim evin bütün yükünü içine alırdı...
Baş taraftada altlı, üstlü bir dolabımız vardi.
Üst kısımda çamaşır, üst, baş bohçalarımız dururdu, alt kısımda ise günlük kullanımlık eşyalarımız olurdu.
Dışarıda merdivenden çıkılınca iç balkonun solunda ise;
"Odadan bozma bir Mutfak,
"Köşede bir likitgaz 3'lü Ocak,
"Yanında tabaklar dizili bir Terek,
"Ters köşede ise tekli bir rafta kap-gacak dururdu.
Ayrıca Erişte, kesme makarna, gırcı makarna ve kuru bakliyat, turşu, pekmez gibi gışlıkların konduğu "KAYIDODASI" vardı...
Bu evde, Huzur vardı, Bereket vardı, Muhabbet vardı.
Akşam olunca ilkönce perdeler çekilirdi, "PERDE" evin "EDEB"iydi, gizlerdi, herşeyi..
Eskiler;
Evceğizim, evceğizim,
Sen bilirsin, halceğizim derlerdi.
Akşam; çat kapı 3..5 komşu gelirdi, her komşunun en az 2 çocuğu olurdu. Her kapıdan girene ayağa kalkılır, hoşlukla karşılanırdı. Dinilirdiki; gelen baştır, ayağa kalkan mıçtır..
Nohut oda, bakla sofa evimizde, iki somyamız vardı. Büyükler orda otururdu, bizler yerde halının üstüne dizilirdik. Kestaneler çizılir, sobanın üstüne dizilir, pişmesi beklenir, afiyetle yenirdi. Ardından elma, kış armudu gibi meyveler soyulur, kuru üzüm, fıstık, leblebi, çeteneli kavurga yerken ...
Annelerimiz bir varmış, bir yokmuş diye bi masal anlatmaya başlarlar, laf lafı açar misali, masal masala bağlanır, saatler su gibi akar, geçerdi..
"Eskiden; Evlerimiz "DAR"
"Gönüllerimiz "GENİŞ"ti.
"Şimdi ise evlerimiz genişledi,
"Gönüllerimiz darlaştı..
Randevusuz kimseye gidemez olduk, iki lafın belini kıramaz olduk.
Misafir gelecek diye 3 gün önceden evler temizlenir, paklanır oldu.
Kek, pasta, börek 5 çeşit yapılır oldu. Çayın yanında petibör bisküvi, lokum unutulur oldu. Sohbet, muhabbet nerde herkesin elinde bir telefon fırsat buldukça online oldu.
"Göz olur, nazar olur" denmedi; yediği, içtiği "SELFİ" çekilip, cümle, aleme gösteriş oldu.
Nereden nereye geldik, eski komşuluklar, Dostluklar hayal oldu.
Selâm; Yazıma bir türkü sözüyle başladım.Yine bir anlatım, yine anılar, yine Nevşehir Hamam Kültürü. Bakalım gönülden ne gelecek, dil ne söyleyecek, kalem ne yazacak. Yazanın değil, yazdıranın (RABBİM) hikmetiyle..Bismillah.
Çocukluğumda; Bir Hamam, birde Sinema Kültürümüz vardı. Her hafta Sinemaya, ayda birde muhakkak Hamama gidilirdi. Annelerimizin çok lüksü yoktu şimdiki gibi Altın ayrı, Dolar ayrı, Euro ayrı günü nerdee... Gariplerin gün yapacak parası bile yoktu.
Eşlere boyun bükülür, binbir cilve, naz ile haftada bir Sinema parası, ayda birde Hamam parası istenirdi.
Bazı beyler, çok masraflısın çokk hatun der, hem parayı virir hemide sohranırlardı. Hatunlarımızda az deeeldi. napaah adam, bi hamamadamı gitmiyek, yunmayahmı, çoluk çocuk bitlenecekmi der, savunmaya geçerlerdi. Bazı beylerde hiç itiraz etmez, parayı kuzu kuzu verirlerdi. Annem bu yönde şanslıydı; babam genelde iş nedeniyle, İstanbul'a gittiği için hem zaman, hemde para yönünde heççç sıkıntı çekmezdi...
Bizim evde Hamama ayda bir kez ama illaki sabah gidilirdi. Annem; önce temiz kıyafetlerimizi bohçalar, başka bir çantayada Hamam havlusu, Baş havlusu, Peşkir, Kese, Lif, tarak, Hacı Şakir sabunumuzu ve Hamam taslarımızı koyar. Taslarımızı dedim bah çünkü annemin böyük, benimde güccük birer hamam tasımız vardı. Hepsini hazır eder, bir çantayada, Zeytinyağlı yaprak sarması, Elma, Portakal biraz da ekmek guyar, nevalemizi hazırlar, yola çıhardık...
Nereyemi tabiki Kurşunlu Camiimizin ordaki tarihi, Kubbeli bizim hamamımıza. Neredemi hemen tarif edeyim..
Biz Karasoku mahallesinde otururduk; evimizden çıkınca dibimizdeki tol komşumuz babamın emmioğlu sucu Aliaaanın ve yanındaki amcayın Hüseynanın evide geçince, Tavukçu camimiz vardı, ordan yukarı doğru döner. Eminayın evinin önündeki soku taşının yanından, bakkal Esataaanın köşeye varınca sola döner, bayır aşağı vurur, kasaplar çarşısını boylar, orda biraz soluklanırdıh.
Kolaymı annemde iki yüklü çanta var. At yokk, araba yokk, tabanvayla koştura koştura giderdik...
Anam tekrar çantaları yüklenir, yola koyulurduk. Sağda taş binalı karakolumuz vardı; gri üniformalı, yuvarlak şapkalı bir polis abi kapıda dururdu..
Karşısında Palamut'larin evi vardı, orayı geçince Kurşunlu camiimiz görünürdü. Kurşunlu camiiye varmadan sola döner, bayıraşağı biraz inince hamama varırdın...Orasını Damat İbrahim Paşam yaptırmış, annem öyle dirdi. Biz gapıdan girerdik, kimsecikler olmazdı.
Anamla "Karga kahvaltısını etmeden" yola çıktığımız için hamam tenhaca olurdu. Öğleye doğru kalabalıklaşırdı. Dış kapıdan girince, küçük bir avlu vardı, orayı geçince geniş bir salona girilirdi, tam ortada yuvarlak şimdilerde "Şadırvan" deniyor, üstünden su akan süs havuzu gibi birşey vardı..
Sağda ve solda iki oda bulunurdu. Yüksekçe yerde bir teyze otururdu, annem ona parayı verir birde kese için; marka dediği bakır 10 krş büyüklüğünde plastik yuvarlak alırdı. Soldaki odayı hep biz alırdık, eşyalarımızı guyar koyar,peştamallarımızı sarınır. Anam ayağına ordan tahta nalın giyerdi, biz "Nalik" derdik . Parantez bacaklarıyla tek tek yürümeye çalışırdı, ben çok gülerdim. Çünkü, çok komik olurdu...
Ortada siyah iç çamaşırlarıyla gezen iri yarı çalışan bayanlar vardı; Aklım çıkar, tırsardım. Bunlara "NATIR" denirmiş, Erkekler hamamında çalışanlara ise ise "TELLAK" denirmiş. Annemin hep kese yaptırdığı "Nazik" isminde Natırı vardı, hatunun maşallahı vardı.
Yüzünde kocaman bir ben, hem enine, hemide boyuna babayiğit bir hatundu. İlk ondan duymuştum.
Ellerini, beline koymuş; Hanım hanım babasınıda getirseydin bariii deyişini. Dönüp baktığımda kadının yanındaki ufak, tefek, tıfıl, tırsak erkek çocuğunaydı garezi... Annesi zar zor izin alır, çocuğu içeri sohar, çocuk cıbıl hatunları görünce korkudan "Kirpi" gibi iyice büzülür, gücçüldükce gücçülür anası apar topar, yur, yıkar. Dışarı çıkarır, soyunma odasında giydirir, köşe minderi gibi oturtur.
Elinede bir dürüm tutuşturur, sakın kıpraşma, epmeğini ye, sesini çıkarma diye de sıkılar (tembihler), koşarak yunmaya giderdi...
Gelelim; bize hamamın iç kapısından, soğukluk denen bölüme girerdik, ordanda ufak bir tahta kapıydı, hamama girerdik. İçerisi müthiş sıcak olurdu, dört köşede, dört bölme vardı, aralarda tam ortada kurna olan kısımlar vardı. Anam sağdaki ilk bölmenin demirine havlusunu asar, orayı behlerdi.(işaretlemek). Bölme oda gibiydi köşesinde tek kurna; biri sıcaksu, diğeri soğuksu iki çeşmesi vardı. Önce saçımı, başımı yıkardı, ben gücücük tasımla ıscak ıscak su dökünmeyi çok severdim. Anam ise soğukluğa geçer, kese yaptırırken ben de hem su dökünür hemide "Göbektaşı'ndaki" hatunlara bakardım. Şen şakrak konuşmaları çok ilgimi çekerdi...
"Hamam tası gümüşten,
Sabah geldim yeni işten,
Yaalellii, yaleeelli, dokumacı kızlar...Türküsü taaa o zamandan aklımda kalmış. Ellerindeki tasla tempo tutarak hem söyler, hem oynarlardı. Benimmi içim giderdi de, "Fasulye gibi nimetten" sayılmadığım için, anca alık, alık hayranlıkla seyrederdim....
Annem keselenmesi bitince bi koşu odamıza gider; Elinde ekmek, bi tabak dolma ve Elma, Portakal ile gelir, benide soğukluğa çıkarır, bir köşede oturur, garnımızı doyururduk.
Tekrar içeri girer, annem üçer kere lif atar, başımı da son birkez sabunlar, iyice durular, havluya sarar, bölmenin kenarında beni bekle der, oda liflenir, yunur yıkanır, dışarı çıkardık. Avluda oturma bankları vardı. "Kıyımsız" anam ne hayırsa paraya kıyar; orda kendine madensuyu, banada gazoz alırdı. Dolmaların üstünede gazoz içince dünyalar benim olurdu.
Hemen odamıza çıkar, önce beni giydirir, sonra kendi giyinir. Kirli çamaşırlarımızı, ıslak havlu, Lif, Kese, Sabun hepsini yükleniriz.
"Sıhhatler olsun, Güle güle kirlenin, yine bekleriz" uğurlamasıyle evin yolunu tutardık.
Eve gelince "Anayla kız, Çuvaldız ile biz" yani ikimiz Öğlen uykusuna bi yatardık. Hamam Sefamızı, Uyku Sefasıyla tamamlar. Anacığım üstünede bir keyif çayı demler, çayımızıda içerdik..Sefamız olsun. Değmeyin keyfimize..
Bugünde satırlarımın sonuna geldim. Kırk, elli yıllık bir hamam kültürünü anaadmaya, yazmaya çalıştım. Büyüklerimiz o yokluh günlerinde bile hem çalışmış, çabalamış hemide Sinema ve Hamam Sefalarından vazgeçmemişler.
Selâm, Sizleri yine geçmişe götürmek istiyorum. Sözlerime bu "Nevşehir Türküsü" ile başladım. Çünkü; Bulgur sokusu bizim mahlemize ismini verecek kadar çok önemliydi..
"KARASOKU" mahallesi ismini bu taştan almıştır. Meterise giderkene, Keklik'lerin evin altındaki çıkmaz sokağı geçince sağda bir daracık vardı. O daracık Karasoku Camisine çıkardı. Camii deyince içimde 'UKDE' kaldı, yazmadan geçemiyeceğim. O camiide bir CEMAL hoca vardı, bir kaçta kötü anım...
Ne diyeyim bilmemki; O Cemal hocanın bir kaç şamarınıda ben yemiştim. Sinirli, asabi bir adamdı. Bir yaz sûre öğrenmeye anam tarafından zoraki gönderildim.
O neydi o; içeriye giren çocuklar kıpkırmızı bir surat, alı al, moru mor yanaklarla çıkardı. Çocukların yanaklarında gülller açardı. Bir sureyi bir kerede ezberledin ezberledin, ezberliyemedin veya şaşırdın, fırıncı küreği gibi eliyle iki şamar çocukların kafaları önce sağa sonra sola dönerdi...
Ne hikmetse o iyi öğretiyor diyede anam illaki ona gönderirdi...
Anammı 1.55 boyunda ama bir o kadarıda yerin altında ufacık tefecik emme otoritermi otoriter bir hatuncukdu.
Camiye sıkıysa gitme, camiden "AL AL" eve gelincede, sokaklarda goşturacağına oturup ezberleseydinya, hocanın vurduğu yerde "GÜL" biter dirdi de.Banane, banane ben o gülü istemiyordum. Ben gücücüktüm, benim canım çok yanıyordu. Haceli hocama gurban olim bir kerem bile vurmadı.
O daracığı geçince yapısı siyah taştan 3 katlı bir ev vardı. Karşısında Kekliğin Mediha yenge otururdu. (Allah gani gani rahmet eylesin.) Benim iki halamında "Görümcesi" idi.
Onların evin karşısında, sokağın içinde tam karşıda pembe duvarlı bir ev vardı. Duvarında Çok güzel bi çeşme vardı. İsmini ve detayını "Nevzat Öndegelen" abimden sordum, öörendim.
O çeşmenin ismi "ÇEKİÇ ÇEŞME" imiş. Onun yanından devam edince Meteris'in Meydan fırınına giden yoluna çıkılırdı. Meteris ortadan iki yola ayrılırdı, alt yol "Karadeniz pastanesi ve eski Devlet hastanesine giderdi. Üst yolda Köşker Necip emmiyle, Leblebici Ali emminin dükkanı ile Meydan fırınına giderdi. Karşı çaprazında kuru baarsak (bağırsak) satan kemikkıranlar vardı. Neyse şincilik bu kadar yol tarifide yeter..
"Çekiç Çeşmenin" önünde garataş'tan böyük mü böyük bir "Soku" vardı. Büyüklerimiz, Karasokuya gittih, Bulgur döödük, geldih dirlerdi. Gururla yineliyeyim; Bizim mahallemizde ismini bu taştan almıştır.
Anlı Şanlı "KARASOKU MAHALLESI"...
Hatırladığım 2.Soku'da bizim evin yukarısında "Fişekçi" Camisine giderken, garaadirin iminaa dirlerdi, onun evinin önünde çok geniş bir boşluk vardı. İminaanın kendi kapısının önündede külüstürmü külüstür, gocaman bir gamyonu vardı. "İminaaanın Takası" dirlerdi, Peh Peh bütün haşmetiyle gapının önünde arzı endam eylerdi...
Gelelim "SOKU" taşına Siyah Cingi taştan tam daire şeklinde tahmini 70 cm yüksekliğinde, aşağısı külah misali yuvarlak toprağa gömülü olurdu. Bu şekilde oluşu; çalışan kadınlarada golaylıh sağlar, ayaklarını çarpmazlardı.
Bizim "Soku' da galiba 70cm idiki; ben önünde durunca kafam yuharda kalırdı içini görebilirdim.
İçi oyuk olduğu için o mahallenin çocuklarıyla oynarken; bazen hırkamızı, bebeğimizi, ipimizi içine saklardık. Oyunumuz bitince herkes eşyalarını alır giderdi. Yani bizim Yeddi eminimizdi, eşyalarımızı gorurdu bizim Soku taşımız. Biraz büyük çocuklar hoplar kenarına otururdu, ben güccük olduğum için ne kadar çıkmaya çalışsamda bir türlü çıkamazdım.
Yazın başlarında oyun alanımızdı emme harman sonu sıkıysa yaklaşş zopa ile kovalanırdık..
Çocuk aklı işte o zaman anlayamazdım emme büyüklerimiz haklıymış, bulgura taş toprak sıçrar veya tokmak kafamıza gelir diye bizi uzaklaştırırlarmış.
Sabahları fırına giderken orda bir telaş görürsem bilki bulgur dööülecek bende gider, karşı evin işşiğinde oturur beklerdim..
Önce hortumla "Soku taşımız" gözelce yıhanır, gurulanırdı. Islanan toprak çamur olmasın diyede biraz toprak döker çiğnerlerdi.
Beri yanda kaynamış buğday "Soku taşına" dökülür. Ha babam, De babam seri ve hızlı bir şekilde tokmakla dövülürdü. (Üst resimdeki gibi)
Bulguru tokmakladıkça, bulgur mest olur, sarardıkça sararır, mis gibi buğday kohardı. Aradada "Lenger" ile garıştırılır, altı üstüne getirilirdi.
Kadınlarımızın ağzı boş dururmu;
"Bulguru kaynatırlar,"
"Sohu'da yaylatırlar" diye bi başlarlar,
"Evlerinin önü bulgur sokusu,
"Yel estikçe gelir yarin kokusu" diye devam iderlerdi. Türküler, maniler gırla giderdi...
Dövülen buğday, bulgura dönünce "İtaa" dirdik, yaygılar serilir, üstüne bulgur yayılır. İtaanın köşeleride gıvrılmasın diye 4 taş ile behlenir, (sabitlenir) kuruması beklenirdi.
Akşam toplanır, sabah başka temiz ve kuru itaa'ya tekrar serilir. 3...5 günde kurutulur.
Kile'de dirler biz Urup derdik, "URUP" (ortasında tahta tutak yeri olan, düz silindir kova) Urup ile Çuval veya küçük Haşa'lara hem doldurulur, hemde urup hesabıyla hesaplanırdı, sonaada evlere taşınırdı.
Büyüklerimiz bu yılda Unumuzu çektirdik, Bulgurumuzu, Yarma'mızı dövdük, Kayıdodası'na guyduk dir, şükrederlerdi..
Onlar Şükretmiş, Bende Akıl Defterime kaydetmişim...
Selâm; bugün güccüklüğümde babamın hep âanaddığı Zenginlikmi disem, Şıdırgınlıkmı disem, ne disem bilemedim.!
"Eşeğinin dişlerini altın gaplatan"
Nevşeer'imin mozaik daşlarından birini daha yazıp, âanadıvireceğim.
Geldim seksen,
Gittim seksen;
Yasemin bi otursan,
Şu yazıyı da bi yazsan didiiim...
Sonracığıma; aldım elime kâadı, galemi, büktüm boynumu yaradanıma; beni mahcup etme ya "YARAB" dedim ve yazmaya başladım.
Ya ALLAH, ya BİSMİLLAH...
Öncelikle Bahriye Ruhiye, Rukiye ablalarıma ve Sabri, Şevket abilerime yazıma katkılarından dolayı sonsuz teşekkürler..
Başlık ilginizi çehti dimi, hah işte bende onu âanadıvireceğim. Çavuşoğullarından Eyüp efendaanı sizlere tanıtacağım. Bu zatı möhteremi anası "Kadir gecesimi" doğurmuş bilmem; çok nasipli ve kısmetli biriymiş. Rabbim "Yürü ya kulum" diirya, işte bu kulda yürümek ne kelime at başı koşturan şanslı bi kulmuş.
Niden dirseniz himen âanadıviriyim.
Eyüp Efendaa çok büyük bir tüccarmış.
Tuttuğu altın oluyor, ne işe el atsa köme köme altınlar, gayme gayme paralar gazanıyormuş.
Çavuşoğlu Eyüp Efendaa; öyle zenginmişki, sarı liraları odanın ortasına halı gibi serer, evin horantası şıkır şıkır üstünde gezermiş.
Hatta cezveye soğuk su goydurur, içine gavesini atar, deste deste mor binliklerle gavesini pişirir, sefam olsun, diyerek afiyetle içermiş..
Eyüp Efendaa hayatında hiç zarar etmemiş, "Tosyanın pirinci meşhurdur" bütün Türkiye bilir. Bi kerede ben zarar edeyim dimiş.
O devirde bir gamyon pirinç almış, Tosya'ya göndermiş, sudan ucuza satılsın bende zarar ideyim diye düşünmüş. Tosya'ki pirincin yetiştiği yer emme velakin gönderdiği 1 gamyon pirinç bırah zararı 3 katı fiyatla satılmış ve çoohh böyüh kâr elde edilmiş.
Ne dimişler;
"Gulun virdiği başa gahılır, Rabbimin virdiği daşar, döhülürmüşşş."...
Eyüp Efendaa; eski, püskü ve bol yamalıklı giysilerle dolaşırmış emme o her yamalık iki katlıymış, iç kısmı gizli cep olurmuş. Görünen dıştan yamalık, içteki cepte ise içi sarı lira ve rulo rulo mor binlikler istif istif dururmuş..
Gören "Fasulye gibi nimetten" saymasada, "Kırk İçlikli Memmet ağa" gibi; Eyüp Efendaa da "Şalvarbank" gibi gezermiş.
Hatta taaa Hatay'a gider sabun alır, sabun satar, ticaret yaparmış. Çok büyük tüccar didimya, bah dimedi dimeyin başta didiiim...
Niiysee konumuza dönelim.
Hatay'ın yeşil sabunları çok meşhurmuş, Hatay'ın bu yeşil ve doğal sabunları devasa kazanlarda yapılır ve satılırmış. Çavuşoğlu Eyüp Efendaa gittiği zaman, herkeş hizaya girer, saygıdan hazırolda dururmuş.
Bütün imalatçıları gezer, sabunları kazanlarıyla birlikte alır, (30 gazan şundan, 40 gazan öbüründen, 70 gazan berikinden dirken) 400...500 kazan sabunu gamyona yühletir, parasını da anında yamalıklı "Şalvarbanktan" sarı altın lira veya mor binlik olarak ödermiş. Yine Çavuşoğlu geldi, guruttu, gitti dirlermiş. Niden mi? Golay mı adamlar yeniden kazan alacak, düzen kuracak, sabun yapacak...
Gelgelelim Nevşeer'imin yokluk ve kıtlık yılları, kadınlarımızın garnını ve çocuklarını doyurmak için birer pindirli dürüme sabahtan âğşama gadar bağa ırgat gittiği zamanlarda; Çavuşoğlu sarı liralarla dircik atarmış.
Hani bir söz vardır. "Kasap kuyruk yağını bol bulunca mahrem yerlerine sürermişya,"
Bizim Çavuşoğlu Eyüp Efendaa da parayı çok bulunca eşeğinin dişlerine altın döhtürmüş.. Nasıl mı himen yazıvireyim...
Eyüp Efendaanın bir eşeği varmış, gel çekice git küreğe bu hayvancağız çalışırmış.
Yine birgün bütün evin horantasıyla bağa gittiklerinde eşeği biraz uzağa çalıya bağlamışlar. Onlar çalışırken dağdan bir kurt eskilerin deyimiyle "CANAVAR" iniyor, eşek önden kaçıyor, kurt arkadan kovalıyor, dirkeen kurt bu eşeği parçalayıp yiyor.
Ağşama doğru, bi bahıyorlar eşşek yok, her tarafa bahınıyorlar, eşşeğin boş palanı ile siftinmiş kemiklerini buluyorlar...
