“Yanık ekmek kokusunun olduğu her yerde mutlaka dolu dolu canlı bir yaşam vardır” M.Nalçacı
…
“Geliiin ! Gelin ! Kalk gııız, sabah ezanı okundu okunacah !”
Aslında sabah ezanı okunmasına daha çok vardı. Vakit henüz gece yarısını henüz geçmişti. Hatice gelin yattığı yerden gözlerini oğuşturup duvarda ki saate baktı; saat bir buçuğu ancak gösteriyordu.
Gecenin bir yarısı kaynanası ona sesleniyordu. Hatice gelin yatağında “Ooof !” deyip döndü. “Şu Nar’ın işi de heç bitmez “ diye söylendi. Üstündeki yün yorganı kocası tarafına usulca ittirip yatağından doğruldu. Kocası Murat horul horul uyuyordu. İlk defa onun uykusunu kıskandı.
“Aaah ah ! Erkek olmak lazımmış, tüm iş gadınlarda On iki desti ekmek yapmak golay mı ? Kolay değil amma mecburen yapılacak. Gış gapıda o kadar insan, çoluk çocuh gışın ne yiyecek ?” diye söylendi.
Gözünden uyku akıyordu. Uyku öylesie tatlıydı ki hani bi yarım saat daha uyusa kötü mü olurdu. Hatice küçüklüğünden beri uykuyu pek severdi; kim sevmez ki; o sımsıcak yatakta mışıl mışıl uyumak varken.
“Gııız geliiin, yine uyuya mı galdın yosa ? “
Kaynanası ona bi daha seslenmişti. Onun huyunu bilirdi; cevap alıncaya kadar katiyen susmazdı.
Hatice gelin yatağından usulca kalkıp köşedeki çağda bulunan ibrikte yüzünü yıkadı. Su buz gibiydi ama gözünü açmasına yardımcı olmuştu. Ahşap pencereyi açıp aşağı avluda kendisine seslenen kaynanasına ;
“Şimdi üstümü giyinip geliyom” dedi.
Pencerenin ahşap pervazları çürümüştü, zorla da olsa pencereyi tekrar örttü.
“Şu kadın illaki uyandırıncaya kadar bağırır durur. Gelin şunu getir, gelin bunu götür, gelin şunu al, bunu ver heç bitmez ki ” diye söylendi.
Hatice gelin dimisini giydikten sonra gül desenli yemenisini alel acele başına sarıp taş merdivenlerden tandır evine indi. Gecenin bu vakti her taraf zindan gibiydi, elektrik düğmesine bastı; kahretsin bugün yine elektrik yoktu. Rafda ki gaz lambasını bulunduğu yerden alıp yaktı. Loş bir aydınlık kısmen de olsa tandır evini aydınlatmıştı. Birazdan komşular gelir diye düşündü; eski birkaç kilim ve örtüyü tandır evinin beton zeminine serdi. Sonrada tandırı yaktı. Çalı ve çırpıların alevi tandır evinin aydınlanmasında yardımcı olmuştu.
Kaynanası Fadime ekmek açma tahtalarını yerlerine bir bir koyarken;
“Amaaan ! Eskiden elektrik melektrik mi vardı sanki , azıcıh ışık olsa bize yeter de artar bile” dedi.
Hatice, kaynanasına ses etmedi, siyah ekmek sacını dikkatlice yanan tandır ocağın üstüne koymaya çalışıyordu. Sacı yerine yerleştirince rahatladı.
Biraz sonra dış kapının çıngırak sesini duyuldu; komşuları ekmek yapımı için bir bir geliyordu.
Taşıyıcıların Zeynep kadın, Kör Nazminin Emeti, Nalıncının Ayşe Nene, Gara gızın Dürdane ve Kulaksızın Halime kadın olmak üzere hepsi gelmişti.
Nar Kasabası’nda ekmek yapımı gecenin bir yarısı başlıyordu.
Hatice gelin ekmek tahtalarının yanına açma unlarıda hazırlamıştı ki kaynanası Fadime;
“Geliiin “ dedi “Gayıt damında ki hamırları gap da gel” diye seslendi.
Sanki hamuru getirmesini bilmiyordu. Şu gaynanası Fadime var ya, illa ki bişey söylemeden duramazdı.
“Tamam tamam !” dedi “Sen merah etme, şimdi alır gelirim”
Yufka ekmek açacak olanlar kaynanası ile birlikte beş kişiydi. Altıncısı Zeynep kadın ise tandırın başında ekmekleri pişirecekti. Ekmek pişirmek maharet ister, her kadının eli buna ehil değildi. Hatice gelin bir seferinde tandırın başına geçmiş ekmek pişirmeye başlamıştı ki yufkaların çoğunu sacda yakmıştı. O da bir yana kaynanasının çenesi bir açılmış pir açılmıştı;
“Bu gelin de bişey beceremez canım.. Ne olacah anasına çekmiş. Anası garasofu’nun Hayriye de bunun gibi eli ağırdı. Dut dibine düşermiş; tıpkı anası” deyip, sayıp durmuş, günlerce dır dır edip durmuştu.
Hatice gelin kaynanasının laflarına hiç ses etmemiş fakat bir daha da ekmek çırpısını eline alıp tandırın başına geçmemişti.
Gece yarısı ekmek yapımı başladığında millet uykudaydı.
Ara sıra inek molaması duyulsa da tavuklar, horozlar, atlar, eşekler ve bicümle canlılar uykudaydı. O gece sadece oklavaların ekmek tahtaları üzerinde, maharetli eller arasında dönüşü duyuluyordu. Gözler birleşmiş, parmaklar yürekle bir olmuş hamura emek veriyordu. Yanık ekmek kokusu etrafa yayılırken uzaklardan birkaç köpek sesi duyuldu. Zeynep kadın;
“Köpekler ekmeğin kokusunu almış olmalı “ diye söylendi.
Gecenin bir yarısı dumanlar tandır evin bacasından çıkıp karanlıkta kaybolurken oklavaların hamura hasretle sarılışı ve maharetli ellerde kağıt inceliğinde açılışı ustalık isterdi. Narlı kadınlarda ise o ustalığın en alası mevcuttu.
Ekmekler açılıyor sacda pişip diziliyordu. Bu arada laf lafı açıyor, sözler uzayıp gidiyordu. Kör Nazmiler’in Emeti böyle zamanlarda sessiz kalmayı hiç sevmezdi.
“Gomşular “ dedi “Duydunuz mu ?”
“Neyi” dedi Nalıncı’nın Ayşe nene.
Emeti, şöyle bir sırtını duvara dayayıp dimisinde biriken unları çırptıktan sonra;
“Nene neyi olacah” dedi “ Sarı oğlanın Mıstafa geçen günlerde kör değirmenin orada iki gara keçi görmüş.”
“Eeee !” dedi Ayşe kadın merakla.
“Eee si, şu sahipsiz keçileri alıp eve götüreyim demiş. Birini eşeğin gıçına goymuş diğerini de gucağına alıp sürmüş eşeği çaydan tarafa”
“Amanııın ! Gııız, şeytan meytan olmasın sahın “
“Tas tamam öyle imiş.Geçilerin ağırlığından eşek yürüyememiş. Daha çaya varmadan iki gara keçi gendilerini eşekten aşağı atmış. “
“Vah vah ! Amanında amanın ! Mıstafaya eyi ki bişey yapmamışlar”
“Yapacaklarmış amma o sıra Mıstafa eşekle suyu geçivermiş. Biri Mıstafanın ardı sıra seslenmiş; ulan Mıstafa demiş, suyu geçmeseydin gününü görürdün ya demiş. O sıra eşeğin ayahları çay kenarına çahılıp galmış”
“Tüüü tü ! Mıstafa ne yapmış ?”
“Ne yapacah eşeği orada bırahıp gaçıp gelmiş eve “
“Garısı Zehra sormamış mı heriiif eşeği ne yaptın diye”
“Sormaz mı heç. Mıstafa kan ter içinde kalmış elini yüzünü yıkarken öldüm demiş. Avrad ben bugün ölmezsem bi daha heç ölmem demiş”
Bu laf üzerine tandır evindeki kadınlar gülüştü. Gara gızın Dürdane elindeki yufka ekmeği pişirici Zeynep kadına uzatırken;
“Ben inanmam” dedi. “Ne Mıstafanın söylediğine inanırım ne de geçilere”
“Çarpılır mıyım bilmem amma ben Mıstafaya inanmam. Babası Sarı oğlan da böyle şeyleri çoh görürmüş. Hep onlara mı rast gelir ? Yoh canım inanmam.”
