Anası sabahın bu alaca karanlığında ona sesleniyordu. Çocuk, gözlerini zorla da olsa açtı. Uyku sersemiyle yan taraftaki pencereden dışarıya baktı; etraf henüz karanlıktı.Öyle çok uykusu vardı ki gözlerini oğuşturur iken;
“Anaa !” dedi “Biraz daha uyusam !”
“Olmaz oğlum, yohsa okuluna geç kalın” dedi kadın.
“Ezan okundu mu ki ?”
“Okundu okunacah !”
Uyku çocuğun gözlerinden akıyordu fakat aklına bişey gelmiş gibi bir anda uykusundan yırtınıp çıktı. Harçlığa ihtiyacı vardı. Onun için bir an önce bulabildiği kadar sümüklüböcek toplamalıydı. Lavaboda elini yüzünü yıkayıp soğukkuyu ayakkabısını aceleyle giydi. Kayadan oyma dama girip bir çuval ile bir adet naylon poşet alıp dışarı çıkıyordu ki arkasından anasının sesini duydu;
“ Geç kalma emi yavrııım ! Sen dönünceye kadar ben patatesli çörekleri sobanın fırınında yapar hazırlarım “
“Tamam ana ! Geç kalmam” dedi çocuk burnunu çekerken.
Dışarı soğuktu. Aylardan mayıs olmasına rağmen sabah soğuğu kan toplamış yanaklarına vuruyordu.
Çocuk aldırmadı; evin dış kapısını açar açmaz yokuş aşağı koşmaya başladı. Böcek toplamaya çoğu zaman birkaç arkadaşı ile birlikte giderdi fakat dün akşam hiç biriyle sözleşmemişti. Arkadaşı Ertaş’ın evlerinin önüne geldiğinde pencerelerine baktı; ışık görünmüyordu.
“Erdaş daha yatıyor” diye söylendi. Evin önünde beklemedi ve hızlı adımlarla bahçeler tarafına yürüdü. Bu sabah sümüklüleri yalnız toplayacaktı. Kaya Değirmen’den geçip Telopi’nin bahçelerinde buldu kendini.
Çocuk, sümüklü böceğin nerelerde olduğunu öğrenmiş ve belli bir tecrübeye erişmişti. Su argı kenarlarındaki otları elindeki kısa değnekle karıştırıyordu. Değneğin amacı ısırgan otunun elini dağlamasını önlemekti fakat yine de ısırgan otu parmaklarının üstünü kabartıyor, ellerinin üstü benek benek kızarıyordu. Alaca karanlık sıyrılıp gün ağarmıştı ki ; çocuk ;
“Oh be !” dedi. “Hava aydınlandı. “ ,
Torbasına baktı; iki, üç kilo ancak toplamıştı.
“Bugün yine hiç şansım yok !” diye söylendi. Sümüklüböcek biraz da şans işiydi. Amet her gün birkaç çuval sümüklü ile dönüyordu. Sümüklüler sanki Alı ye ses eder gibi;
“Ali, biz buradayız “ diyorlardı.
Ali tomar tomar para kazanıyor, keyfini sürüyordu. Ya kendisi ?
“Kahretsin ! Şansım yok !” deyip önüne çıkan ısırgan otlarını ayakkabısının ucuyla toprağa yatırdı. O da ne ? Sanki sümüklüböcekler buraya yuva yapmıştı. Hevesle toplayıp onları torbaya doldurdu. Çombuz’a doğru uzanan su argının kenarları sümüklü yuvası gibiydi. Isırganların elini dağlamasına aldırmadan heyecanla topluyordu. Nasıl heyecanlanmasın; her böcek onun için şıkır şıkır para demekti. Daha da ötesi her hafta iki sefer gittiği sinema bileti demekti. Ve de en önemlisi yeni çıkan ve kütüphanede olmayan roman kitapları demekti..
“Kendime bir de şöyle gıcır gıcır bir iskarpin ayakkabı alırsam değme keyfime !” diye söylendi.