Eyüp Efendaan; üzülsede yine gidip iyi bir paraya yeni bir eşek alıyor. Bu eşekte eğitimli ve çok akıllı çıkıyor, geh deyince geliyor, çüşş deyince duruyor, çöhh deyince çöküyor, eşek her denileni anlıyor, sahibine itaat ediyor ve uysal haliyle yediği arpanın hakkını vererek eşşek gibi çalışıyor...
Bu eşeği öyle seviyorlar ki; o devirde de bizim Nevşeer'imizde dişçi Memmetaliaaa varmış. Herkeş ona gider, varsa çürük dişlerini kerpetenle çeker, elinden geldiğince gerekeni yaparmış. Bizim eşek akıllı ve çoh ta seviliyorya, alıp dişçi Memmetaliaaya götürüyorlar. İki kişi hayvanın ağzını ayırıp alt damak ile üst damak arasına kalın ağaç dalını dikine dayanak yapıp başını tutuyorlar. (Araba motoruna bakmak için kaput açılır, demir çubuk birşey konurya onun gibi) iki kişide dişciyi ezmesin, tepmesin diye eşeği zaptediyorlar.
Dişçi Memmetaliaaa beri yanda kapta altını eritiyor ve hayvanın alt dişlerine kaynar kaynar döküyor. Altın soğuyup sertleşince alt dişler komple altın kaplama oluyor. Eşek anırdıkça dişleri ışıl ışıl parlıyor. Hem yazdım, hem içim sızladı, hayvanın çektiği eziyet revamı, ceza mı? Diye..
Nevşeer'i alıyor bir şav, bizim altın dişli eşek herkeşin diline düşüyor, eşeğe göz koyan uyanıkta çoh. Eskiden at'ı eşeği olmayan öz'e, bağ'a, gitmek için gonu gonşudan "öndüç" eşek alır gider, öz, bağ işlerini görür, gelirdi. Uyanıklar Eyüp Efendaan gapısına geliyor; Eyüp ağam eşeği öncüt virsende bi koşu bağa gitseh gelseh diyorlar. Maksat iş görmek diiil, eşeği cebellezi yapıp, dişlerini söhmek.
Çavuşoğlu çoh akıllı eşeğini virirmi hiç, altın dişli eşeğine gözü gibi bahıp, muhaat oluyor.
Yine Çavuşoğlu ile şöyle bir hikaye anlatılır didi kimmi didi "Mustafa Zekeriya Efeoğlu" abim didi. Bende himen aldım, yazıma ehleyivirdim. Nemi didi onun anâadımıyla buyrun ohuyalım. Çarşıda bir köpek ölüsü vardır. Çavuşoğlu oradan geçen fakir bir hamala sana 2,5 lira vereyim. Şu köpek ölüsünü çarşının ortasından kaldır, dereye at dir. Hamal öökelenir, ben sana vireyimde sen at dir..
Çavuşoğlu hadii vir lan dir, sözüne boğulan, arına bunalan hamal 2,5 lirayı verir. Çavuşoğlu'da köpek ölüsünü dereye götürür, atar. Sonrada köpek ölüsünü attım diye Çavuşoğlu'luktan olmadım ya. Yine Çavuşoğlu'yum, yine Çavuşoğlu'yum diye böbürlenir. Buda hamala kappak olur...
Mustafa Zekeriya abim yüreğine, kalemine sağlık...
Çavuşoğlu Eyüp Efendaa 1900 yüzlü yıllarda yaşamış, göçmüş, gitmiş. O sahih dünyada, "Berzah" aleminde, biz ise yalan dünyadayız. Ben derlediğim, duyduğum, dinlediğim bilgileri yazıp âanadivirdim. Yazması benden, okuması sizden. Yinede rabbim gani gani rahmet eylesin...
Selâm; Besmele ile girdim söze, Eğri oturdum, doğru yazdım size; Un, su, tuz ile eyice karışsın,
Yuuka ekmek olsun, gelsin sizlere...
Küçüklüğümün "KAAT" ekmeği, ne severdim, seni bi bilsen, Dursun halam kuru yuukayı sular getirirdi bize. Annemde bi gözel itimiş pindirle, kolum gibi dürüm yapardı, virirdi elime; sokak kapımızın eşşiğine oturur, bir salkım banni beyaz üzümle birlikte afiyetle yerdim...
"YUFKA" ekmeğini Dursun Halam her yıl Güz'ün yapardı. 8...9 Testilik hamur karardı, testi deyip geçmeyin; bir testi tahmini 18 litre su alırmış, halamkızı didi. Halam bizi çok severdi, bizsiz içine hiç bişi ilimezdi; (sinmezdi) bizede haber ederdi.
Ekmek yapılacağı gün, Anamın gucağında 3 yaşındaki tohumluk koca bebe, yanında "Geçmez akçe" ben benim elimde bi gara geçi, bizim evden çıkardık yola, Saraç Memmet güccamın evinin yanındaki daracığa girer, Karasoku camii'nin yanından, Meydan fırınını teğet geçer, Sahil yolu, Ticaret lisesinin önü derken, otun çöpün içinden, bayırı çıkar. 350 evler, 1. yoldaki halamın evine varırdık. Geçiyi bağlardık bir kenara o otlanırken, biz biraz nefes alır, dinlenirdik.
Halam; hazırlıkları anama annadırken, bende pür dikkat dinlerdim..... Halam; birgün önceden bir kazana, desti hesabı ile ölçülü suyu ve kaya tuzunu bir tülbente 'Çıkı' yapar, içine atardı, tuz erisin, suya karışsın, tortusu kalsın diye. Sabahtan da ununu eler, eleğini asardı.. Öğleye doğru hamur azar azar, elbirliğiyle yoğrulmaya başlanır. Yoğrulan hamurlar peyderpey (parça parça) büyük itaaların arasına konur, gonugonşu çığrılır, çoluk çocuk, cümbür, cemaat bir gözel çiğnenir, hamur öze gelit yani kıvama getirilir ve yine gonşuların yardımıyla bezelenirdi. Beziler unlanarak ilâanlere dizilir, ertesi sabaha kadar dinlenmeye bırakılırdı. Bezeler dinlene dursun....
Halam; Osmanlı kadındı, "Görgülü kuşlar, gördüğünü işler" dirlerya. Halamda baba evindeki tandır gibi evinin bodrumuna Tandırevi yaptırmıştı. İşte bu tandırevi yuuka epmek yapmak için hazırlanır, önce yire büyükçe itaa serilir, oklavalar, ekmek tahtaları yerleştirilir, bişirgeç ise tandırın gıyında hazır edilirdi. Haa unutmadan yazayım; ekmek yapılırken dölek durmazsak bacaklarımıza çırpıştırılan oklavalarla hanyayı, konya'yı yani uslu oturmayı da öğrenirdik.
Her tahtanın yanına büyük kuşaneler içine uğralık unlar hazırlanır, pişen ekmekleri koymak içinde tertemiz sufra bezi serilirdi....
Gelelim Tandırımıza, tandırın tabanına büyük kütük ve halapa odun bırakılır, yakılacak çıbık, çıtırgı, odun talaşı hazır edilirdi. Külle'de temizlenir, tandır yakılmaya hazır olurdu. "KÜLLE" ne merak ettiniz dimi; himen diyivereyim. Tandırın dibinden, yüzeye doğru meyilli boru yerleştirilmiş hava boşluğudur. Tandır ateşinin hava alarak yanmasını sağlar.
Eskiden analarımızın; kızlarını yetiştirirken söylediği bir söz vardır. "EL KAPISI INSANI TANDIR'DAN SOKAR, KÜLLEDEN ÇIKARIR" diye. Her işi iyi öğrenki el gapısında zorluk çekme, geçimli ol dirlermiş. Ayrıca gışında kaynanaların para, altın sakladığı para kasasıymış bizim külle...
Tandırevi hazır olurda, yemeksiz olurmu, Dolmalar, Sarmalar yapılır, hoşaflar kaynatılır, Sütlaçlar pişer, kaselere dökülür, kelere (kiler) dizilir, meyvelerde hazır edilirdi.
Sabah ezanıyla ekmek yapacaklar ve pişirici gelir, erkenden işe koyulunur, keşşik usulü ekmek yapılırdı. "KEŞŞİK" nemi "İmece" usulü yardımlaşarak sırayla ekmek yapmaktı. Yuukalar açılmaya başlanır; 1..2 saat ekmek yapılır, beri yanda kahvaltı için; pindirli, kıymalı dürüm ile süzme yoğurtlu "IŞLEME" Çörekler yapılır, sıcakken tereyağıyla yağlanır, afiyetle yinirdi...
Kahvaltıdan sonra yuuka açmaya devam edilirdi. Tandır başında hem yuuka pişirip hemde kendide pişen pişirici ablamız; elindeki yuuka çevirdiği bişirgeci çeneleride elleri gibi işleyen hatunlara sallayarak; uğralı uğralı açmayın, dooru, dölek açın şunu diye sohranırdı...
Pişiricinin sohranmasıyle son gaz yuuka yapımına devam idilirdi. Anamsa getir, götür işlerine bakar, hiç boş durmaz, geride kalmaz, hiç oturmaz, koşturur dururdu. Öğlen olunca hazırlanan; sarmalar, dolmalar, sütlaçlar afiyetle yenirdi.
"Düriyemi aldatması golaymı ah golaymı.. diye bi başlanır, şarkılar, türküler ile bizim tandırevi ayrı bir şenlenirdi. Pişiricinin hadin garii avara galmayalım diye sohranmasıyle tekrar eller makine gibi işler yuukalar açılırdı. Aradada elma, armut dişlenir, hevenk üzümününde tadına bakılırdı...
Ekmeğin bitimine doğru yuuka ekmek iyice gevrek pişirilir, gözelce ufalanır; içine çitilmiş kuru suvanla, çölmek pindiri katılarak "ÖFELEMEÇ" yapılır, hoşaf ile mideye indirilirdi. Ekmek yapıldı, bitti sandınız dimi cıkss bitmedi.
Ekmek kokusu mahalleyi sardığı için gonugonşuyada "BAZLAMA" yapılır, evinde pindirli, pateyesli, kıymalı "İç avayni" hazırlayıp, gelen gonşular geri çevrilmez mis gibi çörekler yapılır, gönderilirdi. Artan bazlamalardan ekmek yapanlarada birer "Çıkın" yapılıp virilirdi
Yufka ekmek bitti, iş bitti sandınız dimi nirdee; bir tandır yarısı "KOR" olmuş "KÖZ" var, bu közden küçük tandıra birazı alınır, içine patates, pancar ve gabak gömülür, pişmesi behlenirdi. Bizim hatunlar çok maharetliydi, kimmi tabiki Anamla, Halam ellerinden uçan, kaçan kurtulamadığı için; tandırın üstüne temiz bir sac ters çevrilir. Önceden kesilen erişte ve kabak çekirdeğide gavrulurdu.
Yarım tandır köz olurda, bizimkiler dururmu hani bir söz vardır; "Kasap kuyruk yağını çok bulunca, her yerine sürermiş" bizde tandırda közü çok bulunca, buldumcuk olduk, Erişte, çeerdek, patates, pancar, gabak bile gömdük. "Tandır'da kabak, yede tadına bak" dirken Oda yitmedi çölmekte çeşit çeşit yemekler hazırladık, tandırın gıyına dizdik. Yemekleri pişirdik, 2..3 günlük yemekleri de hazır eyledik...
Pişen yufkalar kayıdevine taşınır, 1.5 metreye yakın yufka direkleri oluşurdu.
Büyük resimdeki gibi sıralı ekmek yığınlarına "DİREK" dinirdi. Yuukaların üzerinede "Sini" konurduki yüksekliği yerleşsin diye.2...3 gün uğraşılır, geceyarılarına kadar ekmek pişirilir, yaza kadarda afiyetle yenirdi..
Yeşil yapraklı "YONCA" misali Yuuka, Öfelemeç, Çörek ve Bazlama beti bereketiyle sofralarımızdan eksik olmaz, bizimde midelerimiz bayram ederdi...
Bugünde yazımın sonuna geldim, ölenlere rahmet, kalanlara selâmet diyorum..
Selâm; güccüklüğümde "Dolaz" ile ilk tanışmam Firdevs baanne sayesindedir. Babaanne; diyemediğim için baanneyi yuvarlamışım...
"TAT" gız olan bendeniz 3 yaşına gadar gonuşamayınca; dili açılsın diye, ağzında kilit çevrilen, paslı camii kilidinden bile su içirilen, bu garibin bildiği 3...5 kelimeden ibaretmiş. Bendenize ne su, ne kilit fayda etmemiş.
Vakti saati gelince 4 yaşında birden gonuşmaya başlamışım. Bana tat diyenlere de möhteşem bi kapah olmuş...
Rabbim; sonrasında "Söss Garii" dedirtecek bir çene ihsan eylemiştir... Neysem garii...
Firdevs baannem; Maşallah ayaklı gazete gibiydi, mahlede kimin gelini doğurduysa ilk o duyardı. Hemen eve gelirdi; bi Dolaz pişireyimde; Gelin lohusa sütü bol olsun, göğsüne süt dolsun diir geçerdi tandırevimize.
Tandırevimizde 3 tane tandır vardı, en köşede kallavi böyük tandır, tam önünde solda orta boy, sağda ise güçücük tandırımız vardı.
Güçcük tandır'ın adı "OCAK"tı. Üçgen davlumbaz şeklinde tavanda birleşen baca boşluğu, dama kadarda uzunca bir bacası vardı.
Firdevs baaanne; ocağa önce Sacayağını yerleştirir, sonra çalı, çırpı çıtırgı ile ocağı yahardı. Arada derede benide orda gıyıda duran çuvallardan birinin üstüne "MIH" gibi oturtur, işine goyulurdu.
Benmi hiç gıpraşmadan, cimbik cimbik baharak baanneyi seyrederdim.
Tandırevimizde "L" şeklinde birde terek vardı. Üstünde isli tencereler ile üzlük, ekecikler (güveç) sebilhane bardağı gibi tek sıra halinde dizili dururdu. Birde baannenin tandırevimizin duvarında asılı yuvarlak fırın tepsisi böyüklüğünde arkası isli, içi galaylı, bahır bir tavası vardı.
Tavayı sacayağına oturtur, bir kase sıvıyağ ile 2 kase un dökerdi, tahta kaşıkla evire çevire, sararana kadar unu gavururdu. Beri yandada 2..3 kaşık şeker ve yarım kase bekmezi su ile cıvıtır, kavrulan una cozz diye dökerdi.
Tavayı ateşe gösterip, çekerek ara sıra garıştırarak gıvamını aldırır. Güçcük bir tasa 2 kaşık gatar, elime virir, ben oturduğum yerde ıscak ıscak dolazımı gaşıklarken; baaannede pişen dolazı kertikli Bahır Sahana bastıra bastıra güzelce yassılar, üstünede kaşıkla şekil virerek son rütuşunu yapardı.
Baanne arada banada bilgi verir, Nevşeerimizde adettir!;
"Oğlan doğarsa "Dolaz"
"Gız doğarsa "Aside" pişirilir dir.
Hemen dimisini giyer, atkısını çeker, pişirdiği Dolazı sarar sarmalar, golunun altına alır, benimde elimden tutar, doğruca bebe görmeye giderdih.
Baanne gideceği yere hiç eli boş gitmezdi. Asker yohlaması olsun, Gelin görmesi olsun, Bebek yohlaması olsun; Çam sakızı, çoban armağanı; bazen Dolaz, bazen Aside pişiri
Muharrem Nalçacı
Görsel Hikaye Anlatıcı · 7 saat
İSMAİL DÜLGER’İN ÖLDÜRÜLMESİ ...1957
Nar – Sulusaray su kavgası… (Öykü )
…
İsmail’i vurdular Bulhazbaşı’nda;
Kuşlar ve karıncalar ağlar başında !
Can verir ooy, o can bildiği toprakta !
Etmeyin ağalar yiğidim ne etti ?
Getti de ol murada doymadan bitti !
M.N
…
Eylül, Anadolu da bir başka güzeldir. Toprak tüm bereketini Anadolu insanına sunar.
Sebzeler, meyveler, üzümler insan eli değdiği her yerde ben burdayım dercesine sergen
bir halde insanı dört gözle bekler.
Eylülde Anadolu insanının yüzü güler, ruhu dolar. O yakıcı Güneş’in altında kavrulan tenlerin, çatlayan dudakların ve nasır tutmuş ellerin “İşte, her şeye değer ! “ dediği zamandır
Eylül; bir annenin çocuklarına;
“Şükürler olsun ! Bu gışda gaydımız tamam çocuklar !” dediği aydır.
.
Eylül Nevşehir’in Nar Kasabası’nda bir başka güzeldir; karınca misali çalışan insanların
dört gözle beklediği hasrete kavuşmasıdır. Eylül, Nar da umut arayan gözlerin
berekete doymasıdır.
.
Ve işte o güzel insanların memleketinde geçen GERÇEK ÖYKÜMÜZ;
.
O günlerde Eylül ay’ı bitmek üzereydi.Tüm sebze ve meyvelerin çoğu toplanmış
kayadan oyma kayıt damlarına konmaya başlanmıştı. Bağlarda ki üzümler kesilmiş bir halde
toprak sergilere serilip kurumayı bekliyordu.Nar Kasabası’nın temel gelir kaynaklarından en birincisi kuru üzümdü..Kuru üzümü olmayan evin çocukları kanadı kırık kuş gibi boynu bükük olurdu.
Çünkü kuru üzüm para demekti. Kuru üzüm Narlı çocukların ceplerini dolduran çerez, annelerin ise hoşaf yapımında vazgeçilmez ürünüydü.
Yani kuru üzüm o yıllarda altın gibi kıymetliydi
…
O gün Güneş Erciyes’den henüz doğmuş ve Nar Kasabası’nın arı kovanı gibi oyulmuş kaya yüzeylerini işte ben geldim dercesine sıcaklığı ile okşuyordu.
Aşağı mahallede kara dutun hemen üstünde ki Dülgerler’in evinin duvarlarına istiflenmiş bağ çubuklarına tünemiş serçe kuşları Güneş’in tadını çıkarırcasına cıvıldaşıyor hemen aşağıda kara dut ağacında ki bülbülleri kıskandırırcasına kendi dillerinde şarkılar söylüyorlardı. Çenesi düşük bir saksağan karşıda ki evin damına konmuştu. Saksağan bu küçük geveze kuşları zevk ile dinliyordu ki ahşap kapılı evin önündeki at arabasının kasasına “Tak !” diye bir şey düştü.
Kuru bağ çubuklarında ki kuşlar bu sesi duyunca telaşla uçuştular.Saksağan kaçışan kuşlara “Sizi korkaklar “ dercesine bir süre baktıktan sonra o da havalandı ve çay mahalleye doğru uçup gitti.
İsmail Dülger at arabasına bıraktığı ağır çekici eline tekrar aldı,
“Kahreetsin !” diye söylendi “Ne zaman uzak bir yere gitsem bu arabaya bir hal olur “
At arabasının tekerlerine şöyle bir göz attı; fazla bir şey yoktu ama yine de canı sıkılıp karısına,
“Gııız Fadime ! Öğlen oldu öğlen ! Taa Bulhazbaşı’na gidecek !” diye bağırdı.
Halbu ki Güneş henüz çıkmıştı. Nar insanı tez canlıydı.
Fadime kadın elinde su testisiyle kapıda göründü.. Kocası İsmail’e ;
“Şu herifin bugün tersliği üstünde” diye söylendi. Sonra devam etti “Sanki yatıyoh ! İnek sağ, etrafı topla, yiyecek hazırla hep Fadime’nin üstüne.!”
Hemen arkasında uykulu gözlerini oğuşturan oğlu sarı Mustafa’yı görünce,
“Laan Mıstafa ! Bostan korkuluğu gibi dikilme ! Garın Melek geline söyle ocağın yanında yiyecek bohçası var, gapıp getirsin” dedi
Sarı Mustafa’nın karısı Melek’in içerden sesi duyuldu;
“Getirdim anne !”
“Askıda süzme yoğurt var, onu da getir ! “
“Tamam “dedi Melek gelin.
Fadime kadın oğlum sana söylüyom, gelinim sen anla dercesine;
“Şu oğlanda boy bos var amma düşünce yoh ! Her şeyi ben söylücem !” diye söylendi.
Sonrada kocası İsmail’in at arabasının tekeri ile uğraştığını görünce,
“ Gene ne oldu ? Teker mi çıhmış yosa ?” diye sordu.
İsmail Ağa başını tekerden kaldırmadan karısına,
“Yoh “ dedi “Tekerin çemberi gevşemiş. Şimdi bi tas su döktüm mü şişer kalır”
.
İsmail ağa işini bitirmiş olşacak ki derin bir nefes aldı. At arabasına yiyecek bohçasını
koyan oğlu sarı Mustafa’ya,
“Hani Memiş’in oğlu gelecekti ? Geç kaldı” diye söylendi.
Mustafa sarıya çalan saçlarını elleri ile karıştırdı; canı sıkıldığı belli idi; Mustafa’nın ne zaman canı sıkılsa ellerini saçlarına götürür çeki çekiverirdi. Sarı Mustafa parmaklarında kalan sac tellerine anlamsızca baktı. Halbu ki daha dün emmilerin Ahmet’e bağa erken gideceğiz, tez gel demişti.Babasına cevap verecekti ki iki eşek ile Ahmet’in geldiğini görünce içi rahatladı
“Baba ,Ahmet geliyor ! “ dedi “Ben atı ahırdan çıkarayım”
“Kardeşin Hüseyin’e sor, boş üzüm çuvallarını arabaya koydu mu ?” dedi İsmail ağa
Oğul Hüseyin, Mustafa gibi değil unutkandı. İsmail ağa oğlunun bu huyunu bildiği için sormuştu.
Hüseyin at arabasının yanında elinde üzüm çuvalları ile bitiverdi; gülerek,
”Tamam baba !” dedi “Hepsini aldım. “
O sıra iki eşekle yanlarına gelen Memiş’in oğlu Emminin Ahmet, Hüseyin’e;
“Hüseyin emaneti aldın mı ?” diye sordu.
Bunu duyan Fadime kadın kuşkulu gözlerle oğlu Hüseyine bakıp;
“Ne emaneti len ?” dedi. “Silah mı yohsa ?”
“……!”
Fadime kadın, onların sustuğunu görünce birden kaşları çatıldı.Çocukluğu İnallı köyü’nde geçmişti. İnallı, Nar gibi sulak bir yer değil, toprağın suya hasret kaldığı bir yerdi. Bundan dolayı çok ölümlü kavgalar görmüştü. Ne zaman bir silah görse saçları diken diken olur, elleri titrerdi.
Yine öyle oldu; elleri titrerken oğlu genç Hüseyin’e bağırdı;
“O dabancayı hemen yerine goy ! Dabanca namusdur ve ancak namus için daşınır !”
Hüseyin yumuşak huylu bir gençdi. Anası bişey dese hemen yerine getirir, iki etmezdi fakat, bu sefer öyle olmadı; annesine diklendi;
“Ana “ dedi “Ortalık iyi değil. Narlılar suyumuzu kesiyor diye Sulusaraylılar silahlanmış diyorlar !”