Hep birlikte korkuya karışık gülüştüler. Derken laf lafı açtı sohbet aldı başını gitti. Zaman nasıl geçti bilinmez, sabah olup gün ışır iken kapının çıngırak sesi duyuldu; gelen Kel İzzet’nin Abdullah’ın karısı kadersiz Zeynep idi.
Hatice gelin Kel İzzet’in karısını şöyle bir süzdü. Kel İzzet’in karısı görmeyeli iyice küçülmüş gibiydi
“ Olur mu anacığım” dedi Hatice “Ben birazda çömlek peyniri gatarım.Sade yımırta pek iyi olmaz”
“Gelin , sen bilirsin” dedi kadın boynunu bükerek. Belli ki evde birkaç yumurtadan başka şey kalmamıştı.
Kel İzzet’in Zeynep işlemeleri alıp giderken Fadime ana seslendi;
“Bacııım !” dedi. “ Ekmek fazla olacah gibi, ahşam üstü gelde ıslatıp sana biraz vereyim”
“Sağolun gomşular . Allah bileğinize güç versin” deyip gitti.
Ayşe nene, Kel İzzet’in karısının ardı sıra söylendi;
“ Aman ki aman ! İşi zor. Kel İzzet sele gideli yıllar oldu. O gün bu gündür çeker durur garibim Zeynep iyi kadındır, namuslu kadındır amma kaderi bi kere küsmüş. “ dedikten sonra Hatice geline dönüp;
“Afferim gelin” dedi. “İşlemeye ne iyi akıl ettin de peynir koydun. Böle şeyler sevaptır sevap !”
Hatice gelin ses etmedi, dış kapı açık olduğu için Kel İzzet’in karısının ardı sıra bir süre baktı, sonra da;
“Allah yardımcısı olsun “ dedi. Başka şey demedi. Güneş çıkmış bir adam boyu yükselmişti bile..
...
Duvar üstündeki kuru bağ çubuklarına tutunmuş serçe kuşlarının ötüşü mahalleye bir canlılık getiriyordu. Kuşlar sonbaharın tadını çıkarır iken diğer yandan karınlarını doyurma peşinde olmalıydılar ki tandırdan çıkan gazel alevine pür dikkat bakarak kendi aralarında cıvıldaşıyorlardı. Sacda pişen yufka ekmek kokusu küçük midelerini kabartıyor ve bu onları çıldırtıyordu.
Kadınlar gece yarısından bu yana hiç durmadan çalışmışlardı. Bir tek sabaha karşı kısaca ara verip asmalık parmak üzümü yanında birer işleme yemişlerdi. Gece yarısından bu yana hiç durmadan hamur açan hünerli eller öğlen vakti olmasına rağmen aynı hevesle oturdukları kalın tahtaların başında aynı çeviklikle hamuru bir kağıt inceliğinde açıyorlardı. Oklavaların tahtaya vuruşu berekete yoğruluyordu. Hani derler ya Anadolu kadını ekmek gibi bereketlidir; eline ne alırsa çoğaltır ki hey hat ! Yufka ekmek de öyledir; açıldıkça açılır, piştikçe kabarır, dizildikçe kayıt damında yükselir ve bir kış boyu tüm horantanın karnını doyurur. Yufka ekmek öyle kutsaldır ki bir kırıntısı bile yerde kalmaz öpülüp sofraya gelir. Sofrada kalan kırıntılar ise bir duvar dibine itina ile dökülüp kuşları yemesi beklenir. Bağ çubuklarına tünemiş kuşlar şimdi o kırıntıları bekliyordular ki dış kapıdan içeri hızla giren bir çocuğun sesi duyuldu;
“ Anaa ! Çok acıhtım valla !”
Anası çocuğun gelmesini beklemiş olmalı ki onu görünce ekmek tahtası üzerinde açmak üzere olduğu hamura yarım hamur daha ekledi ve tandıra dışarıdan kuru çalı çırpı getiren gelinine;
“Geliiin !” diye seslendi. “Yavrım okuldan gelmiş, ona çölmek peyniri getir”
Hatice gelin kaynanası Fadime kadının cırtlak sesini dışardaki avluda duyunca yüzünü ekşitti. Oğlanın geldiğini o da görmüştü; içinden “ Bu kadın bağırmasa olmaz sanki” diye geçirdi. Kaynanasının aksine sesini yumuşattı;
“Tamam anacığım” dedi “Ben şimdi hazırlarım” Sonra da okuldan gelen çocuğuna dönüp;
“Halil, içine soğan katayım mı ? “ diye sordu.
“Kat kat !” dedi çocuk . “Üstüne de sade yağ sür”
Hatice gelin kayıt damına doğru giderken kaynanası Fadime söylendi;
“Sanki bilmiyo” dedi “Bu çocuh işlemeyi penirli yer. Anasından doğdu doğalı penirli soğanlı sever. Şekerli, cevizliye bir türlü alışamadı getti. Bunu ben biliyomda doğuran öğrenemedi bir türlü”
Tandırın başında yufka ekmekleri pişiren Zeynep kadın lafa girdi;
“Benim çocuhlar cevizli sever. Cevizli işleme dedin mi dünya onnarın olur.. Aaah, mideyle gönüle akıl erdiremezsin. Şakirlerin Nuri gasabada onca gız varken getti de maccandan muhacir gızı Nazmiye’yi alıp geldi. Babası Şakir ağa “Ne lan bu gız !” diye garşı çıhmış. Nuri cıplah, cebinde guruşu yoh amma babasına dikili vermiş; “Babaaa baba !” demiş “ Ya Nazmiye’yi gelin olarah gabul eden ya da bu evde bi dakka durmam “ demiş.
Şakir çavuş’un başka oğlu yoh ki, olmayınca oracıhda gıçının üstüne otura galmış “
“Aaa ah !” diye söze girdi kör Nazmi’nin karısı Emeti..”Şakir çavuş hak etti valla.. O da babası Sülümana çoh çektirmiş derler. Ne bilem köylü öle der. Garısı Naciye Narlı mı sanki, Gore’den alıp gaçırmış”deyip yemeni altından güldü. Emeti kadın elli yaşına gelmesine rağmen minyon tipli olduğundan mıdır nedir yanakları al al elma gibiydi. Aslında Emeti kadın genç kızlığında Şakir Çavuş’a yangındı. Fakat Şakir çavuş Goreli Naciye’ye gönlünü kaptırmıştı.. Emeti belli etmeden o gün bu gündür Naciye’ye kin tutardı. Bunu az çok tahmin eden ev sahibi Fadime kadın biraz önce gelini Hatice’nin ardısıra söylenen o değilmiş gibi komşusu Emeti’ye çıkıştı;
Emeti kadın elinde ki oklavayı sertçe açtığı hamurun üstüne vurdu ve;
“ Gederse getsin “ dedi “Bu köylü Emeti’yi de bilir, pasaklı Naciye’yi de”
Konuşulanlardan bir şey anlamayan küçük Halil annesinin ona getirdiği soğan katkılı peynirli işlemeyi iştahla yiyordu ki dış kapıdan içeriye bir gölgenin süzüldüğünü gördü. Elindeki işleme dürümünü ısıracaktı ki tandır evine dönüp bağırdı;
“Anaaa ! Gonca abla geldi !”
Gonca, komşuları garip Osman’ın en küçük kızıydı. Yaşı henüz on sekize bile gelmemişti fakat servi boyu onu daha çok gösteriyordu. Beline kadar inen uzun siyah saçları ona bambaşka bir güzellik katıyordu. Sürmeli ahu gözleri ise tıpkı anasına çekmişti. Kısacası Gonca ‘yı yolda gören kasabalı gençler yanından geçerken içinden bir “Aah !” çekerlerdi. Bunu bilen anası Safiye Gonca’nın omuzuna bir çocuk gibi nazarlık takmıştı.
Gonca, elindeki peynir ve birkaç yumurta bulunan bakır tası ekmek yapanlara doğru uzatırken gülümsedi;
“ Herkese kolay gelsin analar “ dedi.
Gonca’nın sesi kadife gibi yumuşacıktı.
Herkesten önce duvar köşesinde ekmek yapmakta olan Gara gızın Dürdane atıldı;
“Sağol gızııım !” dedi “Sağol yavrum. Getir hele getir ! Senin işlemeni ben yapıcam” deyince içerideki herkes bir birinin gözüne şaşkınlıkla baktı.
Gonca kız tası bıraktığı yerden tekrar alıp Dürdane kadının yanına bıraktıktan sonra;
“Sağol Dürdane teyze” dedi
“Teyze olur mu yavrum, anne desen daha eyi olmaz mı ?”
