M.Ö. - VII. yüzyıllar arası dönem: Kapadokya 'nın Karanlık Dönemi
Friglerin Orta Anadolu‟nun önemli kentlerinin hemen hepsini yıkarak Hitit İmparatorluğu‟nu ortadan kaldırılmasından sonra Orta ve Güneydoğu Anadolu‟da Geç Hitit Krallıkları ortaya çıkmıştır. Kapadokya Bölgesi‟ndeki Geç Hitit Krallığı ise Kayseri, Niğde, Nevşehir‟i içine alan ve Luvi’ ce konuşan Tabal Krallığı‟dır. Barnett’ e göre ise “sınırları kesin hatlarla belli olmasa da Tabal Krallığı’nın, kuzeyde Halys kavsinden, güneyde Toros Dağ silsilesine, batıda Tuz Gölü’nden (Tatta), doğuda Sivas ili Gürün ilçesine kadar uzandığı söylenebilir. (8*)” Bu alan bugünkü Kayseri, Nevşehir ve Niğde illerinin bulunduğu bölgeye denk düşmektedir (9*). Tabal (İncil'deki Tübal ve Josephus'taki Thobeles), güney-orta Anadolu'da, eski Hatti bölgesinin kalbinde, Kanesh antik kenti etrafında merkezlenmiştir. Batıda Frigler, doğuda Que ve Khilakku, kuzeyde Kasklar ve daha sonra Paphlagonia bölgesi ile komşudur. (29*)
Bu döneme ait Gülşehir-Sivas‟a (Gökçetoprak), Acıgöl-Topada, Hacıbektaş-Karaburna Köyü‟nde Hitit Hiyeroglifi ile yazılmış kaya anıtları bulunmaktadır.(4*)
Tabal Krallığı yaklaşık 24 beylikten (krallıktan) oluşan bir konfederasyondur. Hacıbektaş-Karaburna, Topada (Acıgöl), Gülşehir-Sıvasa (Gökçetoprak) da çıkan hiyeroglif kaya yazıtları bunu göstermektedir. Tabal Krallığı at yetiştiriciliği ile ünlü olmuştur. Hititler'in çöküşünden sonra Tabal Ülkesi adını alan Kapadokya bölgesinin siyasal yapısı Ege'den (Frigyalılar ve Lidyalılar), Kafkaslar'dan (Kimmerler, İskitler ve Gasgarlar) ve Doğu'dan gelen (Persler, Medler) akınların etkisiyle sarsılmıştır. Bu akınlarla, Tabal Krallığı'nın hakimiyeti bölgede son bulmuştur. M.Ö. IX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren IlI.Salmanassar'la birlikte Tabal, Asur çiviyazılı belgelerinde ilk kez geçmeye başlar. IILSalmanassar'ın krallığının 22. yılında yaptığı seferi konu alan çiviyazılı belgelerde Tabal adına rastlıyoruz. Bu seferin 838 yılında olduğu kabul edilmektedir. Salmanassar, krallığının 22. yılında 22. kez Fırat'ı geçtiğini, ardından Hatti Ülkesi'nin tümünden haraç aldığını, Melida Ülkesi'nden haraç aldığını, Tuatti'nin şehirlerine, Tabal Ülkesi'ne Timu[r] Dağı'nı geçerek indiğini, onların şehirlerini yakıp yıktığını anlatır. Tuatti önce şehrine sığınmış, ancak Salmanassar onun şehrini kuşatınca oğlu Kikki savaşmadan teslim olarak krala haraç vermiştir. Tabal Ülkesi'nin 20 kralı da Salmanassar'a boyun eğerek hediyeler sunmuşlardır. VIILyüzyıla ait olmak üzere ilk kez III.Tiglatpileser'in yazıtlarında Tabal karşımıza çıkmaktadır. Bu kralın annallerinde Tabal, kralın haraca bağladığı yerler arasında sayılır. (9*TABAL) Tabal’ı yöneten son kral Mugallu’dan sonra (MÖ VII. yüzyılın ilk yarısı) Tabal Ülkesi’nin siyasi varlığının ortadan kalktığı kabul edilmektedir. Nitekim bu tarihten sonra Asur kaynaklarında Tabal’a dair hiçbir bilgi yer almamaktadır. (8*) Diğer bir görüşe göre Tabal sakinleri, modern Kululu yakınlarındaki bir kale olan Bit Burutaš prensi tarafından gevşek bir şekilde bir araya getirilen birkaç küçük devlete (örneğin Tyana) ayrıldı. Büyük Cyrus tarafından fethedilen Tabal bölgesi, Pers imparatorluğuna eklendi. Persler altında, resmi bir doygunluk veya il olarak kuruldu ve satraplar bölgeye Pers kralı adına hükmetti.(29*) Çanak çömlek parçaları, bu küçük devletlerin Frigya ile ticari bağlantılarının olduğunu kanıtladı. (24*)
Tabal'in yerini daha baştan bugünkü Kayseri, Nevşehir ve Niğde illerini kapsayan bölge olarak tarif etmiştik. Nitekim Tabal'in sınırları genellikle bu bölgeleri kapsayacak şekilde çizilir. Tabal'in yeriyle ilgili olarak Asur kaynaklarında açık ve çok yardımcı olan tarifler bulunmaz. IlI.Salmanassar, "Fırat'ı geçtim Tabal Ülkesi'ne karşı indim" demektedir. Aynı kral bir yerde daha "Tabal'e karşı indim" ifadesini kullanır. Buradan şüphesiz kralın dağlık bir bölgeyi geçtikten sonra Tabal'e ulaştığı anlaşılıyor. Asur kaynaklarında Tabal'in Asur'dan hareketle Milid(Malatya)'den sonra geldiğine dair işaretler mevcuttur. Yine Tilgarimmu'nun bir dönem Tabal'in doğu sınırını oluşturduğu Sanherib zamanına ait belgelerden anlaşılmaktadır. Kral, Tabal sınırındaki Tilgarimmu(Gürün)'yu ele geçirdiğini üç yerde anlatır. Bunlar Tabal'in yeri konusunda şüphesiz fikir verir. Ancak, Asur kaynaklarında yer alan TabalTe ilgili şehirler Tuna(Atuna), Tuhana, Istunda, Sinuhtu ve Hubisna'nın yerleri ve Taballi ve Taballe ilgili olarak tespit edilen kralların adlarının geçtiği Kululu, Sultanhanı, Bolkarmaden, Andaval, Çiftlik, Topada, Suvasa, îvriz, Bor, Niğde, Kayseri hiyeroglif yazıtlarının buluntu yerleri Tabal'in sınırlan hakkında daha net bilgiler verir. Buna göre Tabal, Kuzeyde ve kuzeydoğu yönünde Kayseri'den Sivas'a doğru Kızılırmak boyunca Sultanhanı ve Kululu'ya dek; doğuda Gürün'e kadar; kuzeybatıda yine Kızılırmak boyunca Acıgöl(Topada) ve Gökçetoprak(Suvasa) dahil olmak üzere; batıda Aksaray, Tuz Gölü, güneybatıda Ereğli; güneyde de Bolkar Dağları, Aladağlar ve bunlardan kuzeydoğuya doğru devam eden Toroslar'a dahil sıradağlarla sınırlanmıştır.(9*TABAL)
Medler, savaşçı İskitler nedeniyle bir süre önce Anadolu’nun tarih sahnesinden silinen Urartu ve Phryg gibi krallıklardan sonra, İ.Ö. 6.yüzyılda aynı sahnede rol alan iki politik ve askeri güçten biri. Ve onların akrabası Akhamenid Hanedanı yaklaşık elli yıl sonra Anadolu’da 260 yıllık bir İran egemenliğinin kahramanı olacak.