“Doğru söylüyor “ dedi Emmilerin Ahmet. Ahmet eşeğin üzerinde sözlerine devam etti;
“Narlıları vuracaz !” demişler”Gideceğimiz yer Sulusareay dibi. Ya bişey olursa ?”
“Bişey olmaz !” diye çıkıştı Fadime kadın. “Sen dediklerine bahma, Sulusaraylı bişey yapmaz. Biz gevurdan dönme miyiz ki, hepimiz Müslümanız !”
O sıra lafa İsmail Ağa girdi;
“Oğul “ dedi “Sen anayın dediğini yap. Silahı yerine goy ! Bi cahillik eder can yakarsın..”
“Ocağımız söner !” dedi Fadime kadın “ Söner de yüreğimize oturur. Ondan gari mapus damlarında oğul bekle !”
Hüseyin eşek üzerinde olanları izleyen Memişin oğluna baktı; Emmilerin Ahmet sen bilirsin dercesine Hüseyin’e kafa salladı.
Genç Hüseyin
“Tamam ana !” dedi “Lakin başımıza bi iş gelirse ?”
“Gelmez !” dedi Fadime kadın, omzunu dikleştirerek “Başımıza düne kadar ne gelmiş ki
bugün gelsin !”
“Sen bilirsin” dedi Hüseyin ceket altında ki şişkinliğe dokunup tekrar içeri girerken söylendi,
“İnşallah başımıza bi hal gelmez ! “
İsmail Ağa oğluna,
“Onu kaya dolabın yanındaki yüklüğün altına koy. Çoluk çocuk görmesin..”
Hüseyin babasının sözlerini duymadı bile; eve girip çıktığı bir olmuştu. Hüseyin’nin belinde şişkinlik artık yoktu.
Sarı Mustafa onlar tartışırken kırat’ı arabaya çoktan koşmuştu bile.
Melek gelin kocası Mustafaya yanaşıp usulca;
“Mıstafam !” dedi "Bu gece kötü rüya gördüm. Dikkatli olun emi !”
Sarı Mustafa pek nadir gülerdi; karısına bir şey demeden zorla gülümsedi.
…
Aile yola çıkmaya hazırdı. İsmail Ağa, oğlu sarı Mustafa, Karısı Fadime ve kızı Emine at arabasına binmiş Emmilerin Ahmet ve oğul Hüseyin ise eşeklere binmişti. İsmail Ağa kırat’ın çok sevdiği o cümleyi söyledi
“Haydi oğlum Bulhazbaşı’na ! Varır varmaz arpanı torbanda bil !”
Kırat sahibini anlamışçasına ileri atıldı. Yolun uzak olduğunu o da tahmin etmişti ama sahibine
güveni tamdı. Her adımda ayak kasları daha da şişiyor, bu yol ne ki dercesine arabayı kuş gibi uçuruyordu.
…
Dedik ya eylül sonları Anadolu da bir başka güzel olur. Yeşil asma yapraklı üzüm bağları gün doğumundan batımına değin sahiplerini bekler. Beyaz üzümlerin Güneş’e bakan yanakları utangaç gelin gibi al al olur. Misket, Parmak üzümü, ketengöynek, mor renkli buludu gibi üzüm çeşitleri sele ve kovalarla özenle toplanıp kamış örgülü küfelere konurdu. Bir kısmı kayadan oyma damlarda kuru çalı değneklere tek tek takılarak kış günleri sofralara hazır hale getirilir. Diğerleri ise pekmez yapımı için ateş üstünde büyük bakır leğenlere dökülüp kaynamayı bekler. Bu üzümlerden pekmez harici köftür, tarhana tatlısı yapılır. Köftür ve tarhana hasırlar üstüne küçük dilimler halinde konur ve Güneş’e nazır bir damda kurumaya bırakılırdı.
Siyah üzümler ise; sergi dediğimiz toprak tepelerde kurutulur. Her serginin göğsü mutlaka Güneş’e bakar. Kuruyan üzümler yağmur yaş değmeden özenle toplanır. Altında kalan topraklı üzümler ise delikli kalburlarda elenerek çuvallara konurdu.Sonraki yıllarda ise bu üzümlerin altına gazete kağıdı veya naylon serilmiştir. Böylece üzümün toprakla teması kesilmiş olur.
.
Anadolu toprağı bereket demektir. Anadolu onu seveni daha çok sever. Sevdikçe daha çok ürün verir.Sevdikçe ona gönül verenleri gücendirmez, gönüllerde taht kurar.
O gün Dülgerler’in Sulusaray yakınlarındaki Bulhazbaşı’n da ki kuru üzüm sergisi de böyledir. Sergide ki üzüm taneleri öyle güzel ve temiz kurumuşlardı ki İsmail Ağa eline kuru üzüm
salkımını alıp karısına gösterdi;,
“Fadime “ dedi “Şuna bah hele !”
Fadime kadın kocasının elindeki kuru üzüm salkımına şöyle bir göz attıktan sonra
“Heriif ! Maşallah de ! Maşallah ! Tüm salkımlar aynısı. Bu yıl fırtına mırtına da olmadı.
Olmayınca salkımlar gelin eli gibi maşallah !”
Fadime kadının oğlu Mustafa kuru üzümleri çuvallara dolduruyordu. Annesine güldü;
“Ana “ dedi “Gelin eli üzüm gibi mi olur ?”
“He tabi !!! Başka nasıl olur ? Elbette gelin eli gibi temiz olur” diye söylendi. Sonra başını
Mustafa’ya döndürüp;
“Sen garının elini heç kirli gördün mü ?”
Mustafa doldurduğu üzüm çuvalını sırtlayıp arabaya koyar iken,
“Doğru valla !” dedi “Bizimkinin eli hep temiz olur”
Fadime kadın
“Aah ah !” dedi “Anaların lafını bi dinneseniz ! Analar evladını hep korur amma bunlar bilmez !”
Sonra oğlu Mustafaya
“Mıstafam !” dedi “Keşke Saffeti’mi de getirseydin. Çocuk toprakta goşar oynardı !”
“Ana, gıyamadım ! Hem mışıl mışıl uyuyordu “ dedi Mustafa
Fadime kadın derince iç çekti,
“Aaah ah ! Ben yanarım yavruma ! Yavrumda yanar yavrusuna ! “ dedikten sonra
gözleri küçük oğlu Hüseyin takıldı;
Hüseyin sergideki işini yarım bırakmış, ayakta dikili bir halde etrafa kuşkulu gözlerle bakıyordu.
Fadime kadın
“Ne oldu len ? Gene değnek gibi dikildin !” dedi
Hüseyin anasına cevap vermedi. Arkadaşı Emmilerin Ahmet’e dönüp;
“Amet” dedi “İlerdeki çalılıklarda karartılar gördüm”
“Nerede ?” dedi Ahmet
Hüseyin elleri ile yüz, yüz elli metre ilerideki çalılıkları gösterdi,
“Aha, şu sivri kayanın ardındaki çalılıklar !”
Emmilerin Ahmet gösterilen yere dikkatlice baktı; bir şey göremedi.
“Hayal görmüş olmayasın ?” deyip güldü.
O sıra lafa babaları İsmail Ağa karıştı
“Az önce ben de gördüm. Fakat telaşta kalmayın diye ses etmedim “ deyince karısı Fadime kadın;
“Amanıııınnn !” diye hayıflandı. Sonrada devam etti,
“Aman ki aman ! Elinizi çabuk tutun ! Üzümleri sergiden toplar toplamaz buradan
hemen gidelim !”
Alel acele sergide kalanlarıda kalburla elemeden toz toprak içinde topladılar.
Sarı Mustafa inanmıyor, kırat’ı bağladığı yerden çözerken kendi kendine söyleniyordu;
“Yok canım !” diyordu “ Dört kocaman adamız, bize kim zarar verebilir ki ?”
Fadime kadın ise,
“Mıstafa dırlanıp durma ! Düşman uyumaz derler. İçime kurt düştü. Neme lazım
buradan hemencik gidelim !” dedi.
…
Öyle de yaptılar. At arabası ve eşeklere yüklenen kuru üzüm çuvalları hazırdı. Henüz elli altmış adım gitmişlerdi ki Fadime kadın;
“Tüüüh ! Kahretsin ! Kalburu sergide unuttum !” deyip gerisin geri yürüyordu ki İsmail Ağa,
“Dur kadın !” dedi “Ben şimdi alır gelirim !”
O gün hava gizemli bir haldeydi O gün Erciyes’in başı az bulutluydu fakat eteklerine
yerleşen sis onu belli belirsiz yapıyordu. Halbu ki başka zaman olsa Erciyes doruklarında ki karları gümüş bir madalya gibi doğaya yansıtırdı.Erciyes kendi bedenine saklanmış olacakları
görmemek için sanki yüzüne ince bir tül çekmişti.
“Tak ! Tak ! Tak !” Sonra bir daha
“Tak ! Tak !” etti.
Silah sesleri etrafı çınlattı. Çalılıklarda ki kuşlar korku ile havalandılar.
İsmail Ağa sıcak bir şeylerin vücuduna temas ettiğini hissetti. Vücudu ağırlaşmış, ayakları bedenini tartmaz olmuştu. Bu da neyin nesi dercesine elinden toprağa düşen kalbura bakıyordu.
O an vücudunu yoklamak aklına bile gelmedi.Belini doğrultamamıştı.
Bir ara karısı ve çocukların bulunduğu yere baktı; kendisine doğru koşuyorlardı. Ayakları altındaki toprakta kırmızı ıslak lekeler oluşmuştu.İsmail ağa bunlar bana mı ait dercesine şaşırdı. Ayaklarında takat kalmamıştı; dizleri büküldü ve bir çınar bedeni gibi toprağa devrildi.
“Babam !” diye bağırdı büyük oğlu sarı Mustafa “Babam sana gıydılar !”
Mavzer kurşunu İsmail Dülger yere eğildi ği an omzundan girip boynundan çıkmıştı.
Fadime kadın kendini yerden yere atıyor,
“Amanıınn ! Herifimi vurdular amanın !” diyor başka şey demiyordu.
Kendini ilk toparlayan sarı Mustafa oldu.; Babasının sırtından ve boğazından akan kanı
durdurmak istiyor diğer yandan kardeşine bağırıyordu
“Hüseyin at arabasını hemen boşaltın ! “
Hüseyin ve Emmilerin Ahmet bunu bekliyormuş gibi koşarak arabaya doğru gittiler.
Mustafa babasının kan akan boynuna boğça bezi sarıp onu kucağına aldı ve arabaya doğru
hızlıca yürüdü.
Gülşehir- Nevşehir kavşağına vardıklarında yaralı İsmail Ağa’nın iniltisi kesilmişti. Mustafa bunu farketmişti ama yanındakilere belli etmedi. Bir umutla belki yaşıyor diye düşündü. Nevşehir tarafına giden bir kamyon falan var mı diye baktı; toprak yol ıpıssızdı. Babası İsmail’in soluk alış verişleri belli olmuyordu.
Sarı Mustafa at arabasını süren kardeşi Hüseyin’e bağırır gibi;
“Hüseyin, atı kamçıla !” dedi.
….
Nar belediye meydanına vardıklarında Fadime kadın kocası İsmail’in hala yaşadığını sanıyordu. İsmail Dülger’den ise ses seda yoktu. Narlılar bir anda at arabasının etrafını sardılar. Ve İsmail Ağa’yı bir dolmuşa koyup hastaneye götürdüler..Akşam üzeri aynı dolmuş İsmail Ağa’yı evinin yakınında ki kara dutun dibine getirdi.. İsmal Dülger ölmüş, evine cenazesi gelmişti.
Karısı Fadime, kendini yerden yere atıyor , canhıraş feryatları belediyeye kadar ulaşıyordu.
“Gomşular İsmail’im gettiii! “
İsmail Dülger’in kızı ve oğulları derin acılar içinde bir şey yapamamanın ıstırabını yaşıyordu.
Oğlu Hüseyin göz yaşları içinde yumruğunu sıkarak,
“Babamın intikamını alacağım !” diye bağırdı
Salihlerin Hayriye kadın Hüseyin’e can oldu
“Al guzum ! Babayın ganını Sulusaray’lıya goma !”
Barutcunun Hayriye de fitili ateşler gibi,
“Aah ah ! Aslan gibi İsmail’i vurdu gahpeler !” diyor başka şey demiyordu.
Nar’ın erkekleri ise derin ve ezik bir sessizlik içinde cenaze evinde toplanmıştı.
Ortalıkta çıt yoktu. Herkesin yüzünde keder ve meçhule gezinen bir anlam vardı.
Hiç kimse bundan sonra olacakları düşünmek dahi istemiyor gibiydi. Çünkü Nar ve
Sulusaray arasındaki bu su kavgasında ilk kan akmıştı. Ya bu kanın devamı gelirse ?
Kirişlerin Emine’in ortalığı çınlatan sesi duyuldu;
“Eeey Narlılar ! Bu kan burada galmıyacak ! Adam olan bu ganı yerde bırakmaz !”
Başka bir ses;
“İsmailin ganı yerde galmaz ! Hesabı Sulusaray’lıdan sorulacak ! ” dedi
“Vah vah ! İsmail’i nerede vurmuşlar ?”
“Bulhazbaşı’nda diyorlar !”
“Çohlar mıymış ?”
“Bilmem. Gaç gişi olduğunu bilen yoh ! Alaman mavzeriyle vurmuşlar”
“Vah İsmail’im vah ! Boyunu posunu sevdiğim ! Sana nasıl gıydılar !”
“Vah ki vah !” dedi Milazımın Hayriye de
“Aslan gibi İsmail’i yediler ! Yedilerde bitirdiler ! “
Bir başka kadın ellerini dizlerine vurup feryat figan ediyordu;
“Vaaayy İsmail vaayy ! Elleri gırılsın ! Gırılsında gendi ganlarında boğulsunlar !”
İsmail Dülger’in oğlu Hüseyin yerinde duramıyor, insanlar ağıt yaktıkça daha çok kızıp köpürüyordu.
“Gan akacak “ dedi Hüseyin yere tütkürür iken “Öyle bi gan akacak ki !”
Hüseyin’in eli yüzü toz toprak içindeydi.Ağız kenarına bulaşan toprak çamurlaşmıştı.
Hüseyin sinirli bir halde yere bir daha tükürdü.
O sıra Muhtar, Hüseyin’in yanına yanaşıp, usulca;
“Hüseyin “ dedi “Biz de çok üzüldük. Bu mesele burada bitmeyecek lakin, önce babanı yarın
defin edelim. sonrası Allah kerim !”
Hüseyin muhtara cevap vermedi; ters ters baktı.
O gün ortalık çok gergindi. Bazı kişilerin ceket altları şişkin ve silahlı oldukları belli oluyordu.
Bu iş burada kalmayacak ilk kan sonrası kan akacak gibiydi.
Sarı Mustafa insanların yüzlerindeki öfkeyle karışık endişeyi görüyordu
“Allah kerim !” dedi Mustafa. “Muhtar doğru söylüyor;
"Yarına Allah kerim ! “
“Yarın ola hayır ola !” dedi tekrar muhtar. Muhtarın beli şişkin ve doluydu.
Sarı Mustafa çok hüzünlüydü. Babasının akan kanı hala elbisesindeydi. Değişmeye vakti dahi olmamıştı. Çaresizce parmaklarını sıkıyor, sıktıkça parmaklarından değil yüreğinden “Küt ! Küt !” ses geliyordu. Mustafa hırsla mırıldandı;
“Hele yarın bi olsun da !” dedi
…
.
Yarın oldu; Nar halkı göz yaşları içinde İsmail Dülger’i toprağa verdiler. Sonrası mı ?
Belediye başkanları, Jandarma komutanı, Nar ve Sulusaray ileri gelenleri toplandı,
Bu gergin ortamı yumuşatacak adaletli bir karar alacaklardı. .Ve aldılar.
Karar şöyleydi. Hiç kimse bir daha diğerine zarar vermeyecek. Su bundan böyle öğleden sonra Kemerpınar gölünden aşağı kısım Sulusaray’a akacak. Nar’dan hiç kimse suyu kesmeyecek.
Kesen olursa cezalandırılacak.
…
Olan güzel insan İsmail DÜLGER’e olmuştu.. Bulhazbaşı’n da kahpece sırtından vuruldu..
Bu olayı Nar halkı hiç unutmadı fakat, kinde gütmediler. Çünkü Narlıların tek bir amacı vardı; çocuklarını okutmak.
Olayı çocuklarına anlattılar. Çocukları da çocuklarına.
Ve bu dramatik öykü günümüze kadar geldi.
Bize de sevgili arkadaşımız Sedat DÜLGER’in bilgileri ve desteği doğrultusunda dedesi
İsmail DÜLGER’in acı öyküsünü yazmak kaldı.
Anısı önünde saygı ile eğiliyorum.
Ol hikaye budur.
Ruhu şad olsun !
.
Katilleri mi ? İki şüpheli beş yıla kadar ceza aldılar..Ve bir zaman sonrada çıktılar.
...
KAYNAK; Sedat DÜLGER (Torunu) ……..Emine Dülger KARACAKURT… (Kızı, 87 yaşında)
https://www.facebook.com/turgay.kozan.92
Hikayelerim -7
EMİNE GELİNİN HİKAYESİ
Aşağıda anlatacağım hikayede her ne kadar isimler farklı olsada olay gerçektir…
…
Emine, Çat Kasabası’nın en güzel kızlarından biriydi. Orta boylarda, kırmızı yanaklı, insana yakın
ve çalışkan bir yapıya sahipti. Emine aynı köyden Ahmet ile nişanlanmış yakında düğünleri olacaktı.
Bir gün Emine eşek ile tarlaya giderken önünü amca oğlu Kamil kesti.Kamil,
“Emine “ dedi “Ben sana yanıyom ! Benim olacaksın !”
Emine’nin elinde bağ bıçağı vardı. Kamil’in geldiğini görmüş bıçağın ağzını açmıştı.
“Kamil bah !” dedi “ Sen benim emmim oğlusun, ganımız yakın. Ayrıca ben nişanlandım, etme ! Senin yaptığın erkeklik değil.”
Kamil ne olur ne olmaz dercesine Emine’ye yaklaşmadan sırıttı;
“Emine, öyle ya da böyle benim olacaksın. Seni o adama yar etmem !” dedi
“Ben nişanlıyım” dedi tekrarından Emine “Sen benim gardeşim sayılırsın”
“Ne gardeşi laann! Ben senin için yanıp tutuşuyom !”diye bağırdı Kamil.
Emine elindeki testere gibi bağ bıçağını göstererek;
“Hele bi yanaş !” dedi “Hele bi yanaşda görelim !”
Kamil korktu; yanaşmadı fakat, Emine’ye el kol hareketleri yaparak uzaklaştı.
Fakat bu iş burada bitmemişti; Emmi oğlu Kamil, fırsat buldukça Emine’yi rahatsız ediyor,
“Emine benim olacaksun !” diyordu.
Emine tehlikenin farkındaydı ama elinden bişey gelmiyordu. Yaşlı babasına bir kez konuyu açmış, o da
“Ben Kamil’e söylerim. Bi daha yoluna çıhmaz” demişti.
Fakat Kamil onu sıkıştırıyor, ıssız yerlerde önüne çıkıyordu.
Derken güz geldi;Emine ve Ahmet düğün yaptılar. Güzel bir evlilikleri vardı. Bağ ve bahçeleri az olsada hayatı idame ettiriyorlardı. Bir gün kocası Ahmet’in dayısından Ahmet’e
“O iş tamam. Seni yakında Almanya’ya aldırdırım !” diye telefon geldi.
Ahmet sevinçle karısına sarıldı.
“Emine “ dedi “Dayım çağırıyo !”
Taze gelin Emin’nin içinde bişey “Cııız !” etti.Kocasının Almanya’ya gitmesine gçnlü razı değildi.
Kötü bir şeylerin olacağından korkuyordu.
“Eminem !” dedi kocası “Gider gitmez söz seni de aldırırım !”
Ama öyle olmadı; Ahmet Almanya’ya gideli iki yıl olduğu halde izine dahi gelemedi.
Emine gelin emmi oğlu Kamil’in bakışlarından çok tedirgindi.Onu takip ediyor peşini bir türlü bırakmıyordu.
Kamil yine bir gün Emine’nin önünü kesti;
“Emine kurtuluşun yoh ! Benim olacaksın !” dedi.
Emine belki iyilikle emmi oğlunu ikna ederim diye düşümdü;
“Kamil “ dedi “Bah gardeşim, ben evlendim bahlandım ! Kimi kimsem yoh ! Gocam senin bana sırnaşdığını duyarsa beni boşar ! Etme, eyleme ! Hayatıma yazıh etme !”
Kamil ekşi ekşi gülümseyerek Emine’nin yanından uzaklaştı fakat peşini yine bırakmadı.
…
Kış gelmişti. Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi sobalar yanıyor, dumanları raks ederek gök yüzünde dağılıyordu. Ahırlarda ineklerden sütler sağılıyor tereyağı ve yoğurt yapılıyordu.
O gün Emine helkide yoğurt kalmadığını gördü.
“Tüüüh !” dedi Helki de heç yoğurt kalmamış !”
Komşudan iki kaşık yoğurt almak için dışarı çıktığında emmi oğlu Kamil kapının önünde onu bekliyordu,
Emine’nin bir an dizleri titredi. Kamil paltosu sırtında ona alenen asılıyordu.
Eminenin başından aşağı kaynar sular döküldü. Döküldü de buz oldu o soğukta kaskatı kesildi. Emine çaresizce emmi oğluna baktı; Kamil yine o ukala tavırlarıyla gülümsüyordu. Emine'nin çaresi kalmamıştı. Dudaklarından şu cümleler döküldü;
“Kamil “ dedi “Beni mi istiyon ?”
“He !” dedi Kamil sarı dişlerini gösterircesine sırıtarak
“Yarın bizim ahıra gel ! Orası sıcah olur” dedi
Emmi oğlu Kamil ellerini oğuşturup,
“Tamam” dedi “Yarın ahırdayım ! Sözünden dönmek yoh ama ?”
“Yoh !” dedi Emine
Kamil dönüp giderken Emine gelinin gözleri gibi yüzüde buz gibiydi. Emine açılan çiçek işlemeli yemenisini sıkıca doladı. Komşuya gitmekten vazgeçmişti.Kararlı bir şekilde ahıra yönelip kapıyı açtı;
iki ineğine acır gibi baktı. Onlarla her zaman konuşur, evin horantası imiş gibi sohbet ederdi.
Emine gelin hiç bir şey demedi; kapıyı örttü üstdeki odasına gitti.
…
Ertesi gün olmuştu. Öğleye doğru emmi oğlu Kamil avlunun yarı açık bırakılmış kapısından süzülerek içeri girdi.Emine oda penceresinden onun gelmesini bekliyordu.Kamil’in geldiğini görünce aşağı inip ona zorla gülümsedei. Emine, Kamil’e;
“Sen ahıra gir. Üstünü çıharadur, ben hemen geliyom !” dedi
Kamil ahıra girip heyecanla elbiselerini çıkarmaya başladı.Öyle ya yanıp tutuştuğu kadın biraz sonra kucağında olacaktı.Kapının yan tarafında ki minderin üstünde çıplak vaziyette Emine’yi beklemeye başladı.