O an ortalıkta buz gibi bir hava esti. Gonca kız bazı şeyleri anlamış olmasına rahmen oralı olmadı ve ses çıkarmadı. Aslında işin gerçeği şöyleydi; Dürdane oğlu Mehmet’e garip Osman’ın bu dünyalar güzeli kızı Gonca’yı uygun görmüştü. Bunu birkaç yerde dile getirse de aileden bir cevap gelmemişti. Belli ki Gonca oğlu Mehmet’i istememişti. Neymiş efendim oğlu Mehmet’in burnu biraz uzunmuş, benzi solukmuş, boyu kısaymış, sıskaymış vs.. Olsun, oğlunun işi gücü yerindeydi ya. Bu devirde boyu posu kim arıyor ki; millet paraya bakıyor paraya..
“Değil mi kızım ?” dedi Dürdane. Sonra devam etti;
“Parasız pulsuz boy pos olsa ne faydaaa ! Boy devede bilem var “
Dürdane’nin ağzı açılmaya görsün kolay kolay susmazdı. Bunu bilen ekmek pişirmekte olan Zeynep kadın garip Osman’ın kızının yüz renginin değiştiğini fark edince araya girme gereği duydu. Çırpıda ki ekmeği havalandırıp kızgın sac üzerine tekrar yatırdı ve;
“Dürdane Dürdane !” diye çıkıştı “ Her şey para demek değildir. Gönül birini sevdiğinde samanlık seyran olur. “ Sonra Gonca kızı yukarıdan aşağı süzüp;
“Gonca kızımızında bir sevdiği vardır elbet” dedi.
Belli ki Zeynep kadın Gonca’nın ağzını arıyordu.
Bu laf üzerine Gonca kız utandı, yüzü kızardı. Bir şey diyecekti vazgeçti; gözleri sacda pişmekte olan işlemelerine baktı. İçinden şu işlemeler bir an önce pişse de buradan gitsem der gibiydi. Fakat Dürdane kadın susacak gibi değildi;Zeynep kadına çıkıştı;
“Niye ?” dedi “Benim oğlumun nesi varmış ? Sevgiymiş pöh ! Zamanla o da olur. Gonca’nın anası Safiye Garip Osman’ı sevip de mi geldi ? Hadi canım sendeee!! !”
Pişen işlemelerini özenle bakır tasa yerleştiren Gonca bu laf üzerine dayanamayıp dikiliverdi;
“ Dürdane teyze “ dedi “Bana ne sen lazımsın ne de burnu uzun sümüklü oğlun “ deyiverdi.
O an hamur bezeleri üstünde yuvarlanan oklava sesleri duruverdi. Zeynep kadın kızgın sac üzerine yatırdığı ekmeği unutmuş olmalı ki yanık bir ekmek kokusu tandır evini sardı. Garip Osman’nın kızından her şeyi beklerlerdi ama bu kadar keskin sirke olacağını kimse tahmin bile etmemişti.
Gonca lafının burada ağır olacağını bildiği için işlemeleri alel acele bohçaya sardı ve;
“Size golay gelsin” dedikten sonra hızlı adımlarla kapıdan çıkıp gitti.
Dürdane’nin ağzı açık kalmış bir halde bir şeyler söyleyecek ama söyleyemiyordu. Dürdane’nin yüzü ocaktan çıkan alev gibi kıpkızıl olmuştu. Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyordu. Ağzı açık kalmıştı. Dürdane’ye belli ki kötü bir şeyler olmuştu.
Bunu ilk fark eden olayları hamur tahtasının başında sessizce takip eden Kulaksız’ın Halime oldu. Halime kadın hiç kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı fakat durumun vahametini anladı; ağır gövdesinden umulmayacak bir çeviklikle ayağa kalkıp hemen yanında ki Dürdane’nin imdadına yetişti.
“Goşun bacım goşun ! Bu kadına bi haller olduuu !” diye bağırdı.
Avluda peynirli gözlemesini yiyip bitiren çocuk olanları şaşkınlıkla izliyordu ki;
“Haliiil !” diye bağırdı Halime “Lan bi tas su getir ! “
Oğlu Halil’den önce Hatice gelin koşup bir tas su getirip Dürdane kadının başından aşağı döktü Sonra da kadının kaskatı kesilmiş boynunu ve sırtını elleriyle oğuşturdu.
Dürdane;
“Oooh !” deyip kendine geldi. Elleriyle ıslak yüzünü sildi. Sonra da ;
“Ne ne ne dedi ? “
“Kim ?” dedi Hatice gelin gülerek
“Ki ki kim olacak , o gevur Osman’ın gızı, bana ne dedi ?”
Ekmek yapan kadınlar bir birinin gözüne baktı. Dürdane hak edilen bir lafı suratına yemişti. Hiç kimsenin güleceği yoktu ama önce Kulaksız’ın Halime güldü. Halime öylesine gülüyordu ki ayıp olmasın diye unlu elleriyle yüzünü kapatıyor sonrada ellerini dizlerine vuruyordu.
Bunu gören diğer kadınlarda Halime’ye katıldı.
Herkes kah kahalarla olan bitene gülüyordu. Bunu gören Dürdane daha da kızdı;
“Gülün gülün bakalım “ diye çıkıştı. “Yarın sizin de oğlunuz kızınız evlenecek. Siz şimdi gülün bakalım. “ deyip sustu.
Dürdane , ekmekler bitinceye kadar bir daha hiç kimseyle konuşmadı..
…
“Anaa ! “ dedi Halil çocuk “Ben işlemeyi bitirdim okula gidiyom”
Hatice gelin oğlunun siyah renkte önlüğündeki un tozunu gördü;
“Dur dur !” dedi “Önlüğüne işlemenin unu bulaşmış, onu silim de öyle git”
Sonra devam etti;
“Okuldan çıhınca hemen eve gel tamam mı ?”
“Tamam” dedi çocuk. “Tandıra patates gömecen mi ?”
“Tabi ki..Senin için şeker pancarı da gömerim”
Çocuk sevinçle ellerini bir birine vurdu. Avludaki duvarın üstündeki serçe kuşları telaşla havalandılar. Belli ki çocuğun el vurmasından tedirgin olmuşlardı. Çocuk okul yoluna koşar adım uzaklaşırken kuşlar tekrar eski yerlerine yani duvar üstündeki çubukların üstüne kondular. Sonra da hep birlikte cıvıldaşmaya başladılar. Sohbetleri Dürdane kadın üstüne olmasa da belli ki ekmek kırıntısı ve etrafa yayılan yanık ekmek kokusu üzerineydi.
...
Sevgili dostlar Anadolu da o kuşlar kuru bağ çubukları üzerinde ekmek kırıntısı hala bekliyor mu bilmiyorum fakat elbette ki her ekmek yapmında buna benzer sohbetler ve yaşamdan kesitler mutlaka geçmiştir. Bizimkisi kalplerden yüzlere yansıyan tatlı bir tebessüm bırakabilmek. Nar da ekmek yapımının değerini anlatabilmektir.
Ayşelerin, Fatmaların, Eminelerin hünerli ellerinden çıkan yufka ekmekler şimdi belki çok azalsa bile Anadolu’nun bağrı her daim yanık ekmek kokar. Bundan olsa gerek serçe kuşların umudu hiç bitmez. Bir ocağın tütmesi onlar için bereket ve dolayısıyla yaşamın ta kendisi demektir.
Bu küçük hikayemizi okuyan gözlere selam ve sevgilerle..
Son sözüm ; yüreğinizde tüten yufka ekmek kokusu hiç eksilmesin. Kalın sağlıcakla..
Selâm; Bugün sizlere Nevşeer'imizin meşhur hamur işlerini anaatmaya çalışacağım.
"Bismillah" diyelim, söze girelim.
Bizim bir "Dolma Mantımız" vardı, biz öyle bilir, öyle dirdik. Afiyetlede yirdik...
Bizim bu Dolma Mantımız ne hikmetse; Gayseri'liler sayesinde son 20 senede moda olup adım başı "Mantı evi" açılıp, mantı evlerininde ''CILKI" çıkınca Mantıdan ziyade, Yoğurtlu Mantı çorbasına dönüp; Mantılar sulu yoğurdun içinde kulaç atıp, yüzerken üstüne üstlük birde sosyeteninde gözdesi olunca ismindeki Dolması gitti, Mantısı bize kaldı yadigar... Nidemm, nidemmm...