O dönem Medler’in karşısında durabilecek Anadolulu tek politik ve askeri güç ise Lydia. İ.Ö. 590’da Anadolu’nun içlerine kadar ilerlemiş olan Medler’in, Lydia ile ilk karşılaşması Halys (Kızılırmak) Nehri yakınlarında oluyor. Med Kralı Kyaxares ile Lydia Kralı Alyattes arasındaki Halys Savaşı aralıklarla yaklaşık beş yıl sürüyor. Bu, tarihin bilinen en uzun mücadelelerinden biri…
Ancak savaşın sonunda ne kazanan var ne de kaybeden. Çünkü savaşın bitmesinde iki ordunun da rolü yok! İ.Ö 28 Mayıs 585’te gerçekleşen güneş tutulması her iki kral tarafından ilahi bir işaret olarak yorumlanıyor ve barış yapılıyor.
Herodotos, bu olayı ‘…savaş denk koşullar altında sürüyordu ki, altıncı yılda, bir çarpışma sırasında ve ortalığın en çok karışmış olduğu bir anda gündüz, birden yerini karanlığa bıraktı.(…) Lydialılar ve Medler gün ortasında gece olduğunu görünce çarpışmayı kesti ve hemen bir barış sözleşmesi yaptılar’ diye anlatıyor (7*).
Tabal Krallığından sonra Kapadokya, Frigyalılar'ın öncüsü sayılan Muşkiler tarafından işgal edilmiştir. Hititler'den sonra Orta Anadolu'da ilk defa büyük bir alanda devlet kurmayı başaranlar Muşki- Frigler'dir.
Zamanla Doğu'da Asurlar'ın ön Asya'yı egemenlikleri altına alması ve Batı'da Frigya hegemonyasını tanımış olan Lidyalılar'ın bağımsızlıklarını ilan edip rakip hale gelmesi, Frigler'i zor durumda bırakmıştır. Ancak Frigya devletini yıkanlar, Kimmer ve İskit akınları olmuştur. M.Ö. 676'da Kimmerler'e karşı koymak isteyen Frigya Kralı Midas'ın yenilmesiyle Frigler Orta Anadolu'dan Batı'ya sürülmüştür.
Kimmerler'in estirdiği fırtına sırasında ayakta kalmayı başaran Lidya devleti, fırtınadan sonra (M.Ö.VI. yüzyıl.) Frigya'nın önemli bir kısmını zaptederek Kapadokya'ya kadar genişlemiştir. Kapadokya bölgesinde Lidyalılar'in hakimiyeti bu tarihten sonra başlamıştır. M.Ö. 575-546 arasında bölgede Lidya- Pers çatışmaları ön plana çıkar. M.Ö. 558’e gelindiğinde Lydia’yı kendisine rakip olarak gören, Medler’in akrabası Akhamenid Hanedanı İran ve Anadolu’da etkili olmaya başlıyor. Herodotos, 2. Kyros’un M.Ö. 550’de annesi tarafından dedesi olan ve eğlenceye düşkünlüğüyle bilinen Med Kralı Astyages’i ortadan kaldırarak, Akhamenid hanedanını iktidara getirdiğini anlatıyor. Böylece M.Ö. 330’lara kadar Ön Asya ve hatta Mısır’da hüküm sürecek büyük bir dünya imparatorluğunun temeli atılıyor. Akhamenidler, Medler gii Hint Avrupalı ve aralarında akrabalık ilişkisi vardı (7*).
Lidya kralı Cresus, Pers ataklarını durdurmak için Kızılırmak'ı geçer. Ünlü matematikçi Milet'li Thales'in ilk hesaplarını da bu dönemde yaptığı görülmektedir. Hatta hesaplamaların, Cresus'un Kızılırmak'ı geçmesi için nehrin iki kola bölünmesini sağladığı konusuna Heredot tarihinde yer verilmektedir. Bu savaşta Creus'un Pers Kralı 2. Kıras'a yenilmesiyle Persler hem Lidya devletini hem Frigya prensliklerini ortadan kaldırarak, Kapadokya'yı ele geçirmişlerdir. Ancak, Orta Anadolu'ya yönelen İran (Pers) ve Yunan yayılmaları burada mukavemetle karşılaşmıştır.
Persler'in ilk işi Anadolu'yu İran'daki gibi satraplıklara ayırmak olmuştur. Önceleri başkent Pazargad, daha sonra da inşa ettirmeye başladığı Persepolis’te (Akhamenidler’in başkenti) yaşayan 2. Kyros, Anadolu’yu bölgelere ayırarak ‘satrap’ adı verilen valilerle yönetmeyi tercih ediyor. Satrap ‘krallığın koruyucusu’ anlamına geliyor. Genellikle Persler arasından seçiliyorlar. Satraplık sınırları içindeki yerel kral ya da beyler genellikle parasal konularda satrabın talimatlarına göre hareket ediyor (7*). MÖ VI. yüzyılda Kapadokya kesimi, Firigya satraplığı sınırları içinde yer almaktadır.(9*) Ancak Dareios, tüm krallığı yirmi vergi idaresine bölmüş ve Büyük Kyros tarafından kurulan satraplık sistemini sürdürmüştür.(10*) Bu ayrışma içerisinde Kapadokya, Daskleion satraplığına bağlanmıştır. Daskleion satraplığı daha sonra HellesPontus Frigya’sı, Büyük Frigya ve Kapadokya şeklinde üç ayrı satraplığa ayrılmıştır.(11*) Kapadokya satraplığının yönetim merkezinin Mazaka (Kayseri ve civarı) olması muhtemeldir.(12*) MÖ 486’da I. Dareios ölümü üzerine oğlu I. Kserkses Pers tahtına oturmuştur (MÖ 486-465)(13*). Onun hükümdarlığı döneminde Kapadokya satraplığının düzeninde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. II. Dareios, oğlu Kyros’u (Genç) Karanos (komutan) unvanı ile Anadolu’ya göndermiş(14*) ve onu satrap olarak atamıştır.(15*) Kapadokya, Lidya ve Firigya satraplıklarının yönetimi Kyros’a verilmiştir.(16*) Bu dönemde içerisinde Kapadokya’nın da bulunduğu Firigya ve Lidya satraplıkları birleştirilmiş, böylece Kyros yönetimindeki bu satraplıklarla birlikte Anadolu’daki satraplık sayısı dörde indirgenmiştir. Kyros’un Kynaksa yapılan savaşta öldürülmesi üzerine daha önce birleştirilen Kapadokya, Lidya ve Firigya satraplıklarının ayrılması ile Anadolu’daki satraplık sayısı yeniden artmıştır. Kapadokya bir kez daha kendi başına bir satraplık haline gelmiştir.(17*) Strabon, ülkenin durumu ile ilgili: “Makedonyalılar Kapadokya’yı ele geçirdikleri zaman burası Persler tarafından iki satraplığa ayrılmış bulunuyordu.” bilgisini vermektedir.(18*) Kapadokya Satraplığı da bunlardan biridir. Kapadokya Bölgesi kuzeyde Karadeniz civarında Kapadokya Pontika ve güneyde Tauros dolaylarında Megale Kapadokya ya da Esas Kapadokya olmak üzere iki bölüme ayrılmaktadır. Bölünmenin MÖ 360 yılından sonra olduğu tahmin edilmektedir. Esas Kapadokya olarak adlandırılan kısmın yaklaşık 80.000 km²’lik bir alanı kapladığı ileri sürülmektedir.(19*) Genel bilgiler ışığında Persler'in halkı göçe zorlamadıkları, yerel kültür ile Pers kültürünün kaynaştığı söylense de yerli kültür ile kaynaşan unsur Fars değildir. Persler'in daha önce İran'dan sürdüğü, ama aynı zamanda Pers ordusunun kumanda heyetini oluşturan ve Anadolu'ya Pers akınlarının hemen öncesinde gelmiş ve yerleşmiş olan Medya'lı subay ve memurlardır.