Emine’nin gelmesi uzun sürmedi. Ayak sesleri yaklaşıp kapı açıldı.
Kamil’nin heyecanı doruk noktasına çıkmıştı..Yıllardır özlemini çektiği an gelmişti işte.
Emine kapıdan içeri bir adım atınca Kamil onun elindekini gördü; Emine gelinin elinde sıkı sıkı kavradığı kocasının namusunu koruması için ona emanet bıraktığı sarı kabza bir ondörtlü vardı.
Kamil olduğu yere mıh gibi çakılıp kalmıştı. Emine’nin elindeki silah üç kez,
“Güm ! Güm ! Güm !” diye patladı.
Emmi oğlu Kamil tozlu minderin üstüne kanlar içinde yıkıldı ve bir dahada kalkamadı.
Jandarma geldiğinde Emine diz çökmüş bir halde ağlıyor bir taraftanda söyleniyordu;
“Neden Kamil ? Gendinede banada yazıh ettin ! Etme dedim ! Yapma dedim ! Yalvardım, yakardım !
Aaah Kamil, ikimizede yazıh ettin !”
…
Jandarma başçavuşu ahıra girip şöyle bir göz atınca durumu anlamıştı. Hıçkırıklar içindeki Emine’nin omuzuna elini yavaşça koydu ve;
“Hadi bacım” dedi “Gidelim !”
Emine gelinin elleri kelepçelenip jandarmanın jeep’ine binerken yakındaki camiden ezan sesi geliyordu. Emine’nin duvar dibine döktüğü yemek artıklarına kuşlar konmuş şu zemheri ayda bir an önce karınlarını doyurmanın sefası içindeydilerki askeri jeep “Puf ! Puf” çalışınca onlarda kanat çırpıp uzaklaştılar. Orada sadece bir kuş kalmıştı. Kuşun kanadı kırık gibiydi. Yürürken yalpalıyor, kanat çırpıyor ama bir türlü havalanamıyordu. Birkaç deneme daha yapan kuş olmayacağını anlayınca duvarda bir delik bulup içine girdi.
Belli ki o da Emine gelin gibi kaderine razı olmuştu.
…
ve aradan birkaç ay geçmişti. Nevşehir adliyesine yolu düşen genç bir adam nezarethanede Emine gelini gördü. Emine gelin olanları göz yaşları içinde kısaca anlatıp şöyle dedi;
“Abi bana çok ceza verirler mi ?”
Genç adam yöresel kıyafetler içindeki bu Çatlı geline önce acır gibi baktı. Sonrada gülümsedi,
“Yok bacım “ dedi “Senin idamın beş altı sene. Ağır tahrik, namusu müdafa, ne ararsan var.
Her şey hakimin elinde fakat sen en fazla beş altı ay yatar çıkarsın !”
Emine’nin hüzünlü gözleri birden ışıdı,
sevinçle
“Sahi mi abi ?” dedi “Doğru mu söylüyon ?”
“Doğru “ dedi genç adam. “Her kelimesi doğru “
…
Emine gelin altı yedi ay sonra çıkmıştı fakat olanlara Almanya da ki kocası bir türlü inanmamış olacak ki karısı Emine gelini boşamıştı. Hayat maalesef acılarla yoğruluyor. 1982 de Çat kasabasında geçen bu olay diğerleri gibi unutuldu gitti.Ve zaman ekmek arayan kuşların kanatlarında uçtu gitti ..Aradan yıllar geçti, kışlar, yazlar, zemheriler, baharlar geçti. .Emine gelin gibi saf ve temiz Anadolu kadınının acıları hiç bitmedi, bu güne kadar geldi. Dostlar yüreğinizde ki güzelliklerin eksilmemesi dileğimle !
Ol hikaye budur.
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
ANADOLU DA HARMAN ZAMANI
…
...
“Anaaa, ben ne zaman doğmuşum ?”
“Harman zamanı yavrııım ! Sen harman zamanı ekinler toplanırken doğdun !”
…
Anneler, çocuklarına eski harman zamanlarını anlatır ve
“Aah yavrııım !” derdi “Şimdi her şeyin golayı çıhdı. O zamanlar gara saban vardı. Trahtör mırahtör yohdu ki..Ekinler desde desde toplanıp at ile eşşek ile gaya harmana daşınır, gara saban goşulurdu. Bizim gençliğimizde elimize alacah orağımız bile yohdu.. Aaah ah ! Her şeyin golayı çıhdı da insan bunu şimdi bilemiyo.”
Bir zamanlar Anadolu da harman zamanı bir başkaydı.
Gün doğmadan sabah ezanında uyanan ve karınca misali telaş içinde koşuşturan insanların hikayesi çok eskilerde kalmadı.
Ocakta odun ateşinde pişen sıcak çorbanın buğusu havaya yükselirken ahırdaki ineklerin sütü sağılmış olurdu. Azıklar hazırlanır , At ve eşeklerin kaşağısı yapılır ,yola çıkmaya hazır hale getirilirdi.
“Gııızz Fatma ! Süzme yoğurdu bahır tasa goymayı unutma ! Bi de bekmez gabının ağzını sıhı bağla emi !”
“Tamam ana, annadık !” diyen uyku sersemi bir kız çocuğunun mahmur gözlerini güneş ışığı açardı.
Anadolu’da harman zamanı bir başkaydı.
Ve tarlada;
Yürekler ter kokardı, bereket kokardı, toprak kokardı. Terli ellerde ki oraklar uzandıkça ekine altın misali sarı başaklar deste deste toplanır ve emeğin karşılığı olarak gönüllerde bereket çiçekleri açardı.
Harman zamanı kuşlar, karıncalar ve tüm böcekler bayram ederdi.
“Maşallah ! Maşallah ! Bu yıl da çocukların rızkı çıktı !” diyen yorgun bir sesin gözlere yansıması sıcak bir gülümsemenin zafer işareti gibiydi. O gülümseme tüm yorgunluğu alır ve akşam üstü eve dönüşte çatlamış dudaklarda yanık bir türkü olurdu.
Harman zamanı eskiden Anadolu bir başkaydı.
Ve son;
Saçları, başları, elleri, ayakları toz toprak içinde ki o onurlu güzel insanların hikayesi keşke hiç bitmeseydi...
Ama bitti…
.
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
YÜREĞİ KEKİK KOKARDI
Onlar, güzel ülkemin güzel çocuklarıydı - Hikaye
…
Kekik, doğanın bize sunduğu en güzel kokulu doğal bitkilerinden biridir. Elinize sürseniz eliniz , yüzünüze sürseniz yüzünüzi yüreğinize sürerseniz yüreğiniz kekik kokar; Anadolu kokar,; insan kokar.. İşte bizim hikayemiz kekik kokulu yüreklerin hikayesidir.
…
O gece hava ağır, dağlar ağır ve gece ağırdı. Gökyüzünde yıldızlardan eser yoktu. Koyu gri bir karanlık içinde dağlar görünmez olmuş, dağ dorukları evrenenin sonsuzluğunda kaybolmuş gibiydi. Doğanın tenine sanırsınız siyah bir perde çekilmişti; göz gözü görmüyor ve dağ dağa yabancıydı. Derin bir sessizlik içinde doğanın yanaklarına dokunan soğuk iliklerine kadar işliyor geceyi daha zor kılıyordu.
…
Nevşehirli asker Mehmet böyle havalara bir türlü alışamamıştı; hani en azından birkaç yıldız olsa başını kaldırır gülümser, sonra da sohbet eder, içini ısıtırdı. Siz yıldızlarla sohbet eder misiniz bilmem ama Mehmet mevzide iken başını silahına yaslar, hayallere dalar; koynunda yıldız toplardı.
O yıldızların sıcaklığında şarkılar, türküler söyleyerek bambaşka dünyalara giderdi.
Bu gece ise hava çok karanlık ve soğuktu. Dağların doruklarına oturmuş karların gümüşi yansımaları olmasa göz gözü görmeyecekti. ..Halbu ki henüz gece yarısı bile olmamıştı.
Mehmet, soğuktan üşüyen ellerini huflayıp asker parkasının yakasını kulak hizasına kadar çekip kızgın bir ses tonu ile;
“Ula arkadaş ! “ dedi “Ne zaman milli takımın maçı olsa şansıma nöbet çıkıyor. Lan Çorumlu alacağın olsun ! “ diye söylendi. Sol elindeki silahı bırakmadan sağ eline küçük bir taş alıp hırsla karanlığa doğru fırlattı..
“Yuh lan ! “ diye bir ses duydu. “ Az kalsın ayağımı kıracaktın !”
O ses devam etti;
“Memed gene birine kızmışın belli “
Ona seslenen nöbet arkadaşı Yusuf’du. Maraşlı onbaşı Yusuf.
Mehmet, bulunduğu taş siperden çıkıp arkadaşına;
“Yav, görmedim, kusura bakma ! Bu gece biraz sinirliyim de !” dedi.
“Niye ?” dedi Yusuf onbaşı.”Hayırdır ? “
“Şu nöbet işi diyorum; ne zaman milli takımın maçı olsa hep bize denk geliyor.”
Yusuf güldü;
“ Çorumlu çavuş bilerek yazıyor ! Geçen ki maçda yine bizi yazdı bu hergele. Neymiş; maç saati tehlike büyük olurmuş da..Cesur ve gözleri keskin askerler nöbete yazılacakmış da…Tabur komutanının emriymiş de falan, yalan ! Hep bu Çorumlu çavuşun eli altından çıkıyor “
Bir küfür savurdu Mehmet. Sonrada pişman olmuş olacak ki;
“Kimbilir, ona kızıyoruz amma belki dediği doğrudur” dedi. Arkadaşı Yusuf’un omzuna elini koyup;
“ Taburda komutandan sonra en iyi nişancı sensin.”
“ İyi atıcı olmak suç mu kardeşim ? Herkes nöbet görevini yapmalı. Ne zaman riskli bir durum olsa nöbete bizi gönderiyor. Maraşlı gel ! Nevşehirli gel ! Şu askerlik bir bitsin anamı doktora götürüp gözlerine baktıracağım..Bizim komşulardan biri kapımızı çalsa içerden; Yusuf’um sen mi geldin diye sesleniyormuş .Gözleri görmediği için her geleni Yusuf sanıyor. Garibin bir ayağı çukurda; bugün var, yarın yok “
Mehmet,
“Oof ! Bu anaların var ya, hakları ödenmez” dedikten sonra cebinden bir paket sigara çıkarıp Yusuf’a bir tane uzatmıştı ki vazgeçip tekrar cebine koydu.
“Kahretsin ! “dedi “Bazen nöbette olduğumu unutuyorum “
Yusf güldü. O da cebinden bir şey çıkarıp Mehmet’e uzattı.
“Boşver sigarayı “ dedi “Al bunu ağzında çiğne . Ben hep öyle yaparım “
Mehmet, Yusuf onbaşı’nın uzattığı şeyi görünce;
“Yine mi kekik ?” dedi, o da güldü.
“ Kekik tabi ki ..Anam boşuna dememiş yüreği kekik kokulum diye. Maraş’ın dağları burası gibi kuru değil, her yan sanırsın kekik bahçesi. Ta ki çocukluğumdan beri kekikleri severim. Ben de alışkanlık oldu, bir tutam mutlaka cebime korum.”
Mehmet, Yusuf’un verdiği kekiklerden birkaç yaprak ağzına atıp çiğnedi.
“Biraz acı gibi ama kokusu çok güzel “ dedi
“Sigaradan yine iyi oğlum !”
“Kahretsin ! Sigarayı bırakamadım “ dedikten sonra devam etti ;
“ Arkadaşın Nihat maçda oynuyor mu ?”
“Oynamaz mı, elbette oynuyor “ dedi Yusuf. “Onunla Antep de birlikte oynamıştık.
O yıl ben de Maraş’dan Antep Arabanspor’a geçmiştim. Nihat’ı orada tanıdım. Topa bir vuruşu vardı ki top ile birlikte kaleciyi içeri sokardı. Bir gün kulübe birileri geldi; dediler ki biz bu çocuğu Beşiktaş’a götüreceğiz.. Anlaştılar. Gidiş o gidiş; sonrasını biliyorsun..Şimdi ise milli takımın en vurucu silahı !”
“Vay be ! Demek Nihat ile birlikte oynadın ha ?” dedi Mehmet. Mehmet, arkadaşı Yusuf’un Nihat’a olan sevgisini bilirdi. Yusuf, Nihat’ı belki yürmi kez anlatmıştı. Mehmet, Yusuf’un yarasına basmayı severdi. Şimdi yine şaka ile karışık yarasına dokundu;
“Nihat ile birlikte maç oynamak çok güzel bir duygu olsa gerek” dedi
“ Oynamak ne kelime, onunla can ciğerdik !”
“Şimdi sen burada, o ise ?”
“Hayat böyle oğlum ! Sende yarama dokunup durma. Bu gece içimde kötü bir his var. Neyse, bu geceki maçı bi alsalar ”
“ Alırlar ise ne yapacaksın ? “ Deyip güldü Mehmet.
Yusuf onbaşı bu soru üzerine bir an düşündü; sonra da;
“Golü Nihat atarsa sen benim yerime iki sefer nöbet tutacaksın. Yok eğer atamazsa ben senin yerine nöbet tutacağım. Var mısın ? “
Deyince Mehmet;
“ Tamam lan ! “ dedi “Anlaştık !”
Yusuf onbaşı arkadaşı Nihat’ın gol atacağına o kadar inanıyordu ki aksi bir durum aklına bile getirmek istemiyordu fakat ya aksi olursa ? diye geçirdi içinden.
Bu ortamdan sıkılmış gibi başındaki kepini çıkarıp taş siperin üstüne koydu. Sonra da ;
“Memed “ dedi “Bana bişey olursa yerime anamın elini öper misin ?”
“Lafa bak ! Bu da nereden çıktı oğlum ? Biraz önce maç konuşuyorduk, şimdi yine efkarlandın. Sana da, bana da bişey olmaz. Sen meraklanma ! “
“ De ki başıma kötü bişey geldi”
Mehmet, arkadaşı Yusuf’un ara sıra böyle şeylere takılıp kaldığını biliyordu. Son aylarda ikide bir “Bana bir şey olursa “ deyip duruyordu. Onunda canı sıkılmıştı; başını iki yana salladı.
“ Senin anan benim anam sayılır.” dedi Mehmet.
Asker Mehmet annesini çok küçük bir çocuk iken kaybetmişti. Sonra öğrendiğine göre anası zatürreden ölmüştü. Mehmet anne sevgisini hiç bilmezdi. Bayram günleri tüm çocuklar annelerine sarılır iken o; boynu bükük halde bir duvar dibine oturur hüzünle diğer çocukları seyrederdi. Anne sevgisi içinde hep bir ukde idi. Yusuf’a dönüp;
“ Anan, benim anam gardaş !” dedi tekrarından. Sonrada;
“Fakat sen de biliyorsun o yaştan sonra gözlerinin açılması çok zor !” dedi.
Yusuf ve Memet iyi iki arkadaş idi. Dertlerini paylaşır, gelecek için hayaller kurarlardı.
Yusuf’un anası ona kekik kokulum derdi. Kekik kokulum aşağı, kekik kokulum yukarı. Kasabada adı kekik kokuluma çıkmıştı. Aslında bu durumda biraz gerçek payı vardı; Yusuf dağ kekiklerini çok sevdiği için cebinde kekik otu taşırdı. Kokusu iki metreden diğer insanlara kadar varırdı. Memed bunu bildiği için kimi zaman onun cebinden birkaç dal alır, ağzında çiğnerdi. Ondan biraz daha kekik isteyecekti ki yüz hatları birden gerildi. Yüz metre kadar ileride bir gölgenin hareket ettiğini görür gibi olmuştu.
Mehmet, Yusuf onbaşı’ya yaklaşıp usulca ;
“ Yusuf bişey gördüm ” dedi “ İlerdeki çalılıkların orada sanki bir gölge kıpırdadı ! “
“Yok canım !” dedi Yusuf “ Sana öyle gelmiştir. Hiçbir şerefsiz cesaret edip buraya kadar yanaşamaz !”
“Lan oğlum, burası dağ başı. Adamlar yılan gibi kıvrıla kıvrıla geliir !”
Yusuf, Mehmet’in gösterdiği çalı yığınlarına doğru dikkatlice baktı; bir şey göremedi.
“Sana öyle gelmiştir “ dedi
Mehmet emin olmak için çalılığa doğru hareketlendi. Birkaç adım atmıştı ki Yusuf ;
“ Dur oğlum !” dedi. “ Sen manyak mısın ? Öyle dimdik gidilir mi heç ? Sen burada bekle ve beni koru. Ben tepenin yamacından usul usul gidirim “
“Komutana haber versek mi acaba ?” dedi Memed
Yusuf bu lafa kızdı;
“ Ortada fol yok, yumurta yok. Üstüne fırça yeriz. Hem milli takımın maçını bırakıp gelmezler ”
“Sen bilirsin !” dedi Memet. “Fakat sanki hareket eden bişey gördüm “
“Tamam, anladık !” dedi Yusuf “ Sen dediğimi yap; dikkatlice beni koru !”
Yusuf onbaşı silahı elinde tepenin alt yamacına doğru belini büküp bir panter gibi ilerlemeye başladı.
Memet, kurşunu namluya sürüp sipere yattı. Maraşlı Yusuf onbaşı’nın ardısırea bir süre baktı; Biraz sonra hiçbir şey göremez oldu. Yusuf onbaşı tepenin yamacında karanlıkta kaybolmuştu. Kendi kendine söylendi;
“ Yav !” dedi “Bu çocuk kadar fedakar ve cesur birini hiç görmedim. Komutan haklı mıdır nedir ? Korku nedir bilmiyor.. Beni göndermedi, kendi gitti. İnşallah ben o kıpırtıyı yanlış gördüm !” diye söylendi.
Memet derin bir nefes aldı. Yusuf’un onu verdiği kekikler dilini acıtmıştı; yere tükürdü. İçinden; bu çocuk bu otu nasıl çiğniyor diye geçirdi. Hem de Maraş otu gibi çiğniyor. Mehmet kendi kendine güldü. Güldü ama tedirgin olmaya başlamıştı. Yusuf’dan ses seda yoktu. Merak edip uzandığı siperden yavaşça ayağa kalkıp birkaç adım atmıştı ki ;
“ Tak ! Tak ! Tırraak !” diye silah sesleri duydu.
Mehmet’in içinde bir şey “Cıız !” etti. Ne olduğunu tahmin etmişti; karanlık boşluğa doğru silahın tetiğine bastı. Gecenin karanlığında silah sesleri dağın yamaçlarında yankılanıp geri dönüyordu. Mehmet ikinci şarjörü takıp ileri fırladı. Bir taraftan zikzak çizerek koşuyor diğer yandan ateş ediyordu. O sıra ayağında bir sıcaklık hissetti; Memed aldırmadı ; arkadaşı Yusuf onbaşı’yı görmüştü. Buz üstünde kayan bir patenci gibi sağ ayağını çeke çeke ona doğru gidiyor ve tepeden üstlerine gelen ışıklara doğru ateş ediyordu. Memet, güç bela arkadaşı Yusuf onbaşı’nın yanına vardı. Yusuf yerde hareketsiz yatıyor, silahı ise elindeydi.
Mehmet o sıra arkadan gelen silah seslerini duydu; takviye çabuk gelmişti fakat arkadaşı Yusuf iyi görünmüyordu. Mehmet bir yandan yerdeki arkadaşını korumak istiyor diğer yandan tepeye doğru ateş etmeye devam ediyordu.
…
Bir süre sonra silahlar sustu. Koyu gri bulutlar açılır gibi oldu; karanlık gökyüzü’n de birkaç yıldız göründü. Mehmet, Yusuf onbaşı’ya sarıldı;
“Gardaşım !” diye bağırdı “Seni vurdular ! ”
Yusuf onbaşı nefes almak istiyor ama sol göğsünün altındaki bir acı buna meydan vermiyordu. Çünkü Yusuf boğazından ve göğsünden vurulmuştu. Yattığı yerden güçlükle arkadaşı Memet’in ellerinden tuttu.
“Vu vu vuruldum !” diyebildi “Namussuzlar pusuda beni bekliirmiş !”
Mehmet şaşkın bir halde telaş içindeydi. Bundan önce bir olaya rast gelmişti ama o çatışma değil mayınlı pusuydu. Bir okulun duvarının önü kazılıp mayın konmuştu. Askeri araç geçer iken patlatılmış Allah’dan o zaman ölüm olmamış iki asker arkadaşı ayağından şarapnel parçalarıyla yaralanmıştı.
Oysa şimdi en sevdiği arkadaşı can vermek üzereydi.
Mehmet, kendi yaralı ayağını bile unutmuştu. Yusuf’a;
“Sen konuşma !” dedi. Sonra da cebinden bir mendil çıkarıp Yusuf onbaşı’nın kan akan boynuna sardı.
Yusuf;
“Ölirem ! Biliyom ölirem gardaş !” diye tekrarladı. “Anama öldüğümü söylemeyin ! Garibin gözleri zaten kurudu, görmez, bir de kalbi kurursa !!! “
“Gardaşım yaşayacaksıın !” diye bağırdı Memet “Sıhhiye şimdi gelir !”
“Gelse de kar etmez gari. Ölürsem beni buraya gömün”
“O nasıl söz gardaşım ! Öyle şey olur mu ? Seni…”
“ Memed, bana yalan söyleme. Sen de biliyon ki yaram derindir. Bana söz ver; anama gideceksin !. Ona de ki; ben geldim. Oğlun Yusuf geldi ! Sesimiz çok benziir ; anam seni ben sanır, sarılır, koklar. Cebinde kekik götürmeyi unutma ! Tenin kekik kokarsa hiç şüphesi kalmaz. Anamın yüreği söğüt dibinde kaynayan pınar gibidir; ne kadar içersem iç doymazsın. Memed söz mü ? Anama gidecen değil mi ?”
Mehmet, Yusuf’un gözlerine baktı; Ay ışığının altında feri bitmekte olduğunu gördü. Asker kepini çıkarıp yere vurdu.
“Gideceğim “ dedi. “Söz, gideceğim amma sen yaşayacaksın ! Birlikte arkadaşın Nihat’ın yanına gideceğiz. Diyeceğiz ki; Nihat biz geldik ! Sonra kendi aramızda maç yapacağız ! Birkaç çalım; Oh be ! Kral Nihat yerlerde ! Nihat bir tepsi baklava alacak. Boğaza nazır bir tepede güle oynaya yiyeceğiz ! “
Nevşehirli asker Mehmet arkadaşının yanında konuşurken ağlıyordu.
“Belli mi olur, Nihat seni takıma bile aldırır. Güzel futbol oynuyon.. Beşiktaş senden iyisini mi bulacak ? Olmadı cimbom’a gidersin. Senin adamı ters tarafa yatıran çalımın var ya ! Lan oğlum sen en kral futbolcusun !”