Dolma Mantıyı rahmetli babam çokk severdi. Anama hatun ağşama bi "Dolma Mantı" yapsanda yisek dirdi. Anama yapması pek bi eziyetli gelirdi emme yapmaya zorunsada; emir büyük yerden "Yaşarağa" diyecekte, yapılmayacah hee, sıkar biraz. "Emir; demiri keser" misali. Anamda az yaman değil ufacık tefecik ama boyundan büyük inadıda var emme inatlaşır, yapmazsada ağşama da Yaşarağanın gazabı var... Niyseem
Anam babamdan tırstığı için sohrana sohrana işe goyulur. Himen mutfağa geçer, leğençe gibi bir kabımız vardı; onun içine un guyar, suyunu, duzunu gatar hamuru garar himencecik iki "Bezi" yapar, üstünede nemli bir bez örter o dinlenirken; beri yandan mantının iç avayni için; Etin içine güçcük bir soğanı ince ince çiter duzunu, garabiberini gatar elinin ucuyla garar, hazırlardı...
Odamızın ortasına sufra bezini serer, tahta "Honçamızı" guyar ve ohlavayı eline alır, kalınca bir hamur açardı. Anamın eline nidense ohlava hiç yahışmazdı. Pek bi eğreti dururdu emme anam yinede iyi becerir, yapardı. Bense; beni heeç sormayın onu bile beceremem.
Anam açtığı hamuru karelere keserken bendenizde usul usul sohulurdum.
Anam çok titiz bi hatundu. Heç üşenmeden galkar, ellerimi yıhatır, tekrar oturturdu. Niysem
Hazırladığı iç etini kare kare kestiği hamurlara parmak ucuyla dohundurur, bende miniminnacik ellerimle bi gözel gapatırdım.
Bak bunu iyi becerirdim, mantılarım gulaklı, gulaklı pek gözel olurdu...
Anamsa tepsiye un sepeler, mantıları içine dizerdi. Onlar dinlene dursun. (Biz fırınlama bilmezdik, şimdi mantılar fırınlanıyor).
Genisçe sahana iki diş sarmısak ile duz iyice ezilir, beri yandan rahmetli Dursun halamın getirdiği "Cingil" yoğurdundan da çokça gatılır, bir gözel özenirdi.
Ocakta suda haşlanan mantılar süzülür, yoğurda garıştırılır, mis gibi tereyağlı, salçalı "YÜZ" (sos)yapılır. Üstüne gezdirilir hep birlikte afiyetle yinirdi.
Nevşeer'imizde genelde bol nohutlu varsa domates yoksa salçalı sos yapılır, mantının üstüne dökülür, yenilirdi de...
Babam rahmetli 32 ay askerlik yapmış o devirde askere nohut yemeği çoh çıharmış. Babamda nohuttan nefret ettiği için bırak dolma mantı üzerine dökmeyi, nohut yemeği bilem bizde çokk nadir pişerdi...
Babacığım nohuta da çok gaz yaptığı için "Makineli tüfek" dirdi. RAHMET CANINA...
Dolma MANTImız misafir gelirse yüz akımız, misafir gidersekde sofraların yüzakıydı..
Gel gelelim diğerlerine; unuttum sandınız dimi cıkss unutmadım, şimdi anaatacağım...
Erişte, kesme makarna ve gırcı mantı "GÜZ" başında hazırlanırdı. Halam başı çeker gelin, görümce kendilerince çırpınırlardı.
Halam kendine çok yapardı, ilmini bilirdi.
Bize tadımlık yapılırdı. Erişte hamuru ise yumurta, un, duz karışımı olur ayrı yoğrulurdu.
Kesme makarna ve gırcı mantının da hamuru katıca yoğrulur. Halam bu hamuru kaaat gibi açar ama kesme işini halamın bir ahbabı yapardı. Akça pakça nur yüzlü bir hatuncuktu. Herkeşe sırayla mantı, makarna keser, el hakkını alır giderkende eline ufak bi çıkın verilirdi.
Erişteler fırınlanır, kesme çorbalık ayrı kesilir, kesilen makarna ve gırcı mantı damlara hasır yaygının üzerine bembeyaz şeker çuvalından dikilmiş, itaanın (genişce bezler) üzerine yayılarak, kurutulmaya bırakılırdı.
Başıda sırayla behlenirdi. Nidenmi; çünkü kuş pislemesin, kedi içine işemesin diye...
Guruyan kesme makarna ve gırcı mantı üstü gapaklı içi sırlı küplerimiz vardı. Onlara doldurulur, gayıtevimizın bir gıyında yerini alırdı.
Kış gelincede; Eriştemiz tereyağlı pişirilir, üstü cevizle süslenir, üzüm turşusuyla Afiyetle yinirdi.
Bazende kesme makarnamız haşlanır, tereyağında çevrilir üstüne de çölmek pindiri dökülür, yanında kayısı hoşafıyla Afiyetle yinirdi...
Gırcı mantımıza gelince; Anam onu suda haşlarken, beri yanda sarımsaklı yoğurdu hazır eder, üstünede salçalı, kıymalı "YÜZ" (sos) gezdirir sufraya getirirdi. Hepiciğimiz çalakaşık yumulurduk. Yanındada tahin helvası olurdu üstünede onu yirdik.
Selâm; Besmele ile girdim söze, Eğri oturdum, doğru yazdım size; Un, su, tuz ile eyice karışsın,
Yuuka ekmek olsun, gelsin sizlere...
Küçüklüğümün "KAAT" ekmeği, ne severdim, seni bi bilsen, Dursun halam kuru yuukayı sular getirirdi bize. Annemde bi gözel itimiş pindirle, kolum gibi dürüm yapardı, virirdi elime; sokak kapımızın eşşiğine oturur, bir salkım banni beyaz üzümle birlikte afiyetle yerdim...
"YUFKA" ekmeğini Dursun Halam her yıl Güz'ün yapardı. 8...9 Testilik hamur karardı, testi deyip geçmeyin; bir testi tahmini 18 litre su alırmış, halamkızı didi. Halam bizi çok severdi, bizsiz içine hiç bişi ilimezdi; (sinmezdi) bizede haber ederdi.
Ekmek yapılacağı gün, Anamın gucağında 3 yaşındaki tohumluk koca bebe, yanında "Geçmez akçe" ben benim elimde bi gara geçi, bizim evden çıkardık yola, Saraç Memmet güccamın evinin yanındaki daracığa girer, Karasoku camii'nin yanından, Meydan fırınını teğet geçer, Sahil yolu, Ticaret lisesinin önü derken, otun çöpün içinden, bayırı çıkar. 350 evler, 1. yoldaki halamın evine varırdık. Geçiyi bağlardık bir kenara o otlanırken, biz biraz nefes alır, dinlenirdik.
Halam; hazırlıkları anama annadırken, bende pür dikkat dinlerdim..... Halam; birgün önceden bir kazana, desti hesabı ile ölçülü suyu ve kaya tuzunu bir tülbente 'Çıkı' yapar, içine atardı, tuz erisin, suya karışsın, tortusu kalsın diye. Sabahtan da ununu eler, eleğini asardı.. Öğleye doğru hamur azar azar, elbirliğiyle yoğrulmaya başlanır. Yoğrulan hamurlar peyderpey (parça parça) büyük itaaların arasına konur, gonugonşu çığrılır, çoluk çocuk, cümbür, cemaat bir gözel çiğnenir, hamur öze gelit yani kıvama getirilir ve yine gonşuların yardımıyla bezelenirdi. Beziler unlanarak ilâanlere dizilir, ertesi sabaha kadar dinlenmeye bırakılırdı. Bezeler dinlene dursun....
Halam; Osmanlı kadındı, "Görgülü kuşlar, gördüğünü işler" dirlerya. Halamda baba evindeki tandır gibi evinin bodrumuna Tandırevi yaptırmıştı. İşte bu tandırevi yuuka epmek yapmak için hazırlanır, önce yire büyükçe itaa serilir, oklavalar, ekmek tahtaları yerleştirilir, bişirgeç ise tandırın gıyında hazır edilirdi. Haa unutmadan yazayım; ekmek yapılırken dölek durmazsak bacaklarımıza çırpıştırılan oklavalarla hanyayı, konya'yı yani uslu oturmayı da öğrenirdik.
Her tahtanın yanına büyük kuşaneler içine uğralık unlar hazırlanır, pişen ekmekleri koymak içinde tertemiz sufra bezi serilirdi....
Gelelim Tandırımıza, tandırın tabanına büyük kütük ve halapa odun bırakılır, yakılacak çıbık, çıtırgı, odun talaşı hazır edilirdi. Külle'de temizlenir, tandır yakılmaya hazır olurdu. "KÜLLE" ne merak ettiniz dimi; himen diyivereyim. Tandırın dibinden, yüzeye doğru meyilli boru yerleştirilmiş hava boşluğudur. Tandır ateşinin hava alarak yanmasını sağlar.