Anadolu halkı kendine yabancı gördüğü Pers hakimiyetine ısınamamış, fırsat buldukça isyan etmiştir. Perslere karşı en büyük direnç Kapadokya'dan gelmiştir. Kapadokya Satraplığı, ordu merkezi ve ticaret yolunun güzergahı üzerinde olmasına rağmen, bölgedeki yerel beyler uzun süre Pers hakimiyetine karşı varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yerel Beyler'in Persler'e karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesi, Pers İmparatorluğu'nun Makedonyalı İskender tarafından ortadan kaldırılmasının yolunu açmıştır.
Ancak, Kapadokya'da Pers hakimiyeti çok kolay sona ermemiştir. Yerel beylerin isyanlarını bastırmakta başarısız kalan Pers hükümdarı, Karyalı Datam'dan yardım almış, bu yardım karşılığında davet edildiği sarayda iftiraya uğradıktan sonra Kapadokya'ya kaçarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Persler'in Kapadokya'daki nüfusu Datam'ın ölümünden sonra artmıştır. İskender'in seferleri sırasında satraplıkların önemli bir kısmı Perslidir.
Heradot tarihinde Persler'in Tanrı heykeli, tapmak, sunak gibi şeyleri yapmayı bilmedikleri; kurbanları dağ başlarında kestikleri ve Zeus'a tanrısal gök kubbe olarak taptıkları, güneşe, aya, toprağa, ateşe, suya ve rüzgara kurban adadıkları anlatılmaktadır. Persler zamanında, Kapadokya'da İran ayinlerinin yaygınlaştığını gösteren deliller M.S. IV. yüzyıla kadar Ateş Tanrısı'na adanmış mabetlerin varlığıdır.
Satraplık sisteminin başarısı 2.Kyros’un kurduğu posta sistemiyle doğrudan ilişkili. Herodotos’un Aggarui dediği bu sistem belli aralıklarla yine aynı yazarın Stathmos olarak adlandırdığı Konaklama yerlerinin de bulunduğu bu istasyonların diğer önemli bir özelliği, burada sürekli birkaç hızlı atın bulunması. Böylece imparatorluk içi yazışmalar sürate iletiliyor ve devlet işlerinin sorunsuz olarak tamamlanması sağlanıyordu.
Akhamenidler’e ait son yıllardaki çarpıcı keşif haberleri Çanakkale Çan ile Nevşehir’den geldi. Nevşehir’in Emek mahallesi’nde ise yol çalışması sırasında tesadüfen büyük bir yapıya ait temeller ortaya çıktı. Bunlar İran’daki apadanaları (çok sütunlu direkli kabul salonu) andırıyordu. (7*).
Ayrıca, bir yandan kıyılardaki ticaret ve para ekonomisine karşın, iç kesimlerde kapalı bir kara ticaretinin egemen olmasından kaynaklanan ekonomik sınırlılıklar, diğer taraftan toprakların ordunun ileri gelenlerine verilmesi neticesinde bu kesimlerin debdebeli sefahatlerinin tarım ve hayvancılıkla uğraşan köylüleri köle durumuna düşürmesi ve bu köylülerin Roma'lı, Yunan'lı esircilere satılır hale gelmesi ile Pers Devleti gücünü kaybetmiştir.
Makedonya Kralı Büyük İskender, M.Ö 334 ve 331'de Pers ordularını artarda bozguna uğratarak bu büyük imparatorluğu çökertmiştir. Doğu Seferleri sırasında İskender'in Kapadokya'dan geçerken Cabictas adlı komutanını bölge idarecisi olarak bırakmasıyla Kapadokya da Makedonya egemenliğine girmiştir. Ancak Makedonyalılar, Kapadokya'da Batı Anadolu'daki Yunan kolonilerinde olduğu gibi coşkuyla karşılanmamıştır. İskender, komutanlarından Sabiktas'ı bölgeyi denetim altına almakla görevlendirince, halk buna karşı çıkmış ve eski Pers soylularından Ariarates, halkın desteğini alarak M.Ö. 332'de merkezi Mazaka (Kayseri) olan Kapodakya Krallığı'nı kurmuştur. Çalışkan bir yönetici olan I. Ariarates Kapadokya Krallığı'nın sınırlarını Yeşilırmak havzasına kadar genişletmiştir. Genç Kapadokya Krallığı İskender'in ölümüne kadar barış içinde yaşamıştır. İskender'in ölümünden sonra, 11 Haziran 323'te Babil'de (metin), komutanları, büyük fatih'in kardeşi Philip Arridaeus'un ve hala doğmamış oğlu Alexander IV'ün rızası olarak Perdiccas'ı seçtiler.(24*) Perdikkas, Makedonya İmparatorluğu'nun ortasında filizlenen bağımsız bir krallığın varlığına göz yummamıştır. Perdikkas, I. Ariarathes’in Eumenes’e satraplığı vermemesi üzerine onunla savaşarak yenilgiye uğratmış ve ardından tutuklayarak idam ettirmiştir.(21*) Aynı adı taşıyan oğlu, Armeniya'ya kaçarak kurtuldu ve babasının yerine geçmek için fırsat kollamaya başladı.( 38*) I. Ariarathes’in ölümünden sonra Kapadokya Bölgesi yirmi yıl boyunca Makedonialı satraplar tarafından idare olunmuştur.(20*) Antipater adlı bir general olan Triparadisus'taki bir konferansta, Makedonya İmparatorluğu'nu (metin) yeniden düzenledi ve Nicanor'u Kapadokya'nın satrapı olarak atadı. Antigonus ile Eumenes'i kovmak zorunda kaldı. Bu, Antigonus tarafından kazanılan İkinci Diadoch Savaşı'nın başlangıcıydı ve Nicanor Babil Savaşı sırasında öldüğünde, eski tek gözlü general Kapadokya'yı topraklarına ekledi.(24*) Çok geçmeden I. Ariaraets'in yeğeni (Oğlu? Texier) II. Ariarates, Kapadokya'ya geri dönerek Makedonyalılar'ı bölgeden atmıştır. Bu dönemde Kuzey Kapadokya’da (Pontus) I. Mithridates tarafından bir krallık oluşturulmaya başlanmıştır. Halys Nehri’nin iki yakasını da ele geçiren I. Mithridates Pontus Devletini kurmuştur (MÖ 298).(22*) Ancak Kapadokya Bölgesi’nde hâkimiyet kuran II. Ariarathes ise Seleukos krallarına bağlı kalmıştır.