Kendi sözüne kendisi güldü.
Elindeki böcek çuvalını havaya kaldırdı; on kilo kadar olmuştu fakat çiğ düşmüş otlar arasından habire sümüklü çıkıyordu. Okula geç kalacağım diye düşündü. Ya hoca kızarsa ? Cevabını kendi verdi;
“Amaaan sen de, bi sefer geç kalayım nolur ki ? “ diye söylendi.
Çombuz’a yaklaşmıştı. Mağaranın hemen altına kadar gelmişti. Çocuk korktu; babasının anlattığı hikayeleri düşündü; ya orada cinler, periler varsa ?
Güneş çıkmıştı.
“Canım, bu saatte cin mi olur “ dedi. Gözlerini mağaranın bulunduğu yerden kaçırdı. Kaçırdı amma yine de korkuyordu. Cin masalı ya gerçekse ?”
Elinde ağırlaşmış sümüklüböcek çuvalını tutan eline baktı; bilek pazuları şişmiş bir halde damarlarını zorluyordu. Güçlüyüm diye düşündü. Bu duygu onu rahatlattı. Kendine güveni artmıştı. Cin değil feriştahı gelsin onu devirebilirdi. Ya birkaç kişi gelirse ?
“Yok canım ! “ diye söylendi. “Cinler tek başına gezerlermiş “
O sıra çocuğun gözüne bir şey ilişti; kaya argın kenarındaki otlar arasında bir şey yatıyordu. Çocuk dikkatlice ve biraz da çekinerek o tarafa baktı; köpek yavrusuna benzeyen bir hayvancık inler gibi sesler çıkartıyordu. Çocuk;
“Allah Allah !” diye söylendi “Bu da neyin nesi ?”
Sümüklüböcek çuvalını elinden yere usulca bırakıp birkaç adım attı. Hayvan yaralı gibiydi fakat bu bir köpek yavrusundan ziyade tilkiye benziyordu. Çocuk ayakta bir an düşündü; acaba yanına varsa mıydı ? Ya ısırırsa ?
“Bu daha yavru sayılır, ısıramaz” diye söylendi.
Hayvancık onu görünce korkmuş olmalı ki sivri küçük dişlerini gösterip ayağa kalkar gibi yaptı fakat yere tekrar düştü.
“Ayağı kırılmış; bu bir tilki yavrusu. Fakat Karayazı’dan aşağı tilki pek inmezdi, bu yolunu şaşırmış olmalı” dedi.
Birkaç dakika tilkinin yanında bekledi. Hayvan ondan zarar gelmeyeceğini anlamış olmalı ki uysallaştı. Çocuk, tilki yavrusunun sırtını eliyle okşar gibi yaptı. Tilki yavrusuna güven gelmiş hareketsiz yatıyordu. Çocuk etrafına bakıp ip aradı fakat bir şey bulamadı. Aklına çuvalın içindeki böcek topladığı naylon poşet geldi. İçindeki böcekleri çuvala boşaltıp tekrar tilki yavrusunun yanına geldi. Acı içindeki tilki yavrusunun ayağını sarmalıydı fakat tepki vereceği kesindi. Yerden biraz kuru ot topladı ve sol ayağını tilki yavrusunun başına bastırdı. Tilki bunu ondan hiç beklemiyor olmalı ki boğuk sesler çıkarıyordu. Çocuk elleri ile tilkinin ayağını yokladı;
“Hayır, kırık yok, sadece çıkmış” diye söylendi. Tilkinin ayağını zorlayıp kemiği yerine oturttu. Tilkinin ayağına kuru otları örtüp naylon poşetle sıkıca sardı. İşi bittiğinde ayağını tilkinin başından çekti. Tilki yavrusu önce ne olduğunu anlayamadı. Yerde sessizce öylece yatıyordu. Sonra ayak ağrısının hafiflediğini hissetmiş olmalı ki ayağını oynatır gibi yaptı. Tilki yavrusu başında bekleyen çocuğu
henüz görmüş gibi şaşkınlıkla baktı. Sonra da ayağa kalkıp topallayarak kaçtı. Tilki yavrusu tepelere doğru hem kaçıyor hem de dönüp çocuğa bakıyordu.