Eskiden analarımızın; kızlarını yetiştirirken söylediği bir söz vardır. "EL KAPISI INSANI TANDIR'DAN SOKAR, KÜLLEDEN ÇIKARIR" diye. Her işi iyi öğrenki el gapısında zorluk çekme, geçimli ol dirlermiş. Ayrıca gışında kaynanaların para, altın sakladığı para kasasıymış bizim külle...
Tandırevi hazır olurda, yemeksiz olurmu, Dolmalar, Sarmalar yapılır, hoşaflar kaynatılır, Sütlaçlar pişer, kaselere dökülür, kelere (kiler) dizilir, meyvelerde hazır edilirdi.
Sabah ezanıyla ekmek yapacaklar ve pişirici gelir, erkenden işe koyulunur, keşşik usulü ekmek yapılırdı. "KEŞŞİK" nemi "İmece" usulü yardımlaşarak sırayla ekmek yapmaktı. Yuukalar açılmaya başlanır; 1..2 saat ekmek yapılır, beri yanda kahvaltı için; pindirli, kıymalı dürüm ile süzme yoğurtlu "IŞLEME" Çörekler yapılır, sıcakken tereyağıyla yağlanır, afiyetle yinirdi...
Kahvaltıdan sonra yuuka açmaya devam edilirdi. Tandır başında hem yuuka pişirip hemde kendide pişen pişirici ablamız; elindeki yuuka çevirdiği bişirgeci çeneleride elleri gibi işleyen hatunlara sallayarak; uğralı uğralı açmayın, dooru, dölek açın şunu diye sohranırdı...
Pişiricinin sohranmasıyle son gaz yuuka yapımına devam idilirdi. Anamsa getir, götür işlerine bakar, hiç boş durmaz, geride kalmaz, hiç oturmaz, koşturur dururdu. Öğlen olunca hazırlanan; sarmalar, dolmalar, sütlaçlar afiyetle yenirdi.
"Düriyemi aldatması golaymı ah golaymı.. diye bi başlanır, şarkılar, türküler ile bizim tandırevi ayrı bir şenlenirdi. Pişiricinin hadin garii avara galmayalım diye sohranmasıyle tekrar eller makine gibi işler yuukalar açılırdı. Aradada elma, armut dişlenir, hevenk üzümününde tadına bakılırdı...
Ekmeğin bitimine doğru yuuka ekmek iyice gevrek pişirilir, gözelce ufalanır; içine çitilmiş kuru suvanla, çölmek pindiri katılarak "ÖFELEMEÇ" yapılır, hoşaf ile mideye indirilirdi. Ekmek yapıldı, bitti sandınız dimi cıkss bitmedi.
Ekmek kokusu mahalleyi sardığı için gonugonşuyada "BAZLAMA" yapılır, evinde pindirli, pateyesli, kıymalı "İç avayni" hazırlayıp, gelen gonşular geri çevrilmez mis gibi çörekler yapılır, gönderilirdi. Artan bazlamalardan ekmek yapanlarada birer "Çıkın" yapılıp virilirdi
Yufka ekmek bitti, iş bitti sandınız dimi nirdee; bir tandır yarısı "KOR" olmuş "KÖZ" var, bu közden küçük tandıra birazı alınır, içine patates, pancar ve gabak gömülür, pişmesi behlenirdi. Bizim hatunlar çok maharetliydi, kimmi tabiki Anamla, Halam ellerinden uçan, kaçan kurtulamadığı için; tandırın üstüne temiz bir sac ters çevrilir. Önceden kesilen erişte ve kabak çekirdeğide gavrulurdu.
Yarım tandır köz olurda, bizimkiler dururmu hani bir söz vardır; "Kasap kuyruk yağını çok bulunca, her yerine sürermiş" bizde tandırda közü çok bulunca, buldumcuk olduk, Erişte, çeerdek, patates, pancar, gabak bile gömdük. "Tandır'da kabak, yede tadına bak" dirken Oda yitmedi çölmekte çeşit çeşit yemekler hazırladık, tandırın gıyına dizdik. Yemekleri pişirdik, 2..3 günlük yemekleri de hazır eyledik...
Pişen yufkalar kayıdevine taşınır, 1.5 metreye yakın yufka direkleri oluşurdu.
Büyük resimdeki gibi sıralı ekmek yığınlarına "DİREK" dinirdi. Yuukaların üzerinede "Sini" konurduki yüksekliği yerleşsin diye.2...3 gün uğraşılır, geceyarılarına kadar ekmek pişirilir, yaza kadarda afiyetle yenirdi..
Yeşil yapraklı "YONCA" misali Yuuka, Öfelemeç, Çörek ve Bazlama beti bereketiyle sofralarımızdan eksik olmaz, bizimde midelerimiz bayram ederdi...
Bugünde yazımın sonuna geldim, ölenlere rahmet, kalanlara selâmet diyorum..
Nar’da 1970’lere kadar şebit (yufka) ekmeği yenilirdi. Yufka ekmeği yapmak oldukça önemli ve uzun zaman alan bir işti. Her aile yiyeceği bir yıllık ekmeği imece usulü bir defa da yapardı. Yufka ekmeği Kapdokya’nın kaya oyma odalarında bozulmadan uzun süre kalırdı. 14 testi suyun hamurundan yapılan yufka bir ailenin yıllık yiyeceğidir. Ekmek yapılacağı gün kadınlar geceden kalkarlardı. 3-4 saatte hamur yoğurulur ve ufak bezeler tutulurdu. Bütün ekmek beş tahta kurularak yapılırdı. Tandıra yakacak getirenler, hamur yoğurmak için çeşmeden su getirenler, beze tutanlar, hamuru yoğuranlar gecenin sessizliğinde ve karanlığında adeta bir fabrika ahenginde çalışırlardı. Bu arada kadınlar türkü söyler, şakalaşır ve dertleşirlerdi. Bu zamanlarda söylenen türkülerden bir kaç dörtlük şunlardır:
Bizim Hikayemiz
NAR DA YUFKA EKMEK ZAMANI
…
“Yanık ekmek kokusunun olduğu her yerde mutlaka dolu dolu canlı bir yaşam vardır” M.Nalçacı
…
“Geliiin ! Gelin ! Kalk gııız, sabah ezanı okundu okunacah !”
Aslında sabah ezanı okunmasına daha çok vardı. Vakit henüz gece yarısını henüz geçmişti. Hatice gelin yattığı yerden gözlerini oğuşturup duvarda ki saate baktı; saat bir buçuğu ancak gösteriyordu.
Gecenin bir yarısı kaynanası ona sesleniyordu. Hatice gelin yatağında “Ooof !” deyip döndü. “Şu Nar’ın işi de heç bitmez “ diye söylendi. Üstündeki yün yorganı kocası tarafına usulca ittirip yatağından doğruldu. Kocası Murat horul horul uyuyordu. İlk defa onun uykusunu kıskandı.
“Aaah ah ! Erkek olmak lazımmış, tüm iş gadınlarda On iki desti ekmek yapmak golay mı ? Kolay değil amma mecburen yapılacak. Gış gapıda o kadar insan, çoluk çocuh gışın ne yiyecek ?” diye söylendi.
Gözünden uyku akıyordu. Uyku öylesie tatlıydı ki hani bi yarım saat daha uyusa kötü mü olurdu. Hatice küçüklüğünden beri uykuyu pek severdi; kim sevmez ki; o sımsıcak yatakta mışıl mışıl uyumak varken.
“Gııız geliiin, yine uyuya mı galdın yosa ? “
Kaynanası ona bi daha seslenmişti. Onun huyunu bilirdi; cevap alıncaya kadar katiyen susmazdı.
Hatice gelin yatağından usulca kalkıp köşedeki çağda bulunan ibrikte yüzünü yıkadı. Su buz gibiydi ama gözünü açmasına yardımcı olmuştu. Ahşap pencereyi açıp aşağı avluda kendisine seslenen kaynanasına ;
“Şimdi üstümü giyinip geliyom” dedi.
Pencerenin ahşap pervazları çürümüştü, zorla da olsa pencereyi tekrar örttü.
“Şu kadın illaki uyandırıncaya kadar bağırır durur. Gelin şunu getir, gelin bunu götür, gelin şunu al, bunu ver heç bitmez ki ” diye söylendi.