(23*) Satrap II. Ariaramnes, mevcut topraklarını korumak ve hakimiyetini istikrarlı bir biçimde devam ettirmek için Seleukoslar ile ilk siyasi evliliği gerçekleştirmiş ve resmi olarak tanınmıştır. İttifak sonucunda aktif bir politika oluşturan satraplık, III. Ariarathes ile bağımsız Kapadokya Krallığı’na dönüştürüldükten sonra siyasi ilişkilerini artırmak amacıyla bu kez güçlü krallıklar ile evlilikler yapmıştır.(30*) Aynı zamanda M.Ö. 280 yıllarında Kapadokya Batı'dan gelen Galat topluluklarının istilasına sahne olmaktadır. Kızılırmak yayı içine yerleşen Galatlar, Kapadokya ile sınır komşusu olmuşlardır. Kapadokya Krallığı Galatlarla sık sık savaşmak zorunda kalmış, aynı zamanda Roma Devleti'nin Anadolu'nun içlerine kadar ilerlemesine engel olmaya çalışmıştır. Bunun için Bergama Krallığı'nın yanında yer alan V. Ariarates'in ölümüyle Yunan kültürü Kapadokya'ya girmeye başlamıştır. Bazı tarihçiler III. Ariarathes’i gerçek Kapadokya Kralı olarak kabul ederler. Çünkü III. Ariarathes’ten önce tahtta olanların sikkelerinde “ Kral” unvanı yer almıyordu. III. Ariarathes’in sikkelerinde “ Basileus” yani kral sözcüğü vardır. Bu nedenle III. Ariarathes’in kral unvanını aldığı m.ö. 255 yılı Kapadokya krallığı takviminin başlangıç tarihidir.(34*) Bu kral, Ariaratheia (bugünkü Pınarbaşı) adında bir kent kurarak bu kenti krallığının başkenti yapmış, aynı dönemde Kataonia, Kapadokya krallığı sınırlarına dâhil edilmiştir.59 III. Ariarathes’ten sonra Kapadokya tahtına Eusebes (Saygılı) lakabı ile oğlu IV. Ariarathes çıkmıştır.60 Pontus kralı Pharnakes’in (MÖ 183) Sinope’yi ele geçirmesinin ardından Bithynia kralı II. Prusias ve Pergamon arasında yapılan ittifak anlaşmasına IV. Ariarathes ve Paphlagonia prensi Marsias da katılmıştır. Armenia kralı I. Mithridates ile müttefik olan I. Pharnakes Kapadokya topraklarına saldırmıştır. MÖ 181 yılında I. Pharnakes Kapadokya’yı işgal etmek üzere ordu oluşturmak için gerekli çalışmalara başlamıştır. Bu sırada II. Eumenes ise ordusu ile birlikte Halys’e doğru yol almış, uzun bir yürüyüşün ardından ulaşmış, buradan ilerlemeye devam etmiş ve Parnassos’da (Parsalan Köyü-Şereflikoçhisar) ordusunu IV. Ariarathes’in ordusu ile birleştirmiştir. Müttefik güçler buradan Mokissos’a (Viranşehir?) hareket etmişlerdir. Roma heyetinin geldiğinin duyulması üzerine ilerleme durdurulmuştur. Barış yapılması sonucunda I. Pharnakes işgal ettiği topraklardan geri çekilmiştir. IV. Ariarathes’in ölümü üzerine tahta Mithridates çıkmış ve adını V. Ariarathes olarak değiştirmiştir. MÖ 163-130 tarihleri arasında Kapadokya toprakları üzerinde hüküm süren V. Ariarathes Hellenizm’in etkilerini kendi ülkesinde de yaymaya çalışmış, Kharondas Yasaları’nın Mazaka’da (Kayseri) uygulanması için bir heyet oluşturmuş; ayrıca kral, Eusebia adlı iki şehir ile (Tyana-Kemerhisar, Mazaka-Kayseri), Nys(s)a (Harmandalı) ve Anisa (Karahöyük/ Kültepe) şehirlerini kurmuştur. Strabon , V. Ariarathes’in Mazaka ( Kayseri ) ya 40 stadia mesafede bulunan Melas ( Karasu) ın dar bir geçitle Halis’e karıştığı yerde bir baraj inşa ettirdiğinden söz eder.(35*) Asia Eyaleti’nin (Provincia Asia) kurulmasının ardından(MÖ 133)Aristonikos isyan etmiş ve bu nedenle eyaletin organizasyonu tam olarak yapılamamıştır. Bu isyan sırasında V. Ariarathes öldürülmüştür (MÖ 130). İsyanın bastırılmasında yararlık gösterdiği için Lykaonia’nın yanı sıra, Pisidia ve Pamphylia topraklarının, kesin olmamakla birlikte, V. Ariarathes’in çocuklarına verildiği düşünülmektedir. Kısa bir süreliğine krallığı annesi Nysa ile birlikte idare eden VI. Ariarathes annesinin ölümünden sonra tek başına iktidar olmuştur. Henüz çocuk yaşta iken de Pontus kralı V. Mithridates’in kızı Laodike ile evlenmiştir. Ariarathes VI ile Laodike evliliği, Mithridates V Euergetes için yeni bir fırsat oluşturmuş; Phrygia, Paphlagonia ve Galatya topraklarından elde ettiği bölümlerden sonra sıradaki Kapadokya bu evlilik sayesinde Pontus Krallığı’nın egemenliğine ya da en azından dolaylı etkisine girmiştir.(36*) VI. Ariarathes’in yaklaşık MÖ 110 yılında öldürülmesinin ardından tahta büyük oğlu VII. Ariarathes çıkmıştır. özellikle Kapadokya Kralı Ariarathes VI’nın MÖ. 116 yılında Mithridates VI Eupator tarafından öldürtülmesinden sonra ülkenin Pontus etkisi altına girdiği bilinmektedir.(37*) Kralın yaşının küçük olması nedeniyle annesi Laodike yönetimi eline almıştır. Bithynia kralı III. Nikomedes’in Kapadokya’yı işgal etmesi (MÖ 103/102) üzerine kız kardeşi Laodike’ye yardım etmek için Kapadokya’ya giren VI. Mithridates Eupator, kız kardeşinin Nikomedes ile evlenmesinin ardından ikisini de sürgün etmiştir. Tahta ise yeğeni VII. Ariarathes’i yeniden çıkarmıştır (MÖ 116-100). Annesi Laodice'in merhametsizliğinden kurtulabilen oğullarından biri, VII. Ariarathe unvanıyla yönetimi yürüttü. Babasının yönetim tarzı, buna Romalıların sevgisini kazandırmıştı. Bu sayede annesinin intikamından kurtulmuş oldu ve Kilikya ile Likonya şehirlerini buna ekleyerek topraklarını ve zenginliğini iki kat yaptı. Fakat bu memleket Bergama, Pont ve Bitin ya krallarının sürekli olarak saldırılarıyla karşı karşıyaydı.