“Beni güldürme ! İçimde birşeyler yanir ! Ayaklarımı artık oynatamirim !”
Yusuf onbaşı zor konuşuyordu. Sesi derinlerden gelir gibiydi;
“ Memed kardeşim ! Kendini de beni de kandırma; bilirim birazdan öleceğim !”
“Yaşayacaksın !” dedi başka bir ses “Gurban sen yaşayacaksın !”
Bunu söyleyen Çorumlu çavuştu. Takviye birliğin içinde o da vardı.
Yusuf onbaşı, baş ucunda Çorumlu çavuşu görünce başını topraktan kaldırır gibi yaptı.
“Çavuş “ dedi “Maç kaç kaç ?”
Çavuş bir an Yusuf’un ne demek istediğini anlamadı. Anladığında ise göz yaşları içinde bağırdı;
“ Maçı aldık oğlum ! Hem de iki bir biz kazandık !”
Yusuf onbaşı’nın yüzünde bir gülümseme belirdi; bir yıldız gözlerinde parlayıp söndü.
“Golleer ?” dedi.
“Golleri Nihat attı ! Senin arkadaşın attı ! “
Bunu duyan Yusuf onbaşı başını usulca toprağa koydu ve;
“Memed “dedi “İddiayı kaybettin. Gplleri Nihat atmış !” Yusuf bir an durdu; nefesi boğazında tıkanır gibiydi. Son bir gayret sarf ederek;
“Helal olsun çocuklar ! “ dedi “Yusuf size gurban olsun ! “ dedikten sonra gözleri usulca kapandı ve bir daha açılmadı.
Çorumlu çavuş ise Yusuf onbaşı’nın kendine gelsin diye yakasından tutmuş hıçkırıklar içinde bağırıyordu. Sesi gecenin bir yarısı karanlığı yırtıyordu.
“Maçı aldık oğlum ! Maçı iki bir biz aldık ! Şimdi ölme zamanı değil ! Şimdi sevinç zamanı ! Hadi kalk aslanım ! Nihat’ın yanına gideceğiz ! Diyeceğiz ki; Nihat biz geldik ! Çocukları sevinçten sokağa döktünüz ya, size helal olsun diyeceğiz ! Hadi aslanım kalk ! “
…
Ne yazık ki Yusuf onbaşı gayrı başka dünyadaydı. Ne arkadaşı Nevşehirli Memet’i, ne de Çorumlu çavuşun hıçkırıklarını duyuyordu. Ay, koyu bulutlardan sıyrılmış, şavkı Yusuf onbaşı’nın yüzüne yansıyordu.
Yusuf’un yüzünde belli belirsiz ince bir tebessüm vardı; maçı kazanmanın zafer tebessümü.
.
Gerçek ise farklıydı; Türkiye o gece maçı iki bir kaybetmişti.. Çorumlu çavuş şehid Yusuf’a bilerek yalan söylemişti.
…
Yıldızlar ardı sıra bir bir çıktılar. Bir yıldız şavkıyarak askerlerin bulunduğu tepeye doğru kaydı. Diğer bir yıldız ona nisbet yaparcasına ardısıra sağdı. Tüm yıldızlar bir bir Yusuf onbaşı’nın şehit olduğu tepeye sağdılar. Yıldızlar ince ve uzun beyaz bir renk oluşturdular. Sanki birini içlerine almak ister gibi o tepede dolanıp duruyorlardı. Bir süre sonra aradıklarını bulmuş olmalılar ki tüm yıldızlar hep birlikte tekrar göğe yükseldiler.
Doğa eski haline bürünür iken Ay’ın rengi solmuş, yıldızlara hüzünle bakıyordu.
…
…
Geceye düşen yıldızlar yağıyor
Ay’ın ahraz dili tutuk
Gözlerin gibidir şafak; ayağa kalk ey çocuk !
Bu hasret senin, benim, hepimizin
Bir memleket ki; yüreği kekik kokuyor
Saçlarında al, beyaz güller, karanfiller
Kıymayın efendiler;
Toprağın iki eli yakanızda
Kızgın sacda kavruldu sevdalar
Dağlara söylenen türküleri vurdular
Kan revan içinde umut
Ey Nemrut ! Taştan mabetlerin ağlıyor
Koşun çocuklar koşun !
Filizkıran fırtınası var.
Kalbinizi Güneş’e tutun !
…
…
O güzel çocukların ruhu Şad Olsun !
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
RAMAZAN SOFRASI
…
Bugün günlerden Cuma
Babam en güzel elbiselerini giymiş.
Sabun kokuyor gömleğinin yakası
Yeleğinde dede yadigarı saatide cabası
Birazdan ezan okunacak
Anam “ Heriiif !” diye bağırıyor içerden
“Oğlanı da götür namaza, yoksa sokakta kuduracak !
Sene bin dokuz yüz yetmiş ve aylardan ocak
Babam şaşkın şaşkın ayakkabısına bakıyor;
Zavallı ökçesi kırıldı kırılacak
Dışarda lapa lapa kar yağıyor
Kar, bembeyaz ve çırılçıplak
Bir ebabil sağıyor başımı yalayarak
Bir yanım şaha kalkmış tay gibi
Diğer yanımda kavak yelleri esiyor.
Hülyalara dalmış küçük bedenim
Ah benim güzel anneciğim
Kuru fasulye hazır, Bizi bekliyor honça da
Ocakta tereyağlı erişte pilavı
Yanında bir de dolma turşusu varsa
Değmeyin şu Ramazan sofrasına !
(Gözlerin memleketim - Şiir kitabımdan )
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
HALİL CAN
Bir sevda hikayesi - MONA ROZA
…
Her yürekte bir sevda yatar. Hikayemizde o sevdalardan birini anlatacağız..Ne kadar gerçek tam olarak bilmesekde bize düşen yaşanmış her sevdaya saygı duymak gerek diye düşünüyorum.
İşte Nar da gizli kalmış o unutulmaz deli dolu aşk hikayes;
…
Yıllar önceydi; Nar da ortaokul olmadığı için Halil Can Nevşehirde orta üçe gidiyordu. Yaşı küçük olsada uzaktan gören onu yakışıklı, boylu poslu bir delikanlı sanırdı. Genç Halil Can bir taraftan derslerine çalışırken diğer yandan o zamanlar küçük bir yer olan Nevşehirde simit fırınlarının önünde avare avare dolaşır ve cebinde şayet parası varsa bir simit alır Nar’ın toprak yolundan yürüyerek eve gelirdi.
Bir gün Halil Can okul çıkışı simit fırınının önünden geçerken çok acıktığını hissetti. Elleriyle ceplerini yokladı; kahretsin ! Cebi bomboştu. Oysa canı öyle çok simit çekmişti ki..Para alacağı bir tanıdık var mı diye etrafına baktı; kimse yoktu. O sıra fırının yan tarafındaki taş binanın penceresinde saksıları sulayan kendi yaşlarında bir kız gördü. Kızın gözleri bahar mevsimlerinde açan menekşe rengiydi. Halil Can heyecanlandı; ne yaptığını bilmeden kıza baka kalmıştı. Kız ise ona gülümserken başındaki saçlarını kapatan beyaz tülbenti beni iyi gör dercesine yana çekti. Halil Can’nın aklı başından gitmişti. O an kumral saçlı, menekşe rengi gözlü kıza aşık oldu. O gün eve nasıl gittiğini bile bilemedi. Küçük kalbi güm güm vuruyor, vücudunu ateşler basıyordu.
…
Ertesi gün, daha ertesi menekşe rengi gözlü kız Halil Can’ın okuldan çıkmasını bekler gibi aynı saatte pencere kenarındaki çiçekleri suluyordu. Her iki genç içinde aşk bacayı sarmıştı..Bir gün kızın annesi bu durumun farkına varmış olmalı ki menekşe gözlü kız bir hafta, on gün kadar pencerede görünmedi. Halil Can için hayat durmuş gibiydi. Geceleri bile Nar’dan yürüyerek kızın penceresi altına geliyor fakat perde bir türlü açılmıyordu.
Halil Can tam umudunu kaybetmişti ki ayakları önüne bir taş düştüğünü gördü. Taşa bir kağıt sarılmıştı. Halil Can kağıdı elleri titreyerek açtı. Yazılanları okuduğunda ise yüzü bembeyaz olmuştu. Kağıtta menekşe gözlü kız şöyle diyordu;
“Annem birbirimizi sevdiğimizi gördü. Bana her şeyi yasakladı. Birkaç gün sonra beni Niğde’ye halamın yanına gönderecek. Adres Kayaardı… bilmem nere…Seni seviyorum”
Halil Can’ın başından aşağı kaynar sular döküldü. Elindeki kağıdı hırsla sıktı sıktı.. Pencereye baktı; tül perde hafiften kımıldasada sevdiği görünmüyordu. Bir süre daha fırın yanında bekledi; akşam olmak üzereydi, ne gelen vardı ne giden, Halil Can tarifsiz hüzünler içinde Nar yolunu tuttu.
…
Menekşe gözlü kızın dediği doğru çıkmıştı; birkaç gün içinde annesi onu Niğde’ye götürmüştü..Halil Can okul biter bitmez bir yerden dolmuş parası bulup Niğde’ye gitti. Kızın yazdığı adresi bulmuştu ama evleri bir bağ içinde ve iki azgın köpek vardı..Tüm hevesi kursağında kaldı, onunla görüşemeden geri döndü.
…
Aradan altı, yedi ay geçti; Halil Can Nar’dan salatalık toplamış Niğde’ye götürmüştü..Bu sefer menekşe gözlüsünü görmeye kararlıydı. Bağ evinin karşısındaki tepeye gidip oturdu. Bir süre sonra kız halası ile kapıda göründü. Pazara gidiyor olmalılar ki ellerinde Pazar çantası vardı. Halil Can hala ve kızı takip etti. Pazar yerinde bir punduna getirip kızın eline dokundu. Kız ürkerek elini çekti ve usulca
“Beni nişanladılar “ dedi.
Halil Can dona kaldı. Pazarın tam ortasında canlı bir heykel gibi duruyordu. Tüm hayalleri birden silindi. Sevdiği, uğruna canını bile vereceği menekşe gözlüsü elden gidiyordu. Kendini çabuk toparladı; kızın yanına bir daha vardı. Kızın gözlerindeki korkuyu görünce durumu anladı.. Salatalıkları Pazar yerinde bırakıp Nar’a döndü.
…
Narlı Halil Can yaşam direncini ve içinde büyüttüğü sevdasını hiç bırakmadı; sınavda başarı gösterip polis oldu.. Fakat hayatın cilvesi devam ediyordu; polis olduğu yerde amiri yani komiser sevdiği kızın kocasıydı..Tesadüfün ancak böylesi olabilirdi. Halil Can'ın başından aşağı kaynar su döküldü. Ve hiç düşünmeden emniyet müdürünün yanına varıp rozetini çıkarıp masaya koydu;
"Müdürüö" dedi "Ben polislikten istifa ediyorum"
Müdür;
"Etme !" Yapma ! Bu işten daha iyisini bulamazsın !" desede Halil Can kafaya koymuştu, istifa edecekti ve öyle de yaptı. Çok sevdiği mesleği bırakıp tekrar Nar'a döndü.
...
Aradan yıllar geçti; Halil Can o menekşe gözlü kızı hiçbir zaman unutmadı. Evlilik çağı gelmiş ama evlenmiyordu. Çünkü evleneceği kızın gözleri sevdiğine benzesin istiyordu. Bir gün sevdiğinin gözlerine benzeyen menekşe gözlü bir kız buldu ve onunla evlendi. Ondan güzel çocukları oldu..Aradan yine yıllar geçti. Halil Can bir gün o sevdiği kızın hastalanıp öldüğünü ve kızının Niğde Ziraat Bankası’nda çalıştığını duydu. Gençlik heyecanı yüreğine güm güm vuruyordu. Kız acaba annesine benziyor mu ? diye düşündü. Merakını yenemedi ve bir gün otobüse atladığı gibi Niğde'ye gitti.
Halil Can bankaya girip tanıdık bir sima aradı. Gişedeki genç kızı görünce sıcak bir şey kalbine doğru aktı.
“Aman Allah’ım ! Annesine ne çok benziyor “ diye söylenip gişeye yanaştı
“Beyefendi buyurun !” dedi kız.
“Pa pa para yatıracaktım da !”
Genç kız menekşe gözlerini ilk defa gördüğü bu yabancıya dikip;
“ Tabi, olur. Hani para ?”
Halil Can telaş içinde ceplerini karıştırdı. En sonunda bulmuş olmalı ki bir tomar parayı elleri titreyerek kıza uzatı.
“Kaç para ?”
“….!!!”
“Beyefendi beni duymadınız ! Kaç para dedim ?”
“Bi bi bilmiyom. Siz sayarsınız”
Genç kız gülümseyip kendisine uzatılan parayı saymaya başladı.
Halil Can ise kızı süzüyor, annesine ne kadar benzediğini bulmaya çalışıyordu. Benzerlik hoşuna gitmiş olmalı ki gülümsedi. Sırtından büyük bir yük kalkmışçasına rahatladı. Çünkü bu kızın gözleri gençlik yıllarında gönlünü kaptırdığı menekşe gözlü annesine öyle çok benziyordu ki..
İşlemler bitince bankadan hüzünle çıktı. Nevşehir arabasını bekledi. Bir süre sonra araba gelince bindi ve son defa bankanın bulunduğu yere baktı;
“Eyvallah sevdiğim kadının çocuğu !” dedi “Bir daha seni görür veya göremem, bana eyvallah !”
İçi buruk bir vaziyette Nevşehir'e döndü.
Halil Can'ın bir kızı dünyaya gelmişti. . Ve adını bir zamanlar gençlik yıllarında sevdiği kızın adını koydu.
Ol hikaye budur.
…
Bize düşen mi ? O güzel insanları rahmetle analım ve onlara yakışan şiire dokunalım;
...
Mona Roza siyah güller ak güller
Gülcenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aah ! Senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller.
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona anla ben öteliyim
Açma pencereni perdeleri çek !
……………..Sezai KARAKOÇ
…
Kaynak : Meral Tuzköylü Aykutalp
Nevşehir - Halil Can'ın Taskobirlik'den mesai arkadaşı.
Muharrem NALÇACI – NEV-NAR
CENNET
…
Çocuk;
“Cennet de ekmek var mı anne ?” dedi
Habibe kadın hasta yatağında yatan küçük kızının kanı çekilmiş solgun yüzüne baktı; içinde yanardağdan henüz çıkmış kızgın bir lav dolaştı. Ciğeri yanıyordu; kızı her zaman ki soruyu sormuştu. Ona her seferinde “ Evet, tabi ki var kızım” der sonra diğer sorulara yanıt vermeye çalışırdı. Kızının adı Cennet idi. Cennet kız cenneti çok seviyor olmalı ki “Cennet” lafını duyunca gözleri ışıl ışıl yanardı. Babasını işten attıklarından bu yana kuruşa muhtaç bir hayat yaşıyorlardı. Bir de kızının kanser hastası olması onları tamamen yıkmıştı. Doktorların söylediğine göre kızı Cennet’in kısa bir ömrü kalmıştı. Son görüşmelerinde ise doktor Salih şöyle demişti;
“ Bacım Allah’dan umut kesilmez fakat kanser her yana yayılmış maalesef” demiş sonra susmuştu. O günden sonra Cennet kızın yanında onun hastalığı hakkında kocası Hilmi ile bir daha hiç konuşmadılar. Nasıl konuşsunlar ki elleri, ayakları, gözleri ve ciğerleri yanıyordu. Kocası Hilmi belki bir iş bulurum umuduyla bugün yine evden dışarı çıkmıştı. Komşuların verdiği birkaç parça ekmek naylon poşette öylece duruyordu. Cennet kız bişey yemiyor, içmiyor, o yemedikçe kendileride yemiyordu. Nasıl yesinler ağızlarına aldıkları her lokma boğazlarında taş gibi takılıp kalıyordu.
Cennet kız her zamanki sorularını annesine tekrar yöneltti;
“ Cennet de bal olur mu anne ?”
Habibe kadın kızına bakıp zorla gülümsedi;
“Olmaz mı heç !! Hemi de kovan kovan bal olur”
“Kaymak ?”
“ Oooo, istediğin kadar”
“Cennet de Pambişler de olur mu ?”
Kızının çok sevdiği kedisi Pambiş geçen yıl ölmüştü.
“Aah bir görsen kızım ! Bir görsen; oradaki Pambişleri öyle çok seversin ki “ dedi
Bu lafı duyunca Cennet kızın feri yitik gözleri canlanır gibi oldu;
“Ne güzel !” dedi “Cennete gidince hepsiyle arkadaş olur, oynarım”
“Oynarsın “ dedi Habibe kadın. Sesi boğazından zor çıkmıştı. Kızgın bir demir dilini yakar gibi oldu; gözlerine hücum eden baraj kapaklarını sıkı sıkı kapadı.
Bunu fark eden Cennet kız ;
“Anne, niçin dişlerini sıkıp dudaklarını ısırıyorsun ki ? Ben yakında zaten cennete gideceğim. sevinmelisin. Hani babam ve sen derdin ya cennet çok güzel bir yer diye.. Hem babamın orada işi de olur, kimseye muhtaç olmayız.. Kimse orada iftira atmaz, babam , sen, ben ve Pambiş mutlu bir hayat yaşarız..Yaşarız değil mi anne ?”
Habibe kadın gözlerini zorlayan baraj kapakları açıldı; iki kızgın lav yanaklarına doğru aktı;
“Evet yavrum !” dedi “Orada mutlu bir hayat yaşayacağız”
Cennet kız küçük elini annesinin yanaklarına uzatıp akan yaşı sildi.
“Anne, ne olur göz yaşlarını benden gizleme..Bazı geceler babamla konuşurken ağladığınızı duyuyorum. Benim için çok üzüldüğünüzü söylüyorsunuz. Ne olur üzülmeyin. Hani cennete giden çocuklar melek olur derdin ya ! Ben melek olacağım değil mi anne ?”
“Evet, hem de kanatlı melek !”
“Ah, ne güzel ! Kelebekler gibi uçarım ! Çiçekten çiçeğe, gülden güle ! O zaman sen hiç ağlamazsın; ardımsıra bakar kah kahalarla gülersin.” derin bir nefes aldı. Cennet kızın nefesi boğazından zor çıkmıştı.Birkaç kez kesik kesik öksürdü ve devam etti;
“Anne, ben gülmeyi unuttum, şimdi öyle çok özledim ki “
Habibe kadın hıçkırıklar içinde kaldı. Gözlerinden akan yaş elindeki mendili sırılsıklam yapmıştı. Kızına bir şey diyecekti ki kapı açıldı; kocası Hilmi elinde küçük bir market poşetiyle içeri girdi.
“Babaaa !” dedi Cennet kız. “Yoksa iş mi buldun ?”
Hilmi bey karısının ıslak gözlerine baktı; durumu anlayınca;
“Evet gelincik” dedi. Hilmi bey kızına oldum olası gelincik derdi. “ Bir inşaatda gece bekçiliği yapacağım. “
“Aah ne güzel ! Baba en sonunda bir işin oldu.” deyip sevindi kızı. Sonra babasının elindeki poşeti görünce;
“Baba bana ne aldın ?”
“Bisküvi, en sevdiğin çikolatayı ve bir de Pambiş”
dedikten sonra tüylü oyuncak kediyi kızına uzattı.
“Kızım bu çok güzel ! Aha şu düğmeye bastığında kedi gibi miyavlıyor”
“Ah baba ! Dediğin gibi Pambiş de pek güzelmiş. Çok teşekkür ederim. Baba paran var mıydı ?”
Hilmi bey yutkundu.
“Şey !” dedi “Hani marketci Memed abin vardı ya, hah işte ondan aldım”
“Çok güzelmiş.”dedikten sonra annesine dönüp;
“Anne, ben cennete Pambiş ile gitmek istiyorum”
Habibe kadın kızına sımsıcak sarılır iken;
“Yavrum “ dedi “Sen nasıl istiyorsan öyle olsun !”
Cennet kız annesinin bu lafı üzerine kucağındaki oyuncak Pambiş’e gerçeğine sarılır gibi sarıldı.
…
O gece Cennet kızdan hiç ses seda çıkmadı. Başka zaman olsa ağrılarından uyuyamazdı. Aile “Her halde sevinçten uyuya kaldı” diye düşündü. Sabah olup oda kapısını açtıklarında Cennet kız cennete gitmiş bir halde cansız yatıyordu. Kucağında ise babasının aldığı oyuncak Pambiş’i vardı. Annesi Habibe;
“Yavruuum !” diye üstüne kapandı. “Yavrum gitmiş !”
…
Acı haber tez duyulur derler; haberi duyan eve gelmeye başladı.
Biraz sonra iki polis geldi. Polisler kapı önünde bekleyen kalabalığı görünce bir anlam veremedi.
“Hilmi Eken’in evi burası mı ?”dedi bir polis.
Kapı önünde başı önde, yıkılmış bir vaziyette oturan Hilmi bey ayağa kalkıp;
“Evet “ dedi “Hilmi benim ?”
Polisler;
“Hakkınızda şikayet var” dedi “Bir marketten bisküvi ve oyuncak çalmışınız. Lütfen bizimle karakola gelin”
Kalabalığın içinden bir komşu polisin koluna girip kapıyı açtı ve içeride cansız yatan Cennet kızı gösterdi ve
“Memur bey “ dedi “Çalınan oyuncak bu muydu ?”
Polisin evrak tutan elleri titredi ve dudaklarından gayri ihtiyari;
“Aman Allah’ım “ cümlesi döküldü. Sonrada dışarıda bekleyen arkadaşına;
“Veli” dedi “Buradan hemen gidelim. O namussuz marketçiye söyleyeceklerim var”
“
Sevgili dostlar çok zor günlerden geçiyoruz. Bu bir kısa hikaye fakat kimi zaman gerçeğine şahit oluyoruz. Kainatı Yaradan ülkemizin ve çocuklarının yardımcısı olsun !
O güzel insanlara şu kadarcık ince bir dil olabildiysek ne mutlu bize..
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
“NAR” DEDİKÇE KALBİM GÖZYAŞI DÖKER..
Hafta sonları uykunun ve dinlenmenin günleri olsa da bu sabah ezanından sonra beni uyku tutmadı. Günün planlamasını kafamdan yaparken birden ruhumu içimden hiç de eksik olmayan memleket hasreti sardı. Kulağıma sabah namazını kılmış, sobanın kovasını değiştiren anneannemin elinden gelen hassasiyetle, biz uyanmayalım diye takırtı yapmadan değiştirdiği soba kovasının sesi geldi. Ardından havalandırılmış odada soğuğu hissederek yorganın içine kaçtığım o keyifli titremem geldi. Ardından huzur veren bir gümbürtüyle sobadan dil çıkaran yalazın, alacakaranlıkta tavana vuruşunun verdiği ve içimde mutluluk uyandıran huzurla yeniden uykuya dalışım..