Hatice gelin dimisini giydikten sonra gül desenli yemenisini alel acele başına sarıp taş merdivenlerden tandır evine indi. Gecenin bu vakti her taraf zindan gibiydi, elektrik düğmesine bastı; kahretsin bugün yine elektrik yoktu. Rafda ki gaz lambasını bulunduğu yerden alıp yaktı. Loş bir aydınlık kısmen de olsa tandır evini aydınlatmıştı. Birazdan komşular gelir diye düşündü; eski birkaç kilim ve örtüyü tandır evinin beton zeminine serdi. Sonrada tandırı yaktı. Çalı ve çırpıların alevi tandır evinin aydınlanmasında yardımcı olmuştu.
Kaynanası Fadime ekmek açma tahtalarını yerlerine bir bir koyarken;
“Amaaan ! Eskiden elektrik melektrik mi vardı sanki , azıcıh ışık olsa bize yeter de artar bile” dedi.
Hatice, kaynanasına ses etmedi, siyah ekmek sacını dikkatlice yanan tandır ocağın üstüne koymaya çalışıyordu. Sacı yerine yerleştirince rahatladı.
Biraz sonra dış kapının çıngırak sesini duyuldu; komşuları ekmek yapımı için bir bir geliyordu.
Taşıyıcıların Zeynep kadın, Kör Nazminin Emeti, Nalıncının Ayşe Nene, Gara gızın Dürdane ve Kulaksızın Halime kadın olmak üzere hepsi gelmişti.
Nar Kasabası’nda ekmek yapımı gecenin bir yarısı başlıyordu.
Hatice gelin ekmek tahtalarının yanına açma unlarıda hazırlamıştı ki kaynanası Fadime;
“Geliiin “ dedi “Gayıt damında ki hamırları gap da gel” diye seslendi.
Sanki hamuru getirmesini bilmiyordu. Şu gaynanası Fadime var ya, illa ki bişey söylemeden duramazdı.
“Tamam tamam !” dedi “Sen merah etme, şimdi alır gelirim”
Yufka ekmek açacak olanlar kaynanası ile birlikte beş kişiydi. Altıncısı Zeynep kadın ise tandırın başında ekmekleri pişirecekti. Ekmek pişirmek maharet ister, her kadının eli buna ehil değildi. Hatice gelin bir seferinde tandırın başına geçmiş ekmek pişirmeye başlamıştı ki yufkaların çoğunu sacda yakmıştı. O da bir yana kaynanasının çenesi bir açılmış pir açılmıştı;
“Bu gelin de bişey beceremez canım.. Ne olacah anasına çekmiş. Anası garasofu’nun Hayriye de bunun gibi eli ağırdı. Dut dibine düşermiş; tıpkı anası” deyip, sayıp durmuş, günlerce dır dır edip durmuştu.
Hatice gelin kaynanasının laflarına hiç ses etmemiş fakat bir daha da ekmek çırpısını eline alıp tandırın başına geçmemişti.
Gece yarısı ekmek yapımı başladığında millet uykudaydı.
Ara sıra inek molaması duyulsa da tavuklar, horozlar, atlar, eşekler ve bicümle canlılar uykudaydı. O gece sadece oklavaların ekmek tahtaları üzerinde, maharetli eller arasında dönüşü duyuluyordu. Gözler birleşmiş, parmaklar yürekle bir olmuş hamura emek veriyordu. Yanık ekmek kokusu etrafa yayılırken uzaklardan birkaç köpek sesi duyuldu. Zeynep kadın;
“Köpekler ekmeğin kokusunu almış olmalı “ diye söylendi.
Gecenin bir yarısı dumanlar tandır evin bacasından çıkıp karanlıkta kaybolurken oklavaların hamura hasretle sarılışı ve maharetli ellerde kağıt inceliğinde açılışı ustalık isterdi. Narlı kadınlarda ise o ustalığın en alası mevcuttu.
Ekmekler açılıyor sacda pişip diziliyordu. Bu arada laf lafı açıyor, sözler uzayıp gidiyordu. Kör Nazmiler’in Emeti böyle zamanlarda sessiz kalmayı hiç sevmezdi.
“Gomşular “ dedi “Duydunuz mu ?”
“Neyi” dedi Nalıncı’nın Ayşe nene.
Emeti, şöyle bir sırtını duvara dayayıp dimisinde biriken unları çırptıktan sonra;
“Nene neyi olacah” dedi “ Sarı oğlanın Mıstafa geçen günlerde kör değirmenin orada iki gara keçi görmüş.”
“Eeee !” dedi Ayşe kadın merakla.
“Eee si, şu sahipsiz keçileri alıp eve götüreyim demiş. Birini eşeğin gıçına goymuş diğerini de gucağına alıp sürmüş eşeği çaydan tarafa”
“Amanııın ! Gııız, şeytan meytan olmasın sahın “
“Tas tamam öyle imiş.Geçilerin ağırlığından eşek yürüyememiş. Daha çaya varmadan iki gara keçi gendilerini eşekten aşağı atmış. “
“Vah vah ! Amanında amanın ! Mıstafaya eyi ki bişey yapmamışlar”
“Yapacaklarmış amma o sıra Mıstafa eşekle suyu geçivermiş. Biri Mıstafanın ardı sıra seslenmiş; ulan Mıstafa demiş, suyu geçmeseydin gününü görürdün ya demiş. O sıra eşeğin ayahları çay kenarına çahılıp galmış”
“Tüüü tü ! Mıstafa ne yapmış ?”
“Ne yapacah eşeği orada bırahıp gaçıp gelmiş eve “
“Garısı Zehra sormamış mı heriiif eşeği ne yaptın diye”
“Sormaz mı heç. Mıstafa kan ter içinde kalmış elini yüzünü yıkarken öldüm demiş. Avrad ben bugün ölmezsem bi daha heç ölmem demiş”
Bu laf üzerine tandır evindeki kadınlar gülüştü. Gara gızın Dürdane elindeki yufka ekmeği pişirici Zeynep kadına uzatırken;
“Ben inanmam” dedi. “Ne Mıstafanın söylediğine inanırım ne de geçilere”
“Sus gız” dedi Nalıncının Ayşe nene. “Çarpılırsın valla”
“Çarpılır mıyım bilmem amma ben Mıstafaya inanmam. Babası Sarı oğlan da böyle şeyleri çoh görürmüş. Hep onlara mı rast gelir ? Yoh canım inanmam.”
Hep birlikte korkuya karışık gülüştüler. Derken laf lafı açtı sohbet aldı başını gitti. Zaman nasıl geçti bilinmez, sabah olup gün ışır iken kapının çıngırak sesi duyuldu; gelen Kel İzzet’nin Abdullah’ın karısı kadersiz Zeynep idi.
“Gomşular golay gelsin “ dedi “İki işleme yaptıracahtım da yımırta getirdim”
Hatice gelin Kel İzzet’in karısını şöyle bir süzdü. Kel İzzet’in karısı görmeyeli iyice küçülmüş gibiydi
“ Olur mu anacığım” dedi Hatice “Ben birazda çömlek peyniri gatarım.Sade yımırta pek iyi olmaz”
“Gelin , sen bilirsin” dedi kadın boynunu bükerek. Belli ki evde birkaç yumurtadan başka şey kalmamıştı.
Kel İzzet’in Zeynep işlemeleri alıp giderken Fadime ana seslendi;
“Bacııım !” dedi. “ Ekmek fazla olacah gibi, ahşam üstü gelde ıslatıp sana biraz vereyim”
“Sağolun gomşular . Allah bileğinize güç versin” deyip gitti.
Ayşe nene, Kel İzzet’in karısının ardı sıra söylendi;
“ Aman ki aman ! İşi zor. Kel İzzet sele gideli yıllar oldu. O gün bu gündür çeker durur garibim Zeynep iyi kadındır, namuslu kadındır amma kaderi bi kere küsmüş. “ dedikten sonra Hatice geline dönüp;
“Afferim gelin” dedi. “İşlemeye ne iyi akıl ettin de peynir koydun. Böle şeyler sevaptır sevap !”
Hatice gelin ses etmedi, dış kapı açık olduğu için Kel İzzet’in karısının ardı sıra bir süre baktı, sonra da;
“Allah yardımcısı olsun “ dedi. Başka şey demedi. Güneş çıkmış bir adam boyu yükselmişti bile..
...
Duvar üstündeki kuru bağ çubuklarına tutunmuş serçe kuşlarının ötüşü mahalleye bir canlılık getiriyordu. Kuşlar sonbaharın tadını çıkarır iken diğer yandan karınlarını doyurma peşinde olmalıydılar ki tandırdan çıkan gazel alevine pür dikkat bakarak kendi aralarında cıvıldaşıyorlardı. Sacda pişen yufka ekmek kokusu küçük midelerini kabartıyor ve bu onları çıldırtıyordu.