(38*) VI. Mithridates Eupator tarafından atanan yöneticilerin huzursuzluk yaratan davranışlarına katlanamayan Kapadokya halkı, VIII. Ariarathes’i kendilerine yönetici olması için çağırmış ancak VI. Mithridates Eupator, kralı tahtından uzaklaştırmıştır. VIII. Ariarathes’in öldürülmesinin ardından Kapadokya tahtı için iki aday çıkarılmıştır. Bunlardan biri VI. Mithridates Eupator’un oğlu IX. Ariarathes diğeri ise III. Nikomedes’in desteklediği VI. Ariararthes’in üçüncü oğludur. Roma ise çıkarılan her iki adaya da karşı çıkmış Kapadokya’nın kendisinin idaresine bırakılmasını ileri sürmüştür. Fakat Kapadokya halkı bu düşünceye karşı çıkmış ve kendilerine bir kral seçilmesini talep etmişlerdir. Bu durumda VI. Mithridates Eupator’un adayı Gordios’a karşı, Kapadokya soylularından Ariobarzanes tahtın adayı olarak çıkmıştır. Roma’nın desteğini aldığı için Ariobarzanes Philoromaios (Roma’yı seven) unvanını kullanmış ve Kapadokya tahtını elde etmiştir (MÖ 96-63). Strabon bu olayı şu şekilde nakletmektedir: “Antiokhos’u yendikten sonra Romalılar, Asia’nın işlerini idare etmeye ve hem kabilelerle hem de krallarla dostluk kurmaya ve ittifaklar yapmaya başlar başlamaz, diğer hallerde kralların şahsına verdikleri bir şerefi, Kapadokya kabilesine müştereken vermişlerdir. Krali aile son bulunca, kabileyle yaptıkları dostluk ve ittifak koşullarına uygun olarak, Romalılar bunların kendi kanunlarıyla yaşama hakkını tanıdılar. Fakat elçiler bu bağımsızlıktan kurtarılmaları için yalvarmakla kalmayıp (çünkü buna dayanamadıklarını söylüyorlardı) ayrıca kendilerine bir kralın atanmasını da rica ettiler. Romalılar herhangi bir kimsenin özgürlükten bu kadar bıkkın olabileceğine şaşırıyorlardı. Romalılar onlara oylamayla aralarından diledikleri bir kimseyi seçmelerine izin verdiler ve onlar da Ariobarzanes’i seçtiler…” Roma'nın koruması, onu en fiili düşmanı olan . Mithridate'ın saldırılarından kurtarmadı. Mithridate bu defa zengin, kuvvetli ve gururuyla İran hükümdarlarını tasvir eden Anneniya Kralı Tigrane'ı, yeni bir müttefik olarak bulmuştu. Şehin-Şah (Kralların kralı) lakabını takınan bu hükümdar, Kapadokya'yı, ülkesinin şöyle bir vilayeti gibi kabul ettiğinden, yönetimi altına almayı gerekli görüyordu.(38*) MÖ 90-89’da VI. Mithridates Eupator I. Ariobarzanes’in hükümdarlığını elinden almıştır. MÖ 88-85’te VI. Mithridates Eupator ve IV. Nikomedes arasında I. Mithridates savaşı patlak vermiş ve VI. Mithridates Eupator Kapadokya’yı işgal etmesi için oğlunu göndermiştir. Savaştan galip ayrılan VI. Mithridates Eupator Küçük Asya’da ele geçirdiği toprakları Kapadokya, Bithynia, Phrygia ve Pontus gibi satraplıklara ayırmıştır. MÖ 77’de ise Armenia kralı Tigranes’in Kapadokya’ya girdiği bilgisi verilmektedir. Tigrane'ın akını ve tahribatı sırasında Ariobarzane, ta Roma'ya kadar kaçmıştı.(38*) Strabon bu olaydan: “…Armenia kralı Tigranes Kapadokya’yı aldığı zaman halkı kötü duruma soktu, çünkü her birini Mezopotamya’ya gitmeye zorladı ve bunların çoğuyla Tigranokerta kentini kurdu; fakat Tigranokerta’nın zaptından sonra gelebilenler geri geldiler.” şeklinde bahsetmektedir. I. Ariobarzanes döneminde (MÖ 95-63) Armenia kralı Tigranes’den Roma tarafından istenilen hazineyi vermeyerek itaat etmemesi sebebiyle Pompeius, Sophone Krallığı’nı almış, bu bölge ile birlikte Gordyene (Küçük Armenia), Kastabala ve bir takım Kilikya kentlerinin yönetimini Kapadokya kralı I. Ariobarzanes’e vermiştir. I. Ariobarzanes daha hayattayken krallığı oğlu II. Ariobarzanes’e devretmiştir. II. Ariobarzanes’in hükümdarlığının büyük sıkıntılar ve problemlerle geçtiği (MÖ 63-52), MÖ 51’de Cicero’nun Kilikya valisi olmasının ardından öldürüldüğü ifade edilmektedir. Ariobarzanes’in ölümü ile tahta oğlu III. Ariobarzanes çıkmıştır (MÖ 52-42). Kral olduğu sırada tehlikeler ve büyük sorunların Kilikya Proconsul’ü Cicero’nun sayesinde üstesinden gelen III. Ariobarzanes, Pompeius ve birkaç soyluya olan borçlarını da yine Proconsul’ün destekleri sayesinde ödemiştir. III. Ariobarzanes, Sezar ve Pompeius arasında meydana gelen iç savaşta Pompeius’u desteklemiş ve MÖ 42’de Sezar’ın katillerinden biri olan Cassius tarafından öldürülmüştür. Kralın ölümü üzerine Kapadokya tahtına Marcus Antonius’un yardımları ile X. Ariarathes çıkmıştır (MÖ 42-36). Ancak X. Ariarathes’in öldürülmesi emrini veren yine Marcus Antonius olmuştur. X. Ariarathes’in ardından boş kalan Kapadokya tahtına bu kez yine Marcus Antonius tarafından, Komana’da rahip ailelerin birinden olan Sisines getirilmiştir (MÖ 36-17). Sisines daha sonra Arkhelaos adını almıştır. Strabon, I. Arkhelaos’un tahta çıkışı ile ilgili: “…ve halkla ilişkisi olmadığı halde Arkhelaos, Antonius tarafından kral olarak atandı” bilgisini vermektedir. Arkhelaos, Octavianus ve Marcus Antonius arasındaki savaşta Antonius’u desteklemiştir. I. Arkhelaos, Marcus Antonius’un bu savaşta yenilgiye uğraması üzerine tahtı kaybedeceğini düşünmüş; fakat Octavianus onu bu görevden almadığı gibi M.Ö 30 yılında Antonius tarafından Kleopatra’ya verilen Dağlık Kilikya ise Kapadokya Kralı Arkhelaos Filopatris’e verilmiştir.(39*) Kral Arkhelaos elli yıl boyunca Kapadokya Krallığı tahtında hüküm sürmüştür.