Uyanırken anne ve babamın sessizce başımızda bizim uyanmamızı bekledikleri cümle odasında onları ve dedemi görünce hafiften şımarık bir mutluluğun tüm benliğimi sardığı an.
Annemle anneannemin hazırladıkları koca koca kesilmiş ve üzerine tuzu sonradan atılmış patatesi de içeren o caaanım kahvaltı.
Kahvaltıdan sonra adeta onların da torunları olduğum gibi bir duyguyla karşı komşumuz Bıyıkoğullarına günlük rutin olarak yaptığım nezaket ziyareti. Bu ziyaretten en çok aklımda kalan ve hiç unutamadığım Besime Nene’min ( Nur içinde yatsın—Adını andıklarımın hepsi nur içinde yatsınlar.) Sabah erkenden sobanın üzerine koyduğu içinde kurutulmuş kaburgayla pişen ve tüm odayı kokusunun sardığı yemek. Büyük bir görüş açısı olan pencerelerinden damlardan ve çatılardan sarkan buzları, dizboyu olan karı, şimdilerde çok da hasret kaldığımız manzaraları izleyip, Besime Nene’min elinde patik örerken torunu Mehmet’e söylediği maniler..
“Işıl ışılım, alım yeşilim, dalga dağıtanım, ciğer soğutanım, malım mülküm, samur kürküm, altınım burmam , anam babam, bi dene Memmed’im.”
Eve döndüğümde, evin yumuş uşağı olarak her gün orta mahalleye gitmek zorunda olduğum giderken de ayaklarımın kara her basmasıyla duyduğum gıcırtıdan ve varsa gördüğüm her buzu kırdığımda işittiğim çatırtıdan aldığım zevkle geçen kısa yolculuğum. Şimdilerde pek de kolay yapamadığımız en güzel kış sporu işte. Her gün orta mahalleye git gel..
Derken eve döndüğümde kış kuruları ile yapılmış anneannemin muhteşem yemeklerine ve güzel turşularına hiçbir hastalık ve kilo alma endişesi olmadan ailece yumuluşumuz.
Çocuğum işte.. Sadece yiyip içip geziyorum. Yemekten sonra bulaşık yıkama derdim yok temizlik derdim yok. Yemekten sonraki keyfim, dedemin dizine yatıp onun saçlarımı okşaması ve beni sevmesi.
Sobalı bir evde kış günü odadan dışarı çıkıp,soğuktan titremenin zevki ne büyükmüş de bilememişim.
Hafta sonuna temizlenmiş ve sıcacık, kaloriferli bir evde girsem de mazideki doğal yaşamımın keyfine ermek ne mümkün.
İçimden özlemini bir türlü atamadığım Çocukluğumdaki hayatım mıydı yoksa çocukluk hayatımı dolduran büyüklerim miydi? Bence önce büyüklerimiz sonra da kaybettiğimiz değerlerimiz.. Ama hep söyledigim bir şey var:
” Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler.”
Tüm ifadeler:
90Sen, Ali İhsan Sarıhan, İlknur Gevrek Emmiler ve 87 diğer kişi
Figen Gümüş BAKKAL - NEV-NAR
Hikayelerim -5
ZAZALARIN GAZİ DERVİŞ
Esir düşmüş bir gazinin hikayesi;
…
Ano Yemen’dir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir
.....
“Emine ablaaaa !! Emine ablaaa !”
Burnu sümüklü bir çocuk hem koşuyor, hem de elinde ki saman sarısı rengi zarfı düşürmemek için sıkıca tutuyordu. Çocuk pervazları çürümüş Zazaların ahşap kapının önüne gelince durdu;derin bir soluk aldı ve kapı tokmağını hızlı hızlı vurmaya başladı;
“Emine ablaaa ! Benim ben, Memed ! Kapıyı aç hele ! ”
Emine gelin kayadan oyma damın önündeki toprağı temizliyordu. Sesi duymuştu ama sanki oralı değilmiş gibi süpürmeye devam etti.Emine gelin burnu karnında hamileydi.
Her hamile kadın gibi son günlerde iyice duygusallaşmış, her şeyi ters anlar olmuştu. İçinden bir ses bu çığrtkan çocuğun iyi bir haber getirmediğini söylüyordu. Yan tarafda ahır önündeki tezekleri kürekle çeken kocasına seslendi;
“Derviş ağa biri çağırır; Get hele bi bah !”
Kocası Derviş boyu ufak tefek olmasına rağmen iş canlısıydı. Evde iş yapmadan durmazdı. Genç Derviş elindeki boklu küreği duvara yaslarken karısına ters ters baktı.fakat bir şey demeden kapıya yöneldi.
Kapının tahta gorasını hızlıca çekti; karşısında soluk soluğa kalmış komşu çocuğu Memed’ı görünce
“Ne var ula ?” dedi “Ne böğürüp duruyon ?”
Çocuk elindeki sarı zarfı Derviş’in ayak ucuna atıp kaçtı.
O an Derviş’in yüzü sarı zarf gibi oldu. Çünkü sarı zarf demek savaş demekti. Seferberlik demekti.Çocuğun attığı zarfı alıp usulca açtı.Osmanlıca pek iyi bilmesede zarfta yazılanları okuyabilmişti. Harp ilan edilmiş ve kendisinin Niğde karargahına teslim olması emrediliyordu. Kapıda öylece kala kaldı. Ta ki karısı Emine’nin sesi gelinceye kadar
“Yav adam, oraya kapı tokmağı gibi ne yaslanırsın ! Kimmiş o ?”
Derviş karısına tam cevap verecekti ki Emine onun elinde ki zarfı görünce olduğu yere çöküverdi.
“Vay anaaam ! “ dedi “Derviş’im seni mi çağırırlar ?”
Derviş karısına ancak ,
“He ,beni çağırırlar “ diyebildi. O da kapının önüne çöküp yamalı cebinden bir tabaka tütün çıkarıp sarmaya başladı..
Çocuk gittikten sonra derin bir sessizlik hakim olmuştu. Hani sinek uçsa kanat sesi duyulur derle ya işte öylesine.. Bu sessizliği Emine gelin bozdu. Emine gelin kocasından daha cesur olmalı ki şişkin karnını tutarak ayağa dikiliverdi;
“Derviş’im” dedi “Garnımda çocuğun var. Kaderde varsa birlikte büyütürüz..Ola ki yoksa Allah yardımcım olur. Dönersen ne ala ! Dönmezsen çocuğuma baban şehid oldu der, sarılıp sarılıp ağlarım“
Derviş karısına bakıp gülümsedi. Genç Derviş gülümsediğinde yüzü çocuk yüzü gibi oluyordu. Ayağa usulca kalkıp karısının yanına vardı. Elleriyle onun oyalı yemenisinden taşan üzüm siyahı saçlarını okşadı.
“Emine’m” dedi “ Alnımda ki yazgıyı silemeyiz !. Vatan bana muhtaçsa gideceğim !”
Zazaların Derviş elindeki sarma tütünden derin bir nefes çektikten sonra,
“Döneceğim Emine’m ! İçimden bir ses döneceksin diyor. Mutlaka döneceğim !Beni bekle emi !”
Sarıldılar; İki yürek birbirine öyle sarıldı ki dağ olsa ortadan yarılır, nehir olsa yatağında taşardı.Onlarınki işte böyle bir sevgiydi.
...
Ve gidiş o gidiş; Zazanın genç Derviş evden çıktı. Niğde karargahına güç bela vardı ve oradan cepheye sevk edildi. Çanakkale ve Yemen cephesinde savaştığını biliyoruz.. Osmanlı askeri Yemen de iki cephede birden savaşıyordu; Bir tarafta isyancı YAHYA ve diğer tarafta Basra’dan gelen İngilizler..
Yemen de Osmanlı askeri perişan bir haldeydi. Ekmek, su, erzak yoktu. Düşmanla savaşacak ellerinde silah bile çok azdı..Ayaklarındaki kundura, çarık lime lime olmuş patlamıştı. Yaralı ayaklar çölde kangren oluyor, donanım eksikliği ve hastalıktan asker kırılıyordu. Bu şartlar altında Zazanın Derviş yılmadı, mücadele etti..Ve birgün bir çarpışma sonrası İngilizlere esir düştü.
İngilizler esir Türk esirlerini kendi sömürgeleri Arakan’a götürdüler. O esirlerin içinde Zazalar’ın Derviş'de vardı.
Derviş onbaşı Arakan da yıllarca esir hayatı yaşadı. Yanındaki arkadaşların çoğu koleradan, vebadan öldü.Kendiside hastalandı ama ölmedi. Bir gün bir İngiliz hemşire yanına geldi. Ona içmesi için bir şurup verdi.Fakat nedense İngiliz hemşire diğer hastalardan ziyade genç ve yakışıklı bu Osmanlı askeriyle daha çok ilgileniyordu.Hemşire bir gün;
“Osman !” diye ona seslendi
Derviş, bu gevur gızının ne demek istediğini anlamamıştı
“Ben “ dedi “Ben Derviş !”
Hemşire gülümsedi. Çat pat Türkçesi ile;
“ Ha ha hayır ! Sen Osman !” deyince bu sefer Derviş gülümsedi
“Anladım. Ben Osman ! Tamam !” dedi
O günden sonra sarı saçlı İngiliz kızı Derviş ile daha çok ilgileniyor ve ona cilveler yapıyordu.Bu ilgi İngiliz subaylarını kıskandırsa da kız oralı bile olmuyordu. Kızın adı Almira idi. Gönüllü hemşireydii. Gönüllü olduğu için subaylar ona fazla ses çıkaramıyordu.
Almira, Derviş iyileştikten sonra bile onunla ilgileniyor, ona yiyecek temin ediyordu.
Almira bir gün ona şöyle dedi;
“Osman, ben seni seviyor !”
Zazaların Derviş bunu zaten tahmin etmişti.Kıza ne diyeceğini şaşırdı. Nar da ki güzel karısı Emine hiç aklından çıkmamıştı. En zor anlarında bile Emine aklından hiç çıkmamıştı. Derviş karısına deli gibi aşıktı. İngiliz hemşirenin yeşil gözleri çok güzeldi belki, endamıda güzeldi fakat Emine onun için başkaydı. Derviş’in kırmızı yanakları iyice kızardı. Hemşireye ne diyecekti ? Düşündü ve doğruyu söylemekte karar kıldı;
“Almira” dedi “Ben evliyim !”
Almira sarı lüle saçlarını parmaklarıyla çekiştirdi. İnce dudaklarını ısırdı. Belli ki bu cevaba üzülmüştü. Zorla gülümsedi
“Sen evlisin ?”
“Evet” dedi Derviş onbaşı."Ben karımı seviyor !"
Almira ayakta öylece put gibi duruyordu. Derviş’e ne bir şey söylüyor, ne de bir hareket yapıyordu. Yeşil gözlerinin kirpik altları ıslandı; iki damla yaş yanaklarına aktı. Derviş’e hiçbir şey söylemeden döndü ve gitti.
O günden sonra güzel hemşire Almira’yı kimse görmedi. Birkaç gün sonra bir İngiliz subayı esir Derviş onbaşı’nın yanına gelip usulca
“Almira Basra’ya gitti “dedi.
Közlenen bir aşk olgunluğa ermeden bitmişti.Derviş onbaşı teneke kaplamalı esir koğuşundan dışarı çıkıp Almira’nın kendisine getirdiği uzun sigarayı yakıp derince çekti..”Kader !” diye söylendi.”Alın yazım böyleymiş !”
Gözleri Anadolu toprağına baktı; bomboş bir gökyüzü'nden başka hiçbir şey görünmüyordu. Vatandan ayrılalı kaç yıl olmuş unutmuştu. On beş yılı geçmiştir diye düşündü. Dile kolay en az on beş yıl. Gelen haberlere bakılırsa Mustafa Kemal orduyu toplamış karşı taaruza geçmişti. Anadolu Kurtuluş Savaşı veriyordu. Ya kendisi gibi esir olanlar ? Elleri kolları bağlı hiçbir şey yapamıyorlardı. Gözleri nemlendi; Ne zaman duygulansa gözleri nemlenir çocuk gibi ağlardı. Şimdi de öyle olmuş, ağlıyordu.
“Aah Almira !” diye söylendi “Keşke sevmeseydin “
Derviş onbaşı yırtık çarıklarını sürüye sürüye koğuşa girerken kendi kendine söylendi,
“Ah ulan Derviş ! Vatan mahzun, sen mahzun !”
...
…..
Aradan bir kış daha geçti. Zazaların Derviş güzel Almira’yı unutmuştu unutmasına ama bazen aklına gelince bir “Aaah !” çekmeden edemiyordu. Yine bir gün esir kampında ki çalışma alanına giderken bir İngiliz askeri ona bir mektup uzattı. Mektup Osmanlıca yazılmıştı. Bu mektup ona Almira’nın bir arkadaşından geliyor ve şöyle diyordu,
“Derviş Osman, Almira maalesef koleradan öldü. Ölmeden önce sana bir mektup yazmamı ve onun seni çok sevdiğini iletmemi istedi…”
Derviş mektubu okuyamadı..Toprağa gözlerinden birkaç damla yaş düştü.. Yaşlar çoğaldı sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Kaderde yaşanacaklar varsa yaşayacağız !”
O gün çalışma kampında ki işleri bitmiş koğuşa dönmüşlerdi. Derviş kederler içindeydi. O sıra bir esir arkadaşının sevinçle bağırdığını duydu;
“Bizimkiler savaşı kazanmış ! Cumhuriyet ilan etmişler ! Yakında esir değişimi yapacaklarmış !”
Zazaların Derviş bu sefer sevinçten hüngür hüngür ağlıyordu.
.....
…
O gün Anadolu da kavurucu yaz sıcağı vardı. Kara bulutlar sıyrılmış Güneş olanca haşmetiyle kendini göstermişti. Bir zamanlar kendine ağlayan topraklarda şarkılar söyleniyor, ozanlar saz çalıp türküler söylüyordu.
Dağ yamaçlarında yeşil çimenlerde kuzular oynaşırken çobanlar uzun kanatlı kuşlara el sallayıp sevdiklerine selamlar gönderiyordu.Güzel Anadolu toprakları Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle sanki bambaşka bir dünyaya girmiş gibiydi.Anaların gözyaşı dinmiş, çocukların baba hasreti bitmişti. Cephelerde şehit olanlar ve geri dönmeyenler hiçbir zaman unutulmamış, anma törenleri düzenlenmişti.Doğa yeniden yaratılmışçasına çok güzeldi.
Aynı durum Niğde’ye bağlı Nar Köyü’n de vardı. Kaya kertiklerine tutunmuş güvercinler bir birine sokulmuş sohbet eder gibi telaşlı başlarını sağa sola çeviriyor, ötüyor ve neşeli bir şekilde kanat çırpıyorlardı. Pal bir güvercin olacakları bilircesine havalanıp taklalar atmaya başladı. Bir diğeri, bir diğeri daha..Pal güvercinlerin hepsi havalanıp taklalar atıyor bir sermoni gösterisi yapıyorlardı.
Ahşap kapısı kırık kayadan oyma evin duvarında uzun kuyruklu bir kertenkele at böceğini yakalamak için pusuya yatmış bekliyordu. At böceği pusudan habersiz taş duvarın aralığından çıkmış kertenkeleye doğru yavaş yavaş yaklaşıyordu. Kertenkele avının yaklaştığını görünce heyecanla başını kaldırdı; tam böçceği çevik bir hareketle yakalayacakdı ki kapının tokmağı “Güm güm !” vuruldu. Kertenkele korkuyla kaçtı.
“ Gııız Emine ! Ben geldim !”
“…..!”
“Gıızz duymadın mı ? Ben geldim ! Derviş’in geldi !”
Evin kaya odasının kapısının gıcırtıyla açıldığı duyuldu. Kadın sesi
“Sen de kimsin ?” dedi
“Benim ben ! Derviş’in”
“Derviş öldü ! Seni tanımıyom !”
“Gıız, aç şu kapıyıda gör !”
Ayak sesleri yaklaştı ve kapı usulca aralandı; ve yaşmaklı bir bayanın başı göründü. Kadının kapıyı açmasıyla kapaması bir oldu;İçerden
“Sen Derviş değilsin !” dedi telaşla
Derviş onbaşı şaşırdı..Başından aşağı buz gibi bir suyun döküldüğünü hissetti. Biricik aşkı, sevdiği hasretiyle yandıüıi kadın onu tanımamıştı.İçinden bir La havle çekti;. Tekrar kapının tokmağını vurup bağırdı
“Gıız benim ! Derviş !”
“Senin Derviş olduğuna inanmıyom ! Şayet sen Derviş isen Bekirlerin İbraam Ağa’yı bul, o desin nanayım. Yohsa şimdi benim oğlan gelir gafanı taşla gırar !”
Derviş onbaşı kapıda öylece kalmıştı..Karısı Emine’nin huyunu bilirdi; Kapıda beklemek nafile diye düşündü ve geri dönüp hızlı adımlarla Bekirlerin evine doğru yürüdü..
Bekirlerin İbrahim kapının önünde tavuklara çürük buğday taneleri atıyordu. Derviş onbaşı’ya göz ucuyla şöyle bir baktı; umursamadı
“Selamınaleyküm !”dedi Derviş
“Aleykümselam !”
Bekirlerin İbrahim bu gelen yabancıyla hiç ilgilenmiyor, tavuklara yem atmaya devam ediyordu
“Yav İbraam, sen de mi beni tanımadın ?”
Bekirlerin İbrahim başını kaldırıp kendisine selam verene dikkatlice baktı baktı; bu minyon tipli, elma yanaklı simayı bir yerlerden tanır gibi oldu ama çıkaramadı. Ters bir laf söyleyecekti ki aklına bir şey gelmiş olacak ki ayağa fırladı;
“Olamaz !” diye bağırdı.Sonra,
“Derviş sensin ha ? Vay gardaşım ! Evine Hoş geldin !”
İki dost hasretle kucaklaştı. Konuşacakları çok şey vardı fakat şu an bunun zamanı değildi.Gazi Derviş kısaca durumu anlatınca İbrahim
“Emine valla doğru yapmış “ dedi “Ben bile seni zor tanıdım ! “
Sonra Gazi Derviş’in koluna girdi
“Gel hele gel !” dedi “Emine’ye beraber gidelim “
Biraz önceki kapıya geldiklerinde Bekirlerin İbrahim Ağa bağırdı
“Emine geliiin ! Aç kapıyı ! Bah sana kimi getirdim “
Emine gelin zaten kapının ardından hiç ayrılmamıştı. Yüreği güm güm atıyor, inanmak istiyor ama inanamıyordu. Çünkü seferberlikte gönderdiği Derviş’i bu Derviş değildi.Fakat Bekirlerin İbrahim Ağa’nın sesini duyunca inanmaya başlamıştı. Kapıyı usulca açtı. Utangaç gözlerle Derviş’e dikkatlice baktı. Evet onu cıldır cıldır yanan gözlerinden tanıdı
“Derviş’im sen ha ? diyebildi.Tam bayılıp yere düşecek iken Derviş onu kolundan tuttu. O an genç bir delikanlı yanlarında bitiverdi. İbrahim Ağa’ya bu da kim ? dercesine ters ters kızgınca baktı
İbrahim Ağa ona fırsat vermeden
“Mıstafa” dedi “Mıstafa bu senin Derviş baban ! O giderken sen anayın garnındaydın !”
.....
…
Hikayemiz bitti mi ? Hayır.
O gün havada bulut yoktu..Yemen’e giden geri gelmişti.
Acılar bir nebzede olsa dinmiş Gazi Derviş Anadolu topraklarındaydı ,
En sevdiği memleketndeydi. Birde karısı Emine’yi çok severdi..Birde cigarayı..
Zazaların Derviş’in yüreği sevgi doluydu;Tıpkı Anadolu toprağı gibi.
Anadolu da gayrı acı türküler yakılmıyordu. Giden gelmez derlerdi ama o gelmişti işte..
Zazaların Gazi Derviş 16 – 17 yıl sonra sevdiği kadına aşkına kavuşmuştu.
Biz çocuklar mı ? Onu; bu güleryüzlü sevimli ihtiyarı yaşlılığında tanıdık.
“Derviş Ağa savaşı bize biraz anlat derdik; O ağlardı.
O ağladıkça biz gülerdik. Hal bu ki her savaş insanı ağlatırdı, biz çocuklar bilmezdik.gülerdik..
Biz çocuklar güldükçe Gazi Derviş ağlardı.
Ol hikaye budur.
.....
…
KAYNAK; Halim GÜL ve Reşat YAZGAN’a Teşekkürlerimizle.
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
BAYRAMLIK ZİYARET
Kısa bir hikaye
…
“Tik tak ! Tik tak !”
Fadime ana saate umarsızca baktı; saat beşe geliyordu. Biraz önce ikindi namazını zorla da olsa kılmıştı. Bacakları titriyor, yorgun vücudunu taşıyamıyordu artık. Hal bu ki daha iki yıl öncesine kadar her işini kendi yapar, sabah namazlarını güneş çıkmadan eda ederdi. Şimdi ise vücut yorgunluğu ona ağır uykular getiriyordu. Kayın pederinin o henüz taze bir gelin iken aldığı sedirdeki halının yıpranmış, kıvrık uçlarını düzeltti. Ahşap pencere kenarındaki hasır yastığı kendine doğru çekip bel verdi. Fasime kadının feri gidik yaşlı gözleri dış kapıdaydı.Elindeki yüz birlik tespiği hırsla çekerken söylendi;
“Aaah ! Ah !” dedi “Belli ki Muradım bu bayramda gelmeyecek. Beni unuttu gitti. O gelin yok mu o gelin, o türemiyesice herifin gızı ! Hep onun yüzünden. Yohsa Muradım heç gelmez mi ? Gapı açılıverse, anam ben geldim dese, aah ah ne iyi olurdu ! “
Sol yanındaki ağrı son günlerde iyiden iyiye artmıştı. Derisi buruşuklar içişndeki elini sol yanına koydu; kalp atışları çok yavaşlamıştı. Ölümden korkmuyordu ama ya oğlu Murat ve torunlarını görmeden ölürse ? Kaç aydır açmadığı duvardaki cazgır radyoya düşmanına bakar gibi baktı.
“Hee” dedi “Bu evde hep sen gonuştun. Sesini nasılda gıstım. Neymiş, uçah yapacahlarmış. Uzaya füze miymiş neymiş onu göndereceklermiş.Sonacığıma fabrikalar guracahlarmış, hepsi yalan ! Dünyanın çocuhlarını alıp gelip türkü mürkü sölettireceklermiş. Amaaan sen de ! Benim torunlarım gelmedikten sonra neyime..Gonuş ! Gonuş ! Gayrı yeter ! Bu odada ben gonuşurum, annadın mı ? Heç durmadan yalan gonuşursan ben de seni böle gapadırım ! “
Fadime kadın duvardaki radyo ile çekişmeyi bırakıp dış kapıya tekrar baktı; serçe kuşları kapının üstündeki kuru üzüm çubuklarının üstünde cıvıldaşıp duruyorlardı. Horanta dediğin böyle olur diye düşündü. Gamsız kedersiz nasılda cıvıldaşıyorlar.