Kadınlar gece yarısından bu yana hiç durmadan çalışmışlardı. Bir tek sabaha karşı kısaca ara verip asmalık parmak üzümü yanında birer işleme yemişlerdi. Gece yarısından bu yana hiç durmadan hamur açan hünerli eller öğlen vakti olmasına rağmen aynı hevesle oturdukları kalın tahtaların başında aynı çeviklikle hamuru bir kağıt inceliğinde açıyorlardı. Oklavaların tahtaya vuruşu berekete yoğruluyordu. Hani derler ya Anadolu kadını ekmek gibi bereketlidir; eline ne alırsa çoğaltır ki hey hat ! Yufka ekmek de öyledir; açıldıkça açılır, piştikçe kabarır, dizildikçe kayıt damında yükselir ve bir kış boyu tüm horantanın karnını doyurur. Yufka ekmek öyle kutsaldır ki bir kırıntısı bile yerde kalmaz öpülüp sofraya gelir. Sofrada kalan kırıntılar ise bir duvar dibine itina ile dökülüp kuşları yemesi beklenir. Bağ çubuklarına tünemiş kuşlar şimdi o kırıntıları bekliyordular ki dış kapıdan içeri hızla giren bir çocuğun sesi duyuldu;
“ Anaa ! Çok acıhtım valla !”
Anası çocuğun gelmesini beklemiş olmalı ki onu görünce ekmek tahtası üzerinde açmak üzere olduğu hamura yarım hamur daha ekledi ve tandıra dışarıdan kuru çalı çırpı getiren gelinine;
“Geliiin !” diye seslendi. “Yavrım okuldan gelmiş, ona çölmek peyniri getir”
Hatice gelin kaynanası Fadime kadının cırtlak sesini dışardaki avluda duyunca yüzünü ekşitti. Oğlanın geldiğini o da görmüştü; içinden “ Bu kadın bağırmasa olmaz sanki” diye geçirdi. Kaynanasının aksine sesini yumuşattı;
“Tamam anacığım” dedi “Ben şimdi hazırlarım” Sonra da okuldan gelen çocuğuna dönüp;
“Halil, içine soğan katayım mı ? “ diye sordu.
“Kat kat !” dedi çocuk . “Üstüne de sade yağ sür”
Hatice gelin kayıt damına doğru giderken kaynanası Fadime söylendi;
“Sanki bilmiyo” dedi “Bu çocuh işlemeyi penirli yer. Anasından doğdu doğalı penirli soğanlı sever. Şekerli, cevizliye bir türlü alışamadı getti. Bunu ben biliyomda doğuran öğrenemedi bir türlü”
Tandırın başında yufka ekmekleri pişiren Zeynep kadın lafa girdi;
“Benim çocuhlar cevizli sever. Cevizli işleme dedin mi dünya onnarın olur.. Aaah, mideyle gönüle akıl erdiremezsin. Şakirlerin Nuri gasabada onca gız varken getti de maccandan muhacir gızı Nazmiye’yi alıp geldi. Babası Şakir ağa “Ne lan bu gız !” diye garşı çıhmış. Nuri cıplah, cebinde guruşu yoh amma babasına dikili vermiş; “Babaaa baba !” demiş “ Ya Nazmiye’yi gelin olarah gabul eden ya da bu evde bi dakka durmam “ demiş.
Şakir çavuş’un başka oğlu yoh ki, olmayınca oracıhda gıçının üstüne otura galmış “
“Aaa ah !” diye söze girdi kör Nazmi’nin karısı Emeti..”Şakir çavuş hak etti valla.. O da babası Sülümana çoh çektirmiş derler. Ne bilem köylü öle der. Garısı Naciye Narlı mı sanki, Gore’den alıp gaçırmış”deyip yemeni altından güldü. Emeti kadın elli yaşına gelmesine rağmen minyon tipli olduğundan mıdır nedir yanakları al al elma gibiydi. Aslında Emeti kadın genç kızlığında Şakir Çavuş’a yangındı. Fakat Şakir çavuş Goreli Naciye’ye gönlünü kaptırmıştı.. Emeti belli etmeden o gün bu gündür Naciye’ye kin tutardı. Bunu az çok tahmin eden ev sahibi Fadime kadın biraz önce gelini Hatice’nin ardısıra söylenen o değilmiş gibi komşusu Emeti’ye çıkıştı;
“Sus gız !” dedi. “Dediklerin pasaklı Naciye’nin gulağına gitmesin”
Emeti kadın elinde ki oklavayı sertçe açtığı hamurun üstüne vurdu ve;
“ Gederse getsin “ dedi “Bu köylü Emeti’yi de bilir, pasaklı Naciye’yi de”
Konuşulanlardan bir şey anlamayan küçük Halil annesinin ona getirdiği soğan katkılı peynirli işlemeyi iştahla yiyordu ki dış kapıdan içeriye bir gölgenin süzüldüğünü gördü. Elindeki işleme dürümünü ısıracaktı ki tandır evine dönüp bağırdı;
“Anaaa ! Gonca abla geldi !”
Gonca, komşuları garip Osman’ın en küçük kızıydı. Yaşı henüz on sekize bile gelmemişti fakat servi boyu onu daha çok gösteriyordu. Beline kadar inen uzun siyah saçları ona bambaşka bir güzellik katıyordu. Sürmeli ahu gözleri ise tıpkı anasına çekmişti. Kısacası Gonca ‘yı yolda gören kasabalı gençler yanından geçerken içinden bir “Aah !” çekerlerdi. Bunu bilen anası Safiye Gonca’nın omuzuna bir çocuk gibi nazarlık takmıştı.
Gonca, elindeki peynir ve birkaç yumurta bulunan bakır tası ekmek yapanlara doğru uzatırken gülümsedi;
“ Herkese kolay gelsin analar “ dedi.
Gonca’nın sesi kadife gibi yumuşacıktı.
Herkesten önce duvar köşesinde ekmek yapmakta olan Gara gızın Dürdane atıldı;
“Sağol gızııım !” dedi “Sağol yavrum. Getir hele getir ! Senin işlemeni ben yapıcam” deyince içerideki herkes bir birinin gözüne şaşkınlıkla baktı.
Gonca kız tası bıraktığı yerden tekrar alıp Dürdane kadının yanına bıraktıktan sonra;
“Sağol Dürdane teyze” dedi
“Teyze olur mu yavrum, anne desen daha eyi olmaz mı ?”
O an ortalıkta buz gibi bir hava esti. Gonca kız bazı şeyleri anlamış olmasına rahmen oralı olmadı ve ses çıkarmadı. Aslında işin gerçeği şöyleydi; Dürdane oğlu Mehmet’e garip Osman’ın bu dünyalar güzeli kızı Gonca’yı uygun görmüştü. Bunu birkaç yerde dile getirse de aileden bir cevap gelmemişti. Belli ki Gonca oğlu Mehmet’i istememişti. Neymiş efendim oğlu Mehmet’in burnu biraz uzunmuş, benzi solukmuş, boyu kısaymış, sıskaymış vs.. Olsun, oğlunun işi gücü yerindeydi ya. Bu devirde boyu posu kim arıyor ki; millet paraya bakıyor paraya..
“Değil mi kızım ?” dedi Dürdane. Sonra devam etti;
“Parasız pulsuz boy pos olsa ne faydaaa ! Boy devede bilem var “
Dürdane’nin ağzı açılmaya görsün kolay kolay susmazdı. Bunu bilen ekmek pişirmekte olan Zeynep kadın garip Osman’ın kızının yüz renginin değiştiğini fark edince araya girme gereği duydu. Çırpıda ki ekmeği havalandırıp kızgın sac üzerine tekrar yatırdı ve;
“Dürdane Dürdane !” diye çıkıştı “ Her şey para demek değildir. Gönül birini sevdiğinde samanlık seyran olur. “ Sonra Gonca kızı yukarıdan aşağı süzüp;
“Gonca kızımızında bir sevdiği vardır elbet” dedi.
Belli ki Zeynep kadın Gonca’nın ağzını arıyordu.
Bu laf üzerine Gonca kız utandı, yüzü kızardı. Bir şey diyecekti vazgeçti; gözleri sacda pişmekte olan işlemelerine baktı. İçinden şu işlemeler bir an önce pişse de buradan gitsem der gibiydi. Fakat Dürdane kadın susacak gibi değildi;Zeynep kadına çıkıştı;
“Niye ?” dedi “Benim oğlumun nesi varmış ? Sevgiymiş pöh ! Zamanla o da olur. Gonca’nın anası Safiye Garip Osman’ı sevip de mi geldi ? Hadi canım sendeee!! !”