Pontus Krallığı'nın entrikalarıyla Kapadokya tahtı iyice sarsılmıştır, sonunda kral soyu tümüyle yok edilmiştir. Ardından Kapadokya Krallığı'nın topraklarının paylaşımı için Pontus Krallığı ile Roma Devleti arasında bir mücadele başlamıştır. Roma’nın uyguladığı emperyalist politika ve VI. Mithridates ile başlayan Pontus Krallığı tehlikesi, Kapadokya’da istikrarsız bir yönetimin oluşmasına yol açmıştır.(30*) VI. Bu dönemde Kapadokya tahtı birkaç kez el değiştirmiştir.
(MARİ TABLETLERİ VE TURUKKU KRALLIĞI)
Fırat kıyısında Mari bölgesinde ele geçirilen tabletlerin (MÖ.4000-2000) 13 tanesinde TURUKKU adlı bir kavimden söz edilmektedir. Sadi Bayram, bu tabletlerin Türkçe tercümelerini yayınlamıştır.
Önce Sümerlerin, daha sonra da Asurlular ve Babillerin egemenliğinde kalan Mari şehri, bugünkü Suriye sınırları içerisindeki Tell Hariri kentidir. Fransız Arkeoloji Enstitiüsü’nün 1933-1939 yılları arasında yaptığı kazılarda ortaya çıkarılan Mari şehrindeki kraliyet sarayında Asurlulara ait MÖ. 1870-1740 yılları arasında yazılmış bir çok çivi yazılı tablet bulunmuştur. Bugün Louvre Müzesi’nde sergilenen Akadca yazılmış bu tabletlerin metinleri Fransıza tercümeleriyle birlikte Georges Dossin tarafından 1950 yılından itibaren yayınlanmaya başlanmıştır.
Dört cilt halinde yayınlanan bu Mari tabletlerinin 13 tanesinde toplam 22 defa “Turuku”, “Turukku”, “Turukki, ve “Turuk” biçiminde bir kavim adı geçmektedir.
Bu tabletlere şöyle birkaç örnek vermek mümkündür:
16 numaralı tablet : “…Uyuyanları uyandıran ve uyandırdıklarına hiç tayın vermeyen Turukkular gibi yapacağız”.
21 numaralı tablet : “…Bu akından beri Turukkular’ın sayısı fazla görünmüyor. Fakat artabilir. Onlar gelmeye devam edecekler.”
22 numaralı tablet : “…Bana yazdığın Turukkular’la ilgili haberler değişti.”
23 numaralı tablet : “… Bana Turukkular hakkında yazmıştın. Turukkular’ın çıkış hareketinde bulundukları gün çok meşgul olduğumdan sana haber veremedim.”
87 numaralı tablet : “…Kral bana herşeyden önce, Turukkular’ın hücum ettiklerini, Nithim’i kuşattıklarını yazdı.”
Güneydoğu Anadolu’da yaşayan, savaşçılıkları ile Orta Asya Türk akıncılarını andıran, ana merkezden yaklaşık 400 km. uzaklaşıp, düşman ordugâhlarına saldıran bu Turukkular, Türk’ten başka kim olabilir ?
Bu tabletlerde ayrıca Asur Kralı Şamsi Addu’nun oğlu İsme Dagan’ın Turukularla barış imzaladıktan sonra, Turukulardan Zazaya’nın kızını oğlu Mutasgur’a gelin almıştır.
Yine bu tabletlerde Turukuların Asurlulara Ahazim bölgesinden saldırdıkları anlatılmaktadır. Burada sözü edilen “Ahazim” bölgesi MÖ. 2300’lerde Türklerin ve Hurrilerin yerlişim bölgesi olan “Harizm” bölgesi olmalıdır. “Harizm” adı da büyük ihtimalle “Hurri” sözcüğünden gelmektedir.
MÖ. 2000’LERDE ANADOLU’DA TÜRK ADI
Batı merkezli tarihin esiri bilim insanlarınca “MÖ.2000’lerde Anadolu’da Türk yoktur!” denmesine karşın arkeolojik, filolojik ve etnolojik bulgular Eski Çağ’da Anadolu’da Türklerin yaşadığını göstermektedir.
Türklerin MÖ 2. Binlerde Kuzey Mezopotamya ve Doğu Anadolu civarında yaşadıklarını kanıtlayan bu belgelerden biri Asurlulara ait tabletlerde geçen ve Arkeolog Dossin’in, “TUUR” ve “TURAN” biçiminde okumuş olduğu bir kelimedir.
Antik Çağda İç Anadolu’da, Kilikya ve Kapadokya bölgesi civarında kullanılan bazı kral, tanrı ve yer yurt adlarının, Çin kaynaklarında görülen, “Türk” adının türevlerine fazlaca benzerlik göstermesi, “MÖ. 2000’lerde Anadolu’da Türklerin yaşadığı” tezini güçlendirmektedir. J. G. Frazer bir yazısında bu konuda şu düşüncelere yer vermiştir:
“Bütün dağlık Batı Kilikyası’nın, sonraları Greklerce Zeus diye sayılıp kabul edilen, bir tanrıyı kişiliğinde simgeleyen papaz krallar tarafından yönetildiğini biliyoruz. Bu kralların çoğunun adı ya Ajaks ya da TEUKEROS idi. Bu adlar Kilikyalı adların Grekçeye çevrilmiş biçimleri idi.
Teukeros sözcüğü Kilikya krallarında sık sık rastlanan TRAK, TROK, TURKU ve TROKA adlarının Grek söyleyişine uydurulmasından ileri gelmişe benziyor.
Unutulmamalıdır ki, Korikos mağarasında –Kilikya’da- Zeus’un papazlarının adları arasında sık sık Tarkuvaris, Tarkumbiyos, Tarkimos, Trokoarbasis ve Trukumbigremis gibi adların arasında Grekçe Teukuros adı görülür. Hitit tanrısı Teşüp’ün bir adının da Torkom olduğu unutulmamalıdır.”
Kilikya ve Kapadokya krallarında sıkça rastlandığı söylenen bu adlar çok tanıdıktır. Türk adının zaman içindeki ses değişimi izlendiğinde geçmişte Türklere, “Trak”, “Türü”, “Töre”, “Türük”, “Turuk”, “Tork” gibi adlar verildiği görülecektir. Dolayısyla Kilikya krallarına verilen “Trak”, “Trok”, “Turku” gibi adların değişik coğrafyalarda Türklere verilen adlara birebir benzemesi, ilk çağda Kilikya ve Kapadokya bölgesinde yaşayan halkın “Türk kökenli” olabileceğini düşündürmektedir.