“Aaah ah ! Hep o gelinin başının altından çıhıyor, yohsa Muradım bu guşlar gibi cıvıldaşır goşar gelirdi. Kasabada başka gız yohmuş gibi gedip kulaksızın Amedin guru değnek gibi gızını aldık. Aaah gafam ah ! Eee suç bende mi ? Heç suç ben de olur mu ? Oğlu Murat illa bu gızı alacam diye tutturdu. Şimdikiler laf mı anlar; annamaz; neymiş, gönlünü gaptırmış.. Tüü ! Murat diye boyun bosun devrilsin emi !”
Fadime kadın dış kapıya bir daha baktı; ne gelen vardı, ne de giden. Söylediklerini kendisinden başka duyan olmamıştı. Elindeki tespihi minderin üstüne atıp kalkmak istedi; böğrüne bıçak saplanır gibi oldu; tekrar yerine oturdu.
“Amanııın gomşular, bana bi haller oldu !” diye yüksek sesle söylendi.” Şimdi ben needicem ?”
Etrafına bakınıp odanın içinde birşeyler aradı, gözleri aradığını bulamadı. Gözleri eskisi gibi görmüyor, kulakları ise çok zor duyuyordu. Bastonu oda kapısının dışında bıraktığı aklına geldi.
“Aaah yaşlılıh ah ! Bastonu dışarıda ne diye bırahırsın ki ?”
Fadime kadın yerinden ahlaya puflaya zorla kalktı. BHenüz bir adım atmıştı ki yere yığıldı. Yerdeki eski kilimin üstünde yavaş yavaş oda kapısına doğru sürünmeye başladı. Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez ama kapıyı güç bela açmıştı. Aha işte, baston orada duruyordu. Elini bastona doğru tam uzatmıştı ki sıcak bir elin elinden tuttuğunu hissetti. Bu sıcak el sanki tanıdığı bir el idi. Fadime kadın başını kaldırıp elin sahibine baktı;
“Muradııım !” diye sevinçle haykırdı. “Muradım sen geldin ha ?”
“Geldim anam ! “dedi Murat bey
"Torunlarımıda getirdin mi ?"
"Getirdim"
"O gül yüzlü gelinimi ?
"Onuda getirdim !"
Fadime kadın birden dinçlendiğini hissetti; ayaklarında ve böründeki ağrılar gitmiş, gözleri cam gibi açılmıştı. Oğluna hasretle sarılır iken;
“Muradım !” diyordu “Muradım, ne iyi ettinde geldin yavrııım ! Çocuklaıda, gelini de pek çoh özlemiştim !”
Sonra derin bir nefes aldı.
“Gayrı ölsemde gam yemem ! Sizi gördüm ya Muradım ! Çakır gözlüm sizden Allah razı olsun ! Aaah ne eyi ettinizde geldiniz ! “
…
Sonrası mı ?
Sonrası tahmin ettiğiniz gibi; içten bir gülüş ve mutlu bir gülümseme..
Sevgili dostlar bayramı hikayesiz geçmek istemedim.
En güzel bayramlar güzeli düşleyen yüreklerde karanfiller gibi açsın ! O güzel insanları asla yalnız bırakmayın.
Nice bayramlara…
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
"TAŞ EVİM"
Selâm; çocukluğum şimdi yıkılıp tarih olan resimdeki gibi bir evde geçti..Tahmini 1900'lerde yapılmış toprak damlı, "Taşevdi."
Kocaman tahta bir kapıdan içeri HAYAT'a girilirdi. Şimdi avlu diyorlar ya biz "HAYAT" dirdik. Cümle gapısından hayad'a girişle birlikte evdede hayat başlardı...
Nevşehir evleri genelde iki katlı olurdu. Bizim evin ilk girişinde solda Ahır, yanında merdiven altı, soldan yukarı dar bir merdiven çıkardı, İç balkon kısmından odaların önünden geçilir, sağdan ikinci merdivenle inilirdi. Orda yer altında bir keler (kiler) vardı. Birinci ahırın üstünde "Ahırsekisi" derdik, ıscacık küçük bir oda, merdivenin yanında birde "Tandırevi" vardı...
Tandırevinin,1 büyük, 1 orta boy, 1'de küçük tandırı vardı. Biz ona "OCAK" dirdik. İçinde "Sacayağı" vardı, demirbaş eşya gibin ocağımızda dururdu. Firdevs babanne Aside, Dolaz yapacağı zaman himen tavayı sacayağına oturtur; ununu, yağını kavururdu. Tandırevimizin duvarında L şeklinde "Terek" vardı. İsli tencere ve tavalar "Sebilhane Bardağı" gibin tereğimizde dizili dururdu.
Tandırevimizin tam karşısında 2.ahır vardı. Dedemden yadigar devasa Kıbrıs eşeğimiz vardı, oraya bağlanırdı. Bu ahır içerden çekme katlıydı, tahta merdivenle çıkılır, orda saman balyaları sıralı, istifli, kitap gibi dururdu...
Yanında içinde havuz bulunan şirahne derdik, "Şırahane" vardı. Güz gelip, bağlar bozulunca, küfe küfe üzümler gelir, burda sarı çizme giymiş halam tarafından çiğnenirdi. Ezilen üzüm suyu dışarı çötlen borusuyla akar, boğlumdaki kovada birikir, tülbentten süzülür, Pekmez ilaanine toplanır, bekmez gaynatılırdı.
Üst kata merdivenden çıkılınca, iç balkondan "ARALIK" dediğimiz orta salona girilirdi; sağda ve soldaki iki kapı, biri bizim odamıza, diğeri baannenin odasına açılırdı.
Taşevimizin salonunun bu şekli; ermeni ustaların karnıyarık ev stili dediği; tek kapıdan aralık dediğimiz salona girilince sağlı, sollu iki veya dört kapıdan oluşan o kapilardan da odalara geçiş yapılan kullanışlı iç mekana sahip salon şekliydi.
Odaların kapı arkasında kapaklı gizli hamamlık olurdu. (Şimdinin Maaile Banyosu)...
Onun yanında "Yüklük" vardı. Yüklüğümüz; yatak, yorgan, halı, kilim evin bütün yükünü içine alırdı...
Baş taraftada altlı, üstlü bir dolabımız vardi.
Üst kısımda çamaşır, üst, baş bohçalarımız dururdu, alt kısımda ise günlük kullanımlık eşyalarımız olurdu.
Dışarıda merdivenden çıkılınca iç balkonun solunda ise;
"Odadan bozma bir Mutfak,
"Köşede bir likitgaz 3'lü Ocak,
"Yanında tabaklar dizili bir Terek,
"Ters köşede ise tekli bir rafta kap-gacak dururdu.
Ayrıca Erişte, kesme makarna, gırcı makarna ve kuru bakliyat, turşu, pekmez gibi gışlıkların konduğu "KAYIDODASI" vardı...
Bu evde, Huzur vardı, Bereket vardı, Muhabbet vardı.
Akşam olunca ilkönce perdeler çekilirdi, "PERDE" evin "EDEB"iydi, gizlerdi, herşeyi..
Eskiler;
Evceğizim, evceğizim,
Sen bilirsin, halceğizim derlerdi.
Akşam; çat kapı 3..5 komşu gelirdi, her komşunun en az 2 çocuğu olurdu. Her kapıdan girene ayağa kalkılır, hoşlukla karşılanırdı. Dinilirdiki; gelen baştır, ayağa kalkan mıçtır..
Nohut oda, bakla sofa evimizde, iki somyamız vardı. Büyükler orda otururdu, bizler yerde halının üstüne dizilirdik. Kestaneler çizılir, sobanın üstüne dizilir, pişmesi beklenir, afiyetle yenirdi. Ardından elma, kış armudu gibi meyveler soyulur, kuru üzüm, fıstık, leblebi, çeteneli kavurga yerken ...
Annelerimiz bir varmış, bir yokmuş diye bi masal anlatmaya başlarlar, laf lafı açar misali, masal masala bağlanır, saatler su gibi akar, geçerdi..
"Eskiden; Evlerimiz "DAR"
"Gönüllerimiz "GENİŞ"ti.
"Şimdi ise evlerimiz genişledi,
"Gönüllerimiz darlaştı..
Randevusuz kimseye gidemez olduk, iki lafın belini kıramaz olduk.
Misafir gelecek diye 3 gün önceden evler temizlenir, paklanır oldu.
Kek, pasta, börek 5 çeşit yapılır oldu. Çayın yanında petibör bisküvi, lokum unutulur oldu. Sohbet, muhabbet nerde herkesin elinde bir telefon fırsat buldukça online oldu.
"Göz olur, nazar olur" denmedi; yediği, içtiği "SELFİ" çekilip, cümle, aleme gösteriş oldu.
Nereden nereye geldik, eski komşuluklar, Dostluklar hayal oldu.
Şimdilik benim yazım da son buldu.
Saygıyla, Sağlıklı, Sıhhatlı Günler Diliyorum...
Yasemin Tutuş
11.12.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
HAMAM TASI GÜMÜŞ'TEN,
SABAH GELDİM, BEN İŞTEN...
Selâm; Yazıma bir türkü sözüyle başladım.Yine bir anlatım, yine anılar, yine Nevşehir Hamam Kültürü. Bakalım gönülden ne gelecek, dil ne söyleyecek, kalem ne yazacak. Yazanın değil, yazdıranın (RABBİM) hikmetiyle..Bismillah.
Çocukluğumda; Bir Hamam, birde Sinema Kültürümüz vardı. Her hafta Sinemaya, ayda birde muhakkak Hamama gidilirdi. Annelerimizin çok lüksü yoktu şimdiki gibi Altın ayrı, Dolar ayrı, Euro ayrı günü nerdee... Gariplerin gün yapacak parası bile yoktu.
Eşlere boyun bükülür, binbir cilve, naz ile haftada bir Sinema parası, ayda birde Hamam parası istenirdi.
Bazı beyler, çok masraflısın çokk hatun der, hem parayı virir hemide sohranırlardı. Hatunlarımızda az deeeldi. napaah adam, bi hamamadamı gitmiyek, yunmayahmı, çoluk çocuk bitlenecekmi der, savunmaya geçerlerdi. Bazı beylerde hiç itiraz etmez, parayı kuzu kuzu verirlerdi. Annem bu yönde şanslıydı; babam genelde iş nedeniyle, İstanbul'a gittiği için hem zaman, hemde para yönünde heççç sıkıntı çekmezdi...
Bizim evde Hamama ayda bir kez ama illaki sabah gidilirdi. Annem; önce temiz kıyafetlerimizi bohçalar, başka bir çantayada Hamam havlusu, Baş havlusu, Peşkir, Kese, Lif, tarak, Hacı Şakir sabunumuzu ve Hamam taslarımızı koyar. Taslarımızı dedim bah çünkü annemin böyük, benimde güccük birer hamam tasımız vardı. Hepsini hazır eder, bir çantayada, Zeytinyağlı yaprak sarması, Elma, Portakal biraz da ekmek guyar, nevalemizi hazırlar, yola çıhardık...
Nereyemi tabiki Kurşunlu Camiimizin ordaki tarihi, Kubbeli bizim hamamımıza. Neredemi hemen tarif edeyim..
Biz Karasoku mahallesinde otururduk; evimizden çıkınca dibimizdeki tol komşumuz babamın emmioğlu sucu Aliaaanın ve yanındaki amcayın Hüseynanın evide geçince, Tavukçu camimiz vardı, ordan yukarı doğru döner. Eminayın evinin önündeki soku taşının yanından, bakkal Esataaanın köşeye varınca sola döner, bayır aşağı vurur, kasaplar çarşısını boylar, orda biraz soluklanırdıh.
Kolaymı annemde iki yüklü çanta var. At yokk, araba yokk, tabanvayla koştura koştura giderdik...
Anam tekrar çantaları yüklenir, yola koyulurduk. Sağda taş binalı karakolumuz vardı; gri üniformalı, yuvarlak şapkalı bir polis abi kapıda dururdu..
Karşısında Palamut'larin evi vardı, orayı geçince Kurşunlu camiimiz görünürdü. Kurşunlu camiiye varmadan sola döner, bayıraşağı biraz inince hamama varırdın...Orasını Damat İbrahim Paşam yaptırmış, annem öyle dirdi. Biz gapıdan girerdik, kimsecikler olmazdı.
Anamla "Karga kahvaltısını etmeden" yola çıktığımız için hamam tenhaca olurdu. Öğleye doğru kalabalıklaşırdı. Dış kapıdan girince, küçük bir avlu vardı, orayı geçince geniş bir salona girilirdi, tam ortada yuvarlak şimdilerde "Şadırvan" deniyor, üstünden su akan süs havuzu gibi birşey vardı..
Sağda ve solda iki oda bulunurdu. Yüksekçe yerde bir teyze otururdu, annem ona parayı verir birde kese için; marka dediği bakır 10 krş büyüklüğünde plastik yuvarlak alırdı. Soldaki odayı hep biz alırdık, eşyalarımızı guyar koyar,peştamallarımızı sarınır. Anam ayağına ordan tahta nalın giyerdi, biz "Nalik" derdik . Parantez bacaklarıyla tek tek yürümeye çalışırdı, ben çok gülerdim. Çünkü, çok komik olurdu...
Ortada siyah iç çamaşırlarıyla gezen iri yarı çalışan bayanlar vardı; Aklım çıkar, tırsardım. Bunlara "NATIR" denirmiş, Erkekler hamamında çalışanlara ise ise "TELLAK" denirmiş. Annemin hep kese yaptırdığı "Nazik" isminde Natırı vardı, hatunun maşallahı vardı.
Yüzünde kocaman bir ben, hem enine, hemide boyuna babayiğit bir hatundu. İlk ondan duymuştum.
Ellerini, beline koymuş; Hanım hanım babasınıda getirseydin bariii deyişini. Dönüp baktığımda kadının yanındaki ufak, tefek, tıfıl, tırsak erkek çocuğunaydı garezi... Annesi zar zor izin alır, çocuğu içeri sohar, çocuk cıbıl hatunları görünce korkudan "Kirpi" gibi iyice büzülür, gücçüldükce gücçülür anası apar topar, yur, yıkar. Dışarı çıkarır, soyunma odasında giydirir, köşe minderi gibi oturtur.
Elinede bir dürüm tutuşturur, sakın kıpraşma, epmeğini ye, sesini çıkarma diye de sıkılar (tembihler), koşarak yunmaya giderdi...
Gelelim; bize hamamın iç kapısından, soğukluk denen bölüme girerdik, ordanda ufak bir tahta kapıydı, hamama girerdik. İçerisi müthiş sıcak olurdu, dört köşede, dört bölme vardı, aralarda tam ortada kurna olan kısımlar vardı. Anam sağdaki ilk bölmenin demirine havlusunu asar, orayı behlerdi.(işaretlemek). Bölme oda gibiydi köşesinde tek kurna; biri sıcaksu, diğeri soğuksu iki çeşmesi vardı. Önce saçımı, başımı yıkardı, ben gücücük tasımla ıscak ıscak su dökünmeyi çok severdim. Anam ise soğukluğa geçer, kese yaptırırken ben de hem su dökünür hemide "Göbektaşı'ndaki" hatunlara bakardım. Şen şakrak konuşmaları çok ilgimi çekerdi...
"Hamam tası gümüşten,
Sabah geldim yeni işten,
Yaalellii, yaleeelli, dokumacı kızlar...Türküsü taaa o zamandan aklımda kalmış. Ellerindeki tasla tempo tutarak hem söyler, hem oynarlardı. Benimmi içim giderdi de, "Fasulye gibi nimetten" sayılmadığım için, anca alık, alık hayranlıkla seyrederdim....
Annem keselenmesi bitince bi koşu odamıza gider; Elinde ekmek, bi tabak dolma ve Elma, Portakal ile gelir, benide soğukluğa çıkarır, bir köşede oturur, garnımızı doyururduk.
Tekrar içeri girer, annem üçer kere lif atar, başımı da son birkez sabunlar, iyice durular, havluya sarar, bölmenin kenarında beni bekle der, oda liflenir, yunur yıkanır, dışarı çıkardık. Avluda oturma bankları vardı. "Kıyımsız" anam ne hayırsa paraya kıyar; orda kendine madensuyu, banada gazoz alırdı. Dolmaların üstünede gazoz içince dünyalar benim olurdu.
Hemen odamıza çıkar, önce beni giydirir, sonra kendi giyinir. Kirli çamaşırlarımızı, ıslak havlu, Lif, Kese, Sabun hepsini yükleniriz.
"Sıhhatler olsun, Güle güle kirlenin, yine bekleriz" uğurlamasıyle evin yolunu tutardık.
Eve gelince "Anayla kız, Çuvaldız ile biz" yani ikimiz Öğlen uykusuna bi yatardık. Hamam Sefamızı, Uyku Sefasıyla tamamlar. Anacığım üstünede bir keyif çayı demler, çayımızıda içerdik..Sefamız olsun. Değmeyin keyfimize..
Bugünde satırlarımın sonuna geldim. Kırk, elli yıllık bir hamam kültürünü anaadmaya, yazmaya çalıştım. Büyüklerimiz o yokluh günlerinde bile hem çalışmış, çabalamış hemide Sinema ve Hamam Sefalarından vazgeçmemişler.
Sağlıklı, Sıhhatli Günler Diliyorum.
Yasemin Tutuş.
20.01.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"EVLERİNİN ÖNÜ BULGUR SOKUSU," "YEL ESTİKÇE GELİR YARİN KOKUSU."
Selâm, Sizleri yine geçmişe götürmek istiyorum. Sözlerime bu "Nevşehir Türküsü" ile başladım. Çünkü; Bulgur sokusu bizim mahlemize ismini verecek kadar çok önemliydi..
"KARASOKU" mahallesi ismini bu taştan almıştır. Meterise giderkene, Keklik'lerin evin altındaki çıkmaz sokağı geçince sağda bir daracık vardı. O daracık Karasoku Camisine çıkardı. Camii deyince içimde 'UKDE' kaldı, yazmadan geçemiyeceğim. O camiide bir CEMAL hoca vardı, bir kaçta kötü anım...
Ne diyeyim bilmemki; O Cemal hocanın bir kaç şamarınıda ben yemiştim. Sinirli, asabi bir adamdı. Bir yaz sûre öğrenmeye anam tarafından zoraki gönderildim.
O neydi o; içeriye giren çocuklar kıpkırmızı bir surat, alı al, moru mor yanaklarla çıkardı. Çocukların yanaklarında gülller açardı. Bir sureyi bir kerede ezberledin ezberledin, ezberliyemedin veya şaşırdın, fırıncı küreği gibi eliyle iki şamar çocukların kafaları önce sağa sonra sola dönerdi...
Ne hikmetse o iyi öğretiyor diyede anam illaki ona gönderirdi...
Anammı 1.55 boyunda ama bir o kadarıda yerin altında ufacık tefecik emme otoritermi otoriter bir hatuncukdu.
Camiye sıkıysa gitme, camiden "AL AL" eve gelincede, sokaklarda goşturacağına oturup ezberleseydinya, hocanın vurduğu yerde "GÜL" biter dirdi de.Banane, banane ben o gülü istemiyordum. Ben gücücüktüm, benim canım çok yanıyordu. Haceli hocama gurban olim bir kerem bile vurmadı.
O daracığı geçince yapısı siyah taştan 3 katlı bir ev vardı. Karşısında Kekliğin Mediha yenge otururdu. (Allah gani gani rahmet eylesin.) Benim iki halamında "Görümcesi" idi.
Onların evin karşısında, sokağın içinde tam karşıda pembe duvarlı bir ev vardı. Duvarında Çok güzel bi çeşme vardı. İsmini ve detayını "Nevzat Öndegelen" abimden sordum, öörendim.
O çeşmenin ismi "ÇEKİÇ ÇEŞME" imiş. Onun yanından devam edince Meteris'in Meydan fırınına giden yoluna çıkılırdı. Meteris ortadan iki yola ayrılırdı, alt yol "Karadeniz pastanesi ve eski Devlet hastanesine giderdi. Üst yolda Köşker Necip emmiyle, Leblebici Ali emminin dükkanı ile Meydan fırınına giderdi. Karşı çaprazında kuru baarsak (bağırsak) satan kemikkıranlar vardı. Neyse şincilik bu kadar yol tarifide yeter..
"Çekiç Çeşmenin" önünde garataş'tan böyük mü böyük bir "Soku" vardı. Büyüklerimiz, Karasokuya gittih, Bulgur döödük, geldih dirlerdi. Gururla yineliyeyim; Bizim mahallemizde ismini bu taştan almıştır.
Anlı Şanlı "KARASOKU MAHALLESI"...
Hatırladığım 2.Soku'da bizim evin yukarısında "Fişekçi" Camisine giderken, garaadirin iminaa dirlerdi, onun evinin önünde çok geniş bir boşluk vardı. İminaanın kendi kapısının önündede külüstürmü külüstür, gocaman bir gamyonu vardı. "İminaaanın Takası" dirlerdi, Peh Peh bütün haşmetiyle gapının önünde arzı endam eylerdi...
Gelelim "SOKU" taşına Siyah Cingi taştan tam daire şeklinde tahmini 70 cm yüksekliğinde, aşağısı külah misali yuvarlak toprağa gömülü olurdu. Bu şekilde oluşu; çalışan kadınlarada golaylıh sağlar, ayaklarını çarpmazlardı.
Bizim "Soku' da galiba 70cm idiki; ben önünde durunca kafam yuharda kalırdı içini görebilirdim.
İçi oyuk olduğu için o mahallenin çocuklarıyla oynarken; bazen hırkamızı, bebeğimizi, ipimizi içine saklardık. Oyunumuz bitince herkes eşyalarını alır giderdi. Yani bizim Yeddi eminimizdi, eşyalarımızı gorurdu bizim Soku taşımız. Biraz büyük çocuklar hoplar kenarına otururdu, ben güccük olduğum için ne kadar çıkmaya çalışsamda bir türlü çıkamazdım.
Yazın başlarında oyun alanımızdı emme harman sonu sıkıysa yaklaşş zopa ile kovalanırdık..
Çocuk aklı işte o zaman anlayamazdım emme büyüklerimiz haklıymış, bulgura taş toprak sıçrar veya tokmak kafamıza gelir diye bizi uzaklaştırırlarmış.
Sabahları fırına giderken orda bir telaş görürsem bilki bulgur dööülecek bende gider, karşı evin işşiğinde oturur beklerdim..
Önce hortumla "Soku taşımız" gözelce yıhanır, gurulanırdı. Islanan toprak çamur olmasın diyede biraz toprak döker çiğnerlerdi.
Beri yanda kaynamış buğday "Soku taşına" dökülür. Ha babam, De babam seri ve hızlı bir şekilde tokmakla dövülürdü. (Üst resimdeki gibi)
Bulguru tokmakladıkça, bulgur mest olur, sarardıkça sararır, mis gibi buğday kohardı. Aradada "Lenger" ile garıştırılır, altı üstüne getirilirdi.