Pişen işlemelerini özenle bakır tasa yerleştiren Gonca bu laf üzerine dayanamayıp dikiliverdi;
“ Dürdane teyze “ dedi “Bana ne sen lazımsın ne de burnu uzun sümüklü oğlun “ deyiverdi.
O an hamur bezeleri üstünde yuvarlanan oklava sesleri duruverdi. Zeynep kadın kızgın sac üzerine yatırdığı ekmeği unutmuş olmalı ki yanık bir ekmek kokusu tandır evini sardı. Garip Osman’nın kızından her şeyi beklerlerdi ama bu kadar keskin sirke olacağını kimse tahmin bile etmemişti.
Gonca lafının burada ağır olacağını bildiği için işlemeleri alel acele bohçaya sardı ve;
“Size golay gelsin” dedikten sonra hızlı adımlarla kapıdan çıkıp gitti.
Dürdane’nin ağzı açık kalmış bir halde bir şeyler söyleyecek ama söyleyemiyordu. Dürdane’nin yüzü ocaktan çıkan alev gibi kıpkızıl olmuştu. Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyordu. Ağzı açık kalmıştı. Dürdane’ye belli ki kötü bir şeyler olmuştu.
Bunu ilk fark eden olayları hamur tahtasının başında sessizce takip eden Kulaksız’ın Halime oldu. Halime kadın hiç kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı fakat durumun vahametini anladı; ağır gövdesinden umulmayacak bir çeviklikle ayağa kalkıp hemen yanında ki Dürdane’nin imdadına yetişti.
“Goşun bacım goşun ! Bu kadına bi haller olduuu !” diye bağırdı.
Avluda peynirli gözlemesini yiyip bitiren çocuk olanları şaşkınlıkla izliyordu ki;
“Haliiil !” diye bağırdı Halime “Lan bi tas su getir ! “
Oğlu Halil’den önce Hatice gelin koşup bir tas su getirip Dürdane kadının başından aşağı döktü Sonra da kadının kaskatı kesilmiş boynunu ve sırtını elleriyle oğuşturdu.
Dürdane;
“Oooh !” deyip kendine geldi. Elleriyle ıslak yüzünü sildi. Sonra da ;
“Ne ne ne dedi ? “
“Kim ?” dedi Hatice gelin gülerek
“Ki ki kim olacak , o gevur Osman’ın gızı, bana ne dedi ?”
Ekmek yapan kadınlar bir birinin gözüne baktı. Dürdane hak edilen bir lafı suratına yemişti. Hiç kimsenin güleceği yoktu ama önce Kulaksız’ın Halime güldü. Halime öylesine gülüyordu ki ayıp olmasın diye unlu elleriyle yüzünü kapatıyor sonrada ellerini dizlerine vuruyordu.
Bunu gören diğer kadınlarda Halime’ye katıldı.
Herkes kah kahalarla olan bitene gülüyordu. Bunu gören Dürdane daha da kızdı;
“Gülün gülün bakalım “ diye çıkıştı. “Yarın sizin de oğlunuz kızınız evlenecek. Siz şimdi gülün bakalım. “ deyip sustu.
Dürdane , ekmekler bitinceye kadar bir daha hiç kimseyle konuşmadı..
…
“Anaa ! “ dedi Halil çocuk “Ben işlemeyi bitirdim okula gidiyom”
Hatice gelin oğlunun siyah renkte önlüğündeki un tozunu gördü;
“Dur dur !” dedi “Önlüğüne işlemenin unu bulaşmış, onu silim de öyle git”
Sonra devam etti;
“Okuldan çıhınca hemen eve gel tamam mı ?”
“Tamam” dedi çocuk. “Tandıra patates gömecen mi ?”
“Tabi ki..Senin için şeker pancarı da gömerim”
Çocuk sevinçle ellerini bir birine vurdu. Avludaki duvarın üstündeki serçe kuşları telaşla havalandılar. Belli ki çocuğun el vurmasından tedirgin olmuşlardı. Çocuk okul yoluna koşar adım uzaklaşırken kuşlar tekrar eski yerlerine yani duvar üstündeki çubukların üstüne kondular. Sonra da hep birlikte cıvıldaşmaya başladılar. Sohbetleri Dürdane kadın üstüne olmasa da belli ki ekmek kırıntısı ve etrafa yayılan yanık ekmek kokusu üzerineydi.
...
Sevgili dostlar Anadolu da o kuşlar kuru bağ çubukları üzerinde ekmek kırıntısı hala bekliyor mu bilmiyorum fakat elbette ki her ekmek yapmında buna benzer sohbetler ve yaşamdan kesitler mutlaka geçmiştir. Bizimkisi kalplerden yüzlere yansıyan tatlı bir tebessüm bırakabilmek. Nar da ekmek yapımının değerini anlatabilmektir.
Ayşelerin, Fatmaların, Eminelerin hünerli ellerinden çıkan yufka ekmekler şimdi belki çok azalsa bile Anadolu’nun bağrı her daim yanık ekmek kokar. Bundan olsa gerek serçe kuşların umudu hiç bitmez. Bir ocağın tütmesi onlar için bereket ve dolayısıyla yaşamın ta kendisi demektir.
Bu küçük hikayemizi okuyan gözlere selam ve sevgilerle..
Son sözüm ; yüreğinizde tüten yufka ekmek kokusu hiç eksilmesin. Kalın sağlıcakla..
…
Bir gün olur ya duvarları yıkık dökük bir evde
yanan bir ocak görürseniz
bilin ki umut henüz tükenmedi
Bir çocuğun gözlerinde kanat çırpacak kuşlar
sevinçten çiftetelli oynayacak kraliçe arı
karıncalar güneşe meftun hasret giderecek
beyaz bir gelincik selam duracak hayata
Heeey umudu sırtlayan çocuk !
Yarın ellerinde yufka ekmek kokusunda gelecek
Unutma...
Muharrem NALÇACI…21 Ekim 2021 - NEV-NAR
ERİŞTE KESMEK
Yusuf KURUGÖLLÜ - NEV-NAR
Kaynaklar Halim Sabri Güner “Nar’ın Tarihçesi” 15 Ekim 1959 (Daktilo yazması)
Haydar Cengiz : “Nar Köyüne Ait Bir Araştırma” Türk Folklor Araştırma Dergisi Ocak 1965 No 136 ss-3694-3697
(Not : Haydar Cengiz makalesindeki bilgileri Halim Sabri Güner’in çalışmasından aynen kaynak belirtmeden kullanmıştır.)
http://www.nar.bel.tr/viewpage.php?page_id=17
Nar’da 1970’lere kadar şebit (yufka) ekmeği yenilirdi. Yufka ekmeği yapmak oldukça önemli ve uzun zaman alan bir işti. Her aile yiyeceği bir yıllık ekmeği imece usulü bir defa da yapardı. Yufka ekmeği Kapdokya’nın kaya oyma odalarında bozulmadan uzun süre kalırdı. 14 testi suyun hamurundan yapılan yufka bir ailenin yıllık yiyeceğidir. Ekmek yapılacağı gün kadınlar geceden kalkarlardı. 3-4 saatte hamur yoğurulur ve ufak bezeler tutulurdu. Bütün ekmek beş tahta kurularak yapılırdı. Tandıra yakacak getirenler, hamur yoğurmak için çeşmeden su getirenler, beze tutanlar, hamuru yoğuranlar gecenin sessizliğinde ve karanlığında adeta bir fabrika ahenginde çalışırlardı. Bu arada kadınlar türkü söyler, şakalaşır ve dertleşirlerdi. Bu zamanlarda söylenen türkülerden bir kaç dörtlük şunlardır:
Sürmelim
Bir ay doğdu pencereden soluma
Sıva kollarını dola boynuma
Bir gecelik misafirim koynuna
Sürmelim ağ gelin sen bilin
Çiçekler içinde menevşem açtı
Güzeli gösteren göz ile kaştır
Gideyim gurbete mektup ulaştır
Sürmelim ağ gelin sen bilin
Kara tren gelip geçiyor
Açılmadık yarem acıyor
Dört tane çavuşla üç de yüzbaşı
Oturmuş nurettin’e kefen biçiyor
Karşıki dağda sıra sıra bademler
Otursun ağlasın yari gidenler
Ne sen bana doydun ne de ben sana
Kör olsun gurbeti icat edenler
Rahmetli Ayşe Türkyılmaz ve ekibi....
Hakan KARABEKİROĞLU - NAR KASABASI FOTOĞRAFLARI