Bilindiği gibi bu bölge daha sonra Hititlerin yerleşeceği İç Anadolu ve civarıdır.
Selahi Diker, “Kapadokya” adının da Türkçe olabileceğini ileri sürmüştür. Kapadokya adının Akamen Elamcasıyla: “Ka-ut-ba-du-ka” biçiminde yazıldığını ve Türkçe “Kt-batuk-ya” yani (Het-batuk-ya) biçiminde yazılması gerektiğini ileri süren Diker, bu sözcüğün anlamının ise: “Hatti halkının battığı ülke” olması gerektiğini belirtmiştir. Diker, Hatti-Hitit ve Türkçe Battı-Batık sözcükleri arasındaki ilişkiye dikkat çekerek: “Her ne kadar adını Galata sınırındaki Kappadoks ırmağından aldığı söyleniyorsa da (Strabon, s.291) bu bizim yorumumuzu değiştirmez. Zira, bu ırmak adı da hemen hemen aynı etimolojiye sahiptir: Kappadoks – Kappadok-s Türkçe Kt-patuk –su “Hattilerin battığı ırmak…” biçiminde bir değerlendirme yapmıştır.
Anadolu’da MÖ. 2. Binlerde Türklerin yaşadıklarını gösteren en önemli kanıtlardan biri Antik kaynaklardaki bazı yer adlarıdır. Örneğin, Antik kaynaklarda Anadolu’da TAUR adını taşıyan dağlardan söz edilmektedir (Pontus Tauru, Anadolu Tauru). Taur sözcüğü “dağlı insanlar”, “dağlılar” anlamında Türkçe kökenli bir yer adıdır. Tau/taw/tav “dağ” ve ar/er “insanlar” sözcüklerinden oluşmuştur.
BULAMAÇ HÖYÜK HEYKELİ VE ÖN TÜRKLER
Erzurum’un Pasinler ilçesi yakınlarında Bulamaç Höyük kazısında MÖ. 1100-1500 yılları arasına tarihlendirilen bir insan başı heykelciği bulunmuştur. Yapılan analizler sonucunda yumurta büyüklüğündeki insanbaşı heykelciğinin Proturklere ait olduğu anlşılmıştır.
Pasinlerde, MÖ. 1100-1500 yıllarına ait heykelcikte, Orta Asya Türk eserlerinde bulunan “bıyık”, “keçi sakal” gibi detaylar yeralmaktadır. Heykel başının en öenmli özelliği göz, ağız, bıyık ve sakalının Asyetik unsurlar barındırmasıdır. Yrd. Doç. Dr. A. Semih Güneri, bulunan arkeolojik eserler hakkında yaptığı açıklamada, “Türkçe konuşan kabilelerin MÖ. 3000’den itibaren Doğu Anadolu’ya gelişlerine ilişkin arkeolojik belgeleri 10 yıllık çalışmayla gün ışığına çıkardıklarını” belirterek, “Ermenilerin yörede 6. Yüzyıldan itibaren yaşadığı iddia ediliyor. Bulamaç Höyük kazılarında Türklerin buralara 1000 yıl daha erken geldiğini kanıtlayan bulgular bulduk” demiştir.
DPT tarafından desteklenen OTAK (Orta Asya’da Türk Kültürünün Arkeolojik Kaynakları) projesi kapsamında Pasinler Ovası Bulamaç deresi yakınlarından bulunan Bulamaç Höyük I’de Ortaçağ ve Urartu dönemi arasındaki kültürlere, Bulamaç Höyük II’de ise Son Tuç çağına ait surlar ve küplere rastlanmıştır.
Bulamaç Höyük kaızlarında bulunan baş heykelciği, Türklerin Anadolu’da 3500 yıldır yaşadığını kanıtlayan son arkeolojik bulgulardan biri olması bakımından son derece önemlidir.
HAKKARİ TAŞLARI VE ÖN TÜRKLER
“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” sözü aslında bilimi tanımlamak için kullanılabilecek en güzel ifadelerden biridir; çünkü bilimde “mutlak doğru” diye birşey yoktur. Tarih biliminde de yeni bilgi ve bulgular eski bilgi ve bulguları değiştirir. Tarih ve arkeoloji bilimleri öteden beri tarihi gerçeklerin değişebileceğini göstermiştir. Örneğin, yeni bulunan Hakkari Taşları, Eski Türk Tarihi hakkında bilinenleri değiştirecek türdendir.
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Veli Sevin ve eşi Doç Dr. Necla Sevin başkanlığında bir ekip tarafından 1998’de Hakkari’de yapılan kazılarda ele geçirilen 13 adet dikili taş, başlangıçta Batılı bilim çevrelerinde heyecan yaratmış, dünyaca ünlü “National Geograpic” dergisi bu konuda 2 sayfalık bir yazıya yervermiş, Amerikan Arkeoloji Enstitüsü’nün yayın organı olan “Archeology” dergisi de 2000 yılı Ağustos sayısında Veli Sevin’in kazı çalışmalarına tam 8 sayfa ayırarak, Hakkari Taşları’nı dünyaya duyurmuştur. National Geographic Dergisi’nin haberinde Hakkari Taşları’nın Anadolu, Orta Asya ve Avrasya uygarlıklarıyla ilgili ip uçları vereceğini belirtmesi son derece anlamlıdır.
Hakkari Taşları’nı bulan Veli Sevin o günlerde Hürriyet gazetesine verdiği bir demeçte şunları söylemiştir:
“Üç yıl önce kepçeyle kazı yapan bir kişi, tarihi kalıntıları görünce valiliğe haber verdi. Kültür Bakanlığı kazı başlattı. Bölgede dikilitaşlarla birlikte, içinde 50’ye yakın iskelet ve bazı eşyalar günışığına çıkarıldı. Bunlar çok önemli arkeolojik eserler. Dikilitaşların dönemin kralları tarafından oluşturulan sitelerde kullanılmak üzere yapıldığını belirledik. Yaptığımız çalışmaların meyvelerinin uluslar arası dergilerde yeralması ve Türkiye’den övgüyle sözedilmesi bizi grurlandırdı. Önümüzdeki yaz (2001) dikilitaşların kökenini araştırmak üzere Doç. Dr. Necla Sevin’le birlikte Orta Asya’ya giderek araştırmalar yapacağız.”
Hakkari Taşları, Türk Tarih Tezi üzerinde yeniden düşünülmesi gerektiğini göstermektedir. Artık bilim insanlarımızın, “Antik çağlarda Anadolu’da Türk yoktu, Türkler 1071’de Anadolu’ya girdi!” biçimindeki “genel kabulun” esiri olmaktan kurtulup 1998 yılında Hakkari’de bulunan taşlara göz atmaları gerekmektedir
Hakkari Taşları, Türklerin ilk yaşadıkları yerlerden birinin Doğu Anadolu ile Hazar Denizi arasındaki bölge, yani Kafkaslar olabileceğini düşündürtmektedir.