Kadınlarımızın ağzı boş dururmu;
"Bulguru kaynatırlar,"
"Sohu'da yaylatırlar" diye bi başlarlar,
"Evlerinin önü bulgur sokusu,
"Yel estikçe gelir yarin kokusu" diye devam iderlerdi. Türküler, maniler gırla giderdi...
Dövülen buğday, bulgura dönünce "İtaa" dirdik, yaygılar serilir, üstüne bulgur yayılır. İtaanın köşeleride gıvrılmasın diye 4 taş ile behlenir, (sabitlenir) kuruması beklenirdi.
Akşam toplanır, sabah başka temiz ve kuru itaa'ya tekrar serilir. 3...5 günde kurutulur.
Kile'de dirler biz Urup derdik, "URUP" (ortasında tahta tutak yeri olan, düz silindir kova) Urup ile Çuval veya küçük Haşa'lara hem doldurulur, hemde urup hesabıyla hesaplanırdı, sonaada evlere taşınırdı.
Büyüklerimiz bu yılda Unumuzu çektirdik, Bulgurumuzu, Yarma'mızı dövdük, Kayıdodası'na guyduk dir, şükrederlerdi..
Onlar Şükretmiş, Bende Akıl Defterime kaydetmişim...
Gün oldu, Beri geldi...
Söz oldu, Dile geldi...
Yazı oldu, Sizlere geldi...
Sağlıklı, Sıhhatli Günler dileklerimle...
Yasemin Tutuş
19.12.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
=EŞEĞİMİN YOHTUR PALANI,=
=DİŞLERİ ALTIN GAPLAMALI.=
Selâm; bugün güccüklüğümde babamın hep âanaddığı Zenginlikmi disem, Şıdırgınlıkmı disem, ne disem bilemedim.!
"Eşeğinin dişlerini altın gaplatan"
Nevşeer'imin mozaik daşlarından birini daha yazıp, âanadıvireceğim.
Geldim seksen,
Gittim seksen;
Yasemin bi otursan,
Şu yazıyı da bi yazsan didiiim...
Sonracığıma; aldım elime kâadı, galemi, büktüm boynumu yaradanıma; beni mahcup etme ya "YARAB" dedim ve yazmaya başladım.
Ya ALLAH, ya BİSMİLLAH...
Öncelikle Bahriye Ruhiye, Rukiye ablalarıma ve Sabri, Şevket abilerime yazıma katkılarından dolayı sonsuz teşekkürler..
Başlık ilginizi çehti dimi, hah işte bende onu âanadıvireceğim. Çavuşoğullarından Eyüp efendaanı sizlere tanıtacağım. Bu zatı möhteremi anası "Kadir gecesimi" doğurmuş bilmem; çok nasipli ve kısmetli biriymiş. Rabbim "Yürü ya kulum" diirya, işte bu kulda yürümek ne kelime at başı koşturan şanslı bi kulmuş.
Niden dirseniz himen âanadıviriyim.
Eyüp Efendaa çok büyük bir tüccarmış.
Tuttuğu altın oluyor, ne işe el atsa köme köme altınlar, gayme gayme paralar gazanıyormuş.
Çavuşoğlu Eyüp Efendaa; öyle zenginmişki, sarı liraları odanın ortasına halı gibi serer, evin horantası şıkır şıkır üstünde gezermiş.
Hatta cezveye soğuk su goydurur, içine gavesini atar, deste deste mor binliklerle gavesini pişirir, sefam olsun, diyerek afiyetle içermiş..
Eyüp Efendaa hayatında hiç zarar etmemiş, "Tosyanın pirinci meşhurdur" bütün Türkiye bilir. Bi kerede ben zarar edeyim dimiş.
O devirde bir gamyon pirinç almış, Tosya'ya göndermiş, sudan ucuza satılsın bende zarar ideyim diye düşünmüş. Tosya'ki pirincin yetiştiği yer emme velakin gönderdiği 1 gamyon pirinç bırah zararı 3 katı fiyatla satılmış ve çoohh böyüh kâr elde edilmiş.
Ne dimişler;
"Gulun virdiği başa gahılır, Rabbimin virdiği daşar, döhülürmüşşş."...
Eyüp Efendaa; eski, püskü ve bol yamalıklı giysilerle dolaşırmış emme o her yamalık iki katlıymış, iç kısmı gizli cep olurmuş. Görünen dıştan yamalık, içteki cepte ise içi sarı lira ve rulo rulo mor binlikler istif istif dururmuş..
Gören "Fasulye gibi nimetten" saymasada, "Kırk İçlikli Memmet ağa" gibi; Eyüp Efendaa da "Şalvarbank" gibi gezermiş.
Hatta taaa Hatay'a gider sabun alır, sabun satar, ticaret yaparmış. Çok büyük tüccar didimya, bah dimedi dimeyin başta didiiim...
Niiysee konumuza dönelim.
Hatay'ın yeşil sabunları çok meşhurmuş, Hatay'ın bu yeşil ve doğal sabunları devasa kazanlarda yapılır ve satılırmış. Çavuşoğlu Eyüp Efendaa gittiği zaman, herkeş hizaya girer, saygıdan hazırolda dururmuş.
Bütün imalatçıları gezer, sabunları kazanlarıyla birlikte alır, (30 gazan şundan, 40 gazan öbüründen, 70 gazan berikinden dirken) 400...500 kazan sabunu gamyona yühletir, parasını da anında yamalıklı "Şalvarbanktan" sarı altın lira veya mor binlik olarak ödermiş. Yine Çavuşoğlu geldi, guruttu, gitti dirlermiş. Niden mi? Golay mı adamlar yeniden kazan alacak, düzen kuracak, sabun yapacak...
Gelgelelim Nevşeer'imin yokluk ve kıtlık yılları, kadınlarımızın garnını ve çocuklarını doyurmak için birer pindirli dürüme sabahtan âğşama gadar bağa ırgat gittiği zamanlarda; Çavuşoğlu sarı liralarla dircik atarmış.
Hani bir söz vardır. "Kasap kuyruk yağını bol bulunca mahrem yerlerine sürermişya,"
Bizim Çavuşoğlu Eyüp Efendaa da parayı çok bulunca eşeğinin dişlerine altın döhtürmüş.. Nasıl mı himen yazıvireyim...
Eyüp Efendaanın bir eşeği varmış, gel çekice git küreğe bu hayvancağız çalışırmış.
Yine birgün bütün evin horantasıyla bağa gittiklerinde eşeği biraz uzağa çalıya bağlamışlar. Onlar çalışırken dağdan bir kurt eskilerin deyimiyle "CANAVAR" iniyor, eşek önden kaçıyor, kurt arkadan kovalıyor, dirkeen kurt bu eşeği parçalayıp yiyor.
Ağşama doğru, bi bahıyorlar eşşek yok, her tarafa bahınıyorlar, eşşeğin boş palanı ile siftinmiş kemiklerini buluyorlar...
Eyüp Efendaan; üzülsede yine gidip iyi bir paraya yeni bir eşek alıyor. Bu eşekte eğitimli ve çok akıllı çıkıyor, geh deyince geliyor, çüşş deyince duruyor, çöhh deyince çöküyor, eşek her denileni anlıyor, sahibine itaat ediyor ve uysal haliyle yediği arpanın hakkını vererek eşşek gibi çalışıyor...
Bu eşeği öyle seviyorlar ki; o devirde de bizim Nevşeer'imizde dişçi Memmetaliaaa varmış. Herkeş ona gider, varsa çürük dişlerini kerpetenle çeker, elinden geldiğince gerekeni yaparmış. Bizim eşek akıllı ve çoh ta seviliyorya, alıp dişçi Memmetaliaaya götürüyorlar. İki kişi hayvanın ağzını ayırıp alt damak ile üst damak arasına kalın ağaç dalını dikine dayanak yapıp başını tutuyorlar. (Araba motoruna bakmak için kaput açılır, demir çubuk birşey konurya onun gibi) iki kişide dişciyi ezmesin, tepmesin diye eşeği zaptediyorlar.
Dişçi Memmetaliaaa beri yanda kapta altını eritiyor ve hayvanın alt dişlerine kaynar kaynar döküyor. Altın soğuyup sertleşince alt dişler komple altın kaplama oluyor. Eşek anırdıkça dişleri ışıl ışıl parlıyor. Hem yazdım, hem içim sızladı, hayvanın çektiği eziyet revamı, ceza mı? Diye..
Nevşeer'i alıyor bir şav, bizim altın dişli eşek herkeşin diline düşüyor, eşeğe göz koyan uyanıkta çoh. Eskiden at'ı eşeği olmayan öz'e, bağ'a, gitmek için gonu gonşudan "öndüç" eşek alır gider, öz, bağ işlerini görür, gelirdi. Uyanıklar Eyüp Efendaan gapısına geliyor; Eyüp ağam eşeği öncüt virsende bi koşu bağa gitseh gelseh diyorlar. Maksat iş görmek diiil, eşeği cebellezi yapıp, dişlerini söhmek.
Çavuşoğlu çoh akıllı eşeğini virirmi hiç, altın dişli eşeğine gözü gibi bahıp, muhaat oluyor.
Yine Çavuşoğlu ile şöyle bir hikaye anlatılır didi kimmi didi "Mustafa Zekeriya Efeoğlu" abim didi. Bende himen aldım, yazıma ehleyivirdim. Nemi didi onun anâadımıyla buyrun ohuyalım. Çarşıda bir köpek ölüsü vardır. Çavuşoğlu oradan geçen fakir bir hamala sana 2,5 lira vereyim. Şu köpek ölüsünü çarşının ortasından kaldır, dereye at dir. Hamal öökelenir, ben sana vireyimde sen at dir..
Çavuşoğlu hadii vir lan dir, sözüne boğulan, arına bunalan hamal 2,5 lirayı verir. Çavuşoğlu'da köpek ölüsünü dereye götürür, atar. Sonrada köpek ölüsünü attım diye Çavuşoğlu'luktan olmadım ya. Yine Çavuşoğlu'yum, yine Çavuşoğlu'yum diye böbürlenir. Buda hamala kappak olur...
Mustafa Zekeriya abim yüreğine, kalemine sağlık...
Çavuşoğlu Eyüp Efendaa 1900 yüzlü yıllarda yaşamış, göçmüş, gitmiş. O sahih dünyada, "Berzah" aleminde, biz ise yalan dünyadayız. Ben derlediğim, duyduğum, dinlediğim bilgileri yazıp âanadivirdim. Yazması benden, okuması sizden. Yinede rabbim gani gani rahmet eylesin...
Sağlıklı, Sıhhatli Günler Dileklerimle...
Yasemin Tutuş
17.04.2022
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
KAAT EKMEĞİM, YUFKA'M, PİNDİRLİ, PATEYESLİ DÜRÜM'ÜM;
ÖFELEMEÇ, İŞLEME ÇÖREĞİM, BAZLAMA'M, HEPSİ 4 YAPRAKLI YONCA'M...
Selâm; Besmele ile girdim söze, Eğri oturdum, doğru yazdım size; Un, su, tuz ile eyice karışsın,
Yuuka ekmek olsun, gelsin sizlere...
Küçüklüğümün "KAAT" ekmeği, ne severdim, seni bi bilsen, Dursun halam kuru yuukayı sular getirirdi bize. Annemde bi gözel itimiş pindirle, kolum gibi dürüm yapardı, virirdi elime; sokak kapımızın eşşiğine oturur, bir salkım banni beyaz üzümle birlikte afiyetle yerdim...
"YUFKA" ekmeğini Dursun Halam her yıl Güz'ün yapardı. 8...9 Testilik hamur karardı, testi deyip geçmeyin; bir testi tahmini 18 litre su alırmış, halamkızı didi. Halam bizi çok severdi, bizsiz içine hiç bişi ilimezdi; (sinmezdi) bizede haber ederdi.
Ekmek yapılacağı gün, Anamın gucağında 3 yaşındaki tohumluk koca bebe, yanında "Geçmez akçe" ben benim elimde bi gara geçi, bizim evden çıkardık yola, Saraç Memmet güccamın evinin yanındaki daracığa girer, Karasoku camii'nin yanından, Meydan fırınını teğet geçer, Sahil yolu, Ticaret lisesinin önü derken, otun çöpün içinden, bayırı çıkar. 350 evler, 1. yoldaki halamın evine varırdık. Geçiyi bağlardık bir kenara o otlanırken, biz biraz nefes alır, dinlenirdik.
Halam; hazırlıkları anama annadırken, bende pür dikkat dinlerdim..... Halam; birgün önceden bir kazana, desti hesabı ile ölçülü suyu ve kaya tuzunu bir tülbente 'Çıkı' yapar, içine atardı, tuz erisin, suya karışsın, tortusu kalsın diye. Sabahtan da ununu eler, eleğini asardı.. Öğleye doğru hamur azar azar, elbirliğiyle yoğrulmaya başlanır. Yoğrulan hamurlar peyderpey (parça parça) büyük itaaların arasına konur, gonugonşu çığrılır, çoluk çocuk, cümbür, cemaat bir gözel çiğnenir, hamur öze gelit yani kıvama getirilir ve yine gonşuların yardımıyla bezelenirdi. Beziler unlanarak ilâanlere dizilir, ertesi sabaha kadar dinlenmeye bırakılırdı. Bezeler dinlene dursun....
Halam; Osmanlı kadındı, "Görgülü kuşlar, gördüğünü işler" dirlerya. Halamda baba evindeki tandır gibi evinin bodrumuna Tandırevi yaptırmıştı. İşte bu tandırevi yuuka epmek yapmak için hazırlanır, önce yire büyükçe itaa serilir, oklavalar, ekmek tahtaları yerleştirilir, bişirgeç ise tandırın gıyında hazır edilirdi. Haa unutmadan yazayım; ekmek yapılırken dölek durmazsak bacaklarımıza çırpıştırılan oklavalarla hanyayı, konya'yı yani uslu oturmayı da öğrenirdik.
Her tahtanın yanına büyük kuşaneler içine uğralık unlar hazırlanır, pişen ekmekleri koymak içinde tertemiz sufra bezi serilirdi....
Gelelim Tandırımıza, tandırın tabanına büyük kütük ve halapa odun bırakılır, yakılacak çıbık, çıtırgı, odun talaşı hazır edilirdi. Külle'de temizlenir, tandır yakılmaya hazır olurdu. "KÜLLE" ne merak ettiniz dimi; himen diyivereyim. Tandırın dibinden, yüzeye doğru meyilli boru yerleştirilmiş hava boşluğudur. Tandır ateşinin hava alarak yanmasını sağlar.
Eskiden analarımızın; kızlarını yetiştirirken söylediği bir söz vardır. "EL KAPISI INSANI TANDIR'DAN SOKAR, KÜLLEDEN ÇIKARIR" diye. Her işi iyi öğrenki el gapısında zorluk çekme, geçimli ol dirlermiş. Ayrıca gışında kaynanaların para, altın sakladığı para kasasıymış bizim külle...
Tandırevi hazır olurda, yemeksiz olurmu, Dolmalar, Sarmalar yapılır, hoşaflar kaynatılır, Sütlaçlar pişer, kaselere dökülür, kelere (kiler) dizilir, meyvelerde hazır edilirdi.
Sabah ezanıyla ekmek yapacaklar ve pişirici gelir, erkenden işe koyulunur, keşşik usulü ekmek yapılırdı. "KEŞŞİK" nemi "İmece" usulü yardımlaşarak sırayla ekmek yapmaktı. Yuukalar açılmaya başlanır; 1..2 saat ekmek yapılır, beri yanda kahvaltı için; pindirli, kıymalı dürüm ile süzme yoğurtlu "IŞLEME" Çörekler yapılır, sıcakken tereyağıyla yağlanır, afiyetle yinirdi...
Kahvaltıdan sonra yuuka açmaya devam edilirdi. Tandır başında hem yuuka pişirip hemde kendide pişen pişirici ablamız; elindeki yuuka çevirdiği bişirgeci çeneleride elleri gibi işleyen hatunlara sallayarak; uğralı uğralı açmayın, dooru, dölek açın şunu diye sohranırdı...
Pişiricinin sohranmasıyle son gaz yuuka yapımına devam idilirdi. Anamsa getir, götür işlerine bakar, hiç boş durmaz, geride kalmaz, hiç oturmaz, koşturur dururdu. Öğlen olunca hazırlanan; sarmalar, dolmalar, sütlaçlar afiyetle yenirdi.
Sohbet, muhabbet gırla gider, tepsiler "TEF" güğümler "DARBUKA" olur;
"Düriyemin güğümleri galaylı, ah galaylı,
"Fistan giymiş etekleri alaylı, ah alaylı,
"Düriyemi aldatması golaymı ah golaymı.. diye bi başlanır, şarkılar, türküler ile bizim tandırevi ayrı bir şenlenirdi. Pişiricinin hadin garii avara galmayalım diye sohranmasıyle tekrar eller makine gibi işler yuukalar açılırdı. Aradada elma, armut dişlenir, hevenk üzümününde tadına bakılırdı...
Ekmeğin bitimine doğru yuuka ekmek iyice gevrek pişirilir, gözelce ufalanır; içine çitilmiş kuru suvanla, çölmek pindiri katılarak "ÖFELEMEÇ" yapılır, hoşaf ile mideye indirilirdi. Ekmek yapıldı, bitti sandınız dimi cıkss bitmedi.
Ekmek kokusu mahalleyi sardığı için gonugonşuyada "BAZLAMA" yapılır, evinde pindirli, pateyesli, kıymalı "İç avayni" hazırlayıp, gelen gonşular geri çevrilmez mis gibi çörekler yapılır, gönderilirdi. Artan bazlamalardan ekmek yapanlarada birer "Çıkın" yapılıp virilirdi
Yufka ekmek bitti, iş bitti sandınız dimi nirdee; bir tandır yarısı "KOR" olmuş "KÖZ" var, bu közden küçük tandıra birazı alınır, içine patates, pancar ve gabak gömülür, pişmesi behlenirdi. Bizim hatunlar çok maharetliydi, kimmi tabiki Anamla, Halam ellerinden uçan, kaçan kurtulamadığı için; tandırın üstüne temiz bir sac ters çevrilir. Önceden kesilen erişte ve kabak çekirdeğide gavrulurdu.
Yarım tandır köz olurda, bizimkiler dururmu hani bir söz vardır; "Kasap kuyruk yağını çok bulunca, her yerine sürermiş" bizde tandırda közü çok bulunca, buldumcuk olduk, Erişte, çeerdek, patates, pancar, gabak bile gömdük. "Tandır'da kabak, yede tadına bak" dirken Oda yitmedi çölmekte çeşit çeşit yemekler hazırladık, tandırın gıyına dizdik. Yemekleri pişirdik, 2..3 günlük yemekleri de hazır eyledik...
Pişen yufkalar kayıdevine taşınır, 1.5 metreye yakın yufka direkleri oluşurdu.
Büyük resimdeki gibi sıralı ekmek yığınlarına "DİREK" dinirdi. Yuukaların üzerinede "Sini" konurduki yüksekliği yerleşsin diye.2...3 gün uğraşılır, geceyarılarına kadar ekmek pişirilir, yaza kadarda afiyetle yenirdi..
Yeşil yapraklı "YONCA" misali Yuuka, Öfelemeç, Çörek ve Bazlama beti bereketiyle sofralarımızdan eksik olmaz, bizimde midelerimiz bayram ederdi...
Bugünde yazımın sonuna geldim, ölenlere rahmet, kalanlara selâmet diyorum..
Sizlerede Sağlıklı, Sıhhatlı Günler Diliyorum..
Yasemin Tutuş
15.01.2021
Yasemin Tutuş - NEV-NAR
"ASİDE'M, DOLAZ'IM;" "OLMAZSA OLMAZIM"...
Selâm; güccüklüğümde "Dolaz" ile ilk tanışmam Firdevs baanne sayesindedir. Babaanne; diyemediğim için baanneyi yuvarlamışım...
"TAT" gız olan bendeniz 3 yaşına gadar gonuşamayınca; dili açılsın diye, ağzında kilit çevrilen, paslı camii kilidinden bile su içirilen, bu garibin bildiği 3...5 kelimeden ibaretmiş. Bendenize ne su, ne kilit fayda etmemiş.
Vakti saati gelince 4 yaşında birden gonuşmaya başlamışım. Bana tat diyenlere de möhteşem bi kapah olmuş...
Rabbim; sonrasında "Söss Garii" dedirtecek bir çene ihsan eylemiştir... Neysem garii...
Firdevs baannem; Maşallah ayaklı gazete gibiydi, mahlede kimin gelini doğurduysa ilk o duyardı. Hemen eve gelirdi; bi Dolaz pişireyimde; Gelin lohusa sütü bol olsun, göğsüne süt dolsun diir geçerdi tandırevimize.
Tandırevimizde 3 tane tandır vardı, en köşede kallavi böyük tandır, tam önünde solda orta boy, sağda ise güçücük tandırımız vardı.
Güçcük tandır'ın adı "OCAK"tı. Üçgen davlumbaz şeklinde tavanda birleşen baca boşluğu, dama kadarda uzunca bir bacası vardı.
Firdevs baaanne; ocağa önce Sacayağını yerleştirir, sonra çalı, çırpı çıtırgı ile ocağı yahardı. Arada derede benide orda gıyıda duran çuvallardan birinin üstüne "MIH" gibi oturtur, işine goyulurdu.
Benmi hiç gıpraşmadan, cimbik cimbik baharak baanneyi seyrederdim.
Tandırevimizde "L" şeklinde birde terek vardı. Üstünde isli tencereler ile üzlük, ekecikler (güveç) sebilhane bardağı gibi tek sıra halinde dizili dururdu. Birde baannenin tandırevimizin duvarında asılı yuvarlak fırın tepsisi böyüklüğünde arkası isli, içi galaylı, bahır bir tavası vardı.
Tavayı sacayağına oturtur, bir kase sıvıyağ ile 2 kase un dökerdi, tahta kaşıkla evire çevire, sararana kadar unu gavururdu. Beri yandada 2..3 kaşık şeker ve yarım kase bekmezi su ile cıvıtır, kavrulan una cozz diye dökerdi.
Tavayı ateşe gösterip, çekerek ara sıra garıştırarak gıvamını aldırır. Güçcük bir tasa 2 kaşık gatar, elime virir, ben oturduğum yerde ıscak ıscak dolazımı gaşıklarken; baaannede pişen dolazı kertikli Bahır Sahana bastıra bastıra güzelce yassılar, üstünede kaşıkla şekil virerek son rütuşunu yapardı.
Baanne arada banada bilgi verir, Nevşeerimizde adettir!;
"Oğlan doğarsa "Dolaz"
"Gız doğarsa "Aside" pişirilir dir.
Hemen dimisini giyer, atkısını çeker, pişirdiği Dolazı sarar sarmalar, golunun altına alır, benimde elimden tutar, doğruca bebe görmeye giderdih.
Baanne gideceği yere hiç eli boş gitmezdi. Asker yohlaması olsun, Gelin görmesi olsun, Bebek yohlaması olsun; Çam sakızı, çoban armağanı; bazen Dolaz, bazen Aside pişiri