MS. 6. yüzyıl Çin kaynakları, Türklerin atalarının Hsi Hai (Batı Denizi)’nin batı kıyılarında yaşadıklarını, sonraları buradan doğuya doğru göç ederek Turfan Havzası ve Ergenokon’a yerleştiklerini yazmaktaydı. Kimi tarihçiler, Çince Batı denizi denilen yerin Hazar Denizi olduğunu ileri sürerken, kimileri Batı denizinin Aral ya da Isık gölleri civarları olduğunu ileri sürmektedir.
Hakkari Taşları diye adlandırılan bulgular, ilk dikildikleri şekli koruyan, insan biçiminde ve 13 adet dikili taştır. En ilginci söz konusu taşlar eski Anadolu ve Ön Asya kültürüne yabancı özellikler taşımaktadır. Ön yüzlerinde kabartma ve çizgi tekniğiyle yapılmış resimler vardır. Taşlar cepheden görünen çıplak ve güçlü bir erkek figürü biçiminde yontulmuştur. Balta, hançer, mızrak, topuz gibi madeni silahlarla donatılmış figürler birer kahraman savaşçıya benzemektedirler. Çadır resimleri, yaşamlarını bozkır çadırlarında geçirdiklerini göstermektedir. Figürlerin üzerindeki işaretlerden taşların ait olduğu toplumun at kullanmayı da bildikleri anlaşılmaktadır.
“Hatta tüm koşum donanımlarıyla betimlenmiş bir süvari figürü Yakın Doğu’nun bilinen en eski örneği durumundadır. Dikili taşlardan ikisi silahsız kadınlara aittir. Bunlardan biri 3.30 metre boyundadır. Yerel bir hanedana ait bu taşlar, İÖ. 1450 ile 1000 yılları arasında ölmüş ataları anma amacıyla bir tür mezar taşı olarak yapılmıştır.”
Eski Çağ Tarihçisi Veli Sevin, Hakkari Taşları’nın Ön Türklere ait olduğunu düşünmektedir. Sevin: “Orta Asya ile Şaşırtıcı Paralellik” başlığı altında Hakkari Taşlarıyla Orta Asya’da ele geçirilen Türklere ait dikili taşları karşılaştırmıştır:
“Hakkari taşları, gerek ikonografik, gerekse felsefi açıdan kuzeyin Avrasya bozkır inanışlarına yakın özellikler taşır. (…) Hakkari taşlarının en ilginç yönü, kahraman figürlerinin göğüsleri üzerinde sıkı sıkıya (olasılıkla deriden) bir kırba (tulum) taşımasıdır. Merkezi konumlu bu içki kabı tüm sahnenin odak noktasıdır. Bu kabın simgesel açıdan büyük önem taşıdığı, savaşçının tüm kahramanlıkları ile silah ve eşyalarından ön plana alınarak belirginleştirilmiştir. En erken örnekleri Hakkari ve İran Azerbaycan’ında ortaya çıkan bu ilginç poz, taşları Batı Avrupa ve Güney Rusya –Ukrayna’daki en eski benzerlerinden ayırır. (…) Buna karşılık Orta Asya’da Kırgızistan, Kazakistan, Batı Çin ve Moğolistan’da yüzlerce benzer söz konusudur. Hakkari taşlarıyla Orta Asya’dakiler arasındaki paralellik şaşırtıcıdır.”
Sevin, Hakkari Taşları’nın Orta Asya’daki örneklerden daha eski olduğunu, dolayısıyla bilinenin aksine Anadolu’dan Orta Asya’ya tersine bir göçün söz konusu olabileceğini ifade etmektedir.
Veli Sevin, yaptığı araştırmalar sonunda Hakkari Taşları’nı MÖ. 2030-1690 arasına tarihlendirmiştir. Bu tarihlendirme MÖ.2.Binyılın ortalarına denk gelmektedir ki, aynı dönemde Anadolu’da Hitit İmparatorluğu hüküm sürmektedir. Üstelik Hitit İmparatorluğu, Hakkari Taşları’nın bulunduğu Doğu Anadolu’ya kadar yayılmıştır. Bu durum Hakkari Taşları’nı yaratan uygarlıkla Hititler arasında bir ilişki olabileceğini göstermektedir. Veli Sevin de bu duruma dikkat çekerek Hakkari Taşları, Hititler ve Orta Asya arasında bir ilişki olduğunu ima etmektedir:
“İÖ. 2. Binyılın ortalarında Anadolu’da Hitit İmparatorlarının hüküm sürdüğü yüzyıllarda Hakkari yaylalarını yurt tutmuş bir hanedana ait bu türde taşlar Yakındoğu’ya büyük çapta yabancıdır. Ancak, Azerbaycan ve İran Azerbaycanında, Hazar Denizi’nin batı ve güneybatısındaki Aşhanekeran, Dübendi ve Erdebil yakındaki Meshkin Shar Ovası’nda çok sayıda stelin ( dikili taşın) varlığı bilinmektedir. Güneydoğu Anadolu’da Garzan Ovası ve Antakya yakınındaki Tell Açana’nın V. Tabakasında benzer birkaç örnek bulunmaktadır. Bununla birlikte çıplak savaşçı avcıları betimleyen bu türde stellerin en erken örnekleri İÖ. 4. Binyılın ikinci yarısında Kuzey Karadeniz Bölgesi, özellikle Ukrayna ve Kırım’da görülür. Bunlar zaman içinde batıda Portekiz ve İspanya’dan, doğuda Moğolistan ve Çin’e yayılan geniş bir coğrafyada binlerce örnekle ortaya çıkar.
Orta Asya’da İÖ. 3000’den İS. 12, 13. yüzyıllara değin çok uzun bir süre çeşitli halklarca kullanılmışlardır. Kırgızistan, Kazakistan, Altay, Sbirya bölgeleri, Tuva yöresi ve Moğolistan’da geniş alanlara dağılan Orta Asya stellerinin en çarpıcı özelliği Hakkari’dekiler gibi iki ellerinde daima bir kap tutuyor olmalarıdır. Bu özellik derin anlamları olan simgesel bir sözlük görünümündedir. Binlerce yıldır unutulmayan bu gelenek Hakkari stelleri ile Orta Asya stellerini birbirine yaklaştırır.”
Veli Sevin, Hakkari Taşları’nı yaratan uygarlığı Orta Asya’ya bağlarken MÖ. 2.Binlerde Doğu Anadolu’da yaşayan bir Orta Asyalı kavimden, Turukkular’dan da söz etmektedir.
1998 yılında Hakkari Taşları’nın bulunmasıyla “Eski Anadolu’da Türk olmadığı” genel kabulüne çok ciddi bir darbe vurulmuştur. Söz konusu taşlar, eski Anadolu’da Türklerin yaşadığının en güçlü kanıtlarından biridir. Eski Çağda Anadolu’da Türklerin yaşadığını gösteren, Hakkari Taşları, “Hititlerin Türklüğü Tezi”nin üzerinde daha fazla düşünülmesi gerektiğini ve “Türklerin Anadolu’ya 1071’de girdikleri” bilgisinin artık sorgulanması gerektiğini çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Ahmet Taşdemir - 1071 YALANI (MARİ TABLETLERİ VE TURUKKU... | Facebook