Çocuk giden tilki yavrusunun arkasından gülümsedi ve ;
“Hayat ne garip şey “ dedi “Sen sümüklüböcek toplamak için Çombuz’a kadar gel ve karşına çıkan bir tilkiye yardım et”
Çocuk başını sağa sola sallayarak bir daha güldü. Sonra da içinden gelen bir sese uyup sabahın bu erken saatinde keyfe gelip en sevdiği ve ilk öğrendiği türküyü söylemeye başladı;
“Kızılcıklar oldu mu….senelere doldu mu…yolladığım çoraplar ayağına oldu mu mendili eline…mendili verdim geline…gara gına yollamış yar benim ellerime….”
Çocuk, türküyü söyledikten sonra çuvalı sırtladı ve geldiği yöne yani Nar tarafına doğru yürümeye başladı. Fakat birkaç dakika yürüdükten sonra hemen sol yamaçlarda bir gölgenin kendisini takip ettiğini fark etti. Çocuk durdu ve kendisini takip eden gölgeye dikkatlice baktı; o bir ana tilkiydi. Çocuk bir daha gülümsedi; sırtında ki yük sanki hafiflemişti.
…
Çocuk sümüklü böcekleri Muhtar Hacı Ahmet ağa'nın dükkanında tarttırıp parasını peşin olarak almıştı. Sümüklü böcekler tam on sekiz kilo gelmişti. Bu onun için bir rekor sayılırdı. Paraları cebine koyup koşarak eve geldi. Anası;
“Oğlum okula geç kalacan” dedi telaşla. Çocuk anasına ses etmedi; odaya girip duvarda ki saate baktı; evet geç kalmıştı.
“Ana, ikinci derse yetişirim” dedi.
“Hocaların bişey demez mi ?” dedi anası.
“Bilmem, fark etmez. Çünkü artık yetişemem.”
Çocuk sofraya oturup anasının soba fırınında pişirdiği patatesli börekleri iştahla yedi ve
“Ana, eline sağlık ! İçli çörek çok güzel olmuş “
“Afiyet olsun yavrım ! Yarasında güçlenesin” dedi anası da.
Çocuk, ortaokul ikinci sınıftaydı. O gün ki kitaplarını eline alıp evden fırladı. Çocuk; en azından ikinci derse yetişmeliyim..diye düşünüyordu..
…
Okula vardığında ikinci ders başlamıştı. Sınıf kapısına tedirgin bir halde vurdu. İçeriden;
“Geeel !” sesi duydu.
Çocuk kapıyı usulca açıp içeri girdi. Ders öğretmeni meşhur çamur Şevket idi. Hoca, derse geciken çocuğu yukarıdan aşağı iyice bir süzdükten sonra;
“Sana ceza vermeyeceğim” dedi. Sonra devam etti;
“Ama tek bir şatla; neden geç kaldığını doğru söyleyeceksin”
Çocuğun yanakları kızardı. Ürkek gözleri sınıfta kendisine hınzırca gülümseyen arkadaşları üzerinde gezindi..O an yüreği biraz ezilse de doğruyu söylemesi gerektiğini anladı;
“Hocam” dedi “ Erken kalkıp, sümüklüböcek topladım”
Sınıfta bir an sessizlik oldu.
Çamur Şevket'in gözleri sınıf penceresinden dışarıya daldı gitti. Sonra da masasından bir silgi alıp çocuğun gelmediği ilk dersteki işareti sildi ve ona dönüp;
“ Çocuğum yerine oturabilirsin” dedi. Başka hiçbir şey söylemedi.
Çocuk ? Yani ben mi ?
O günden sonra o hocama müthiş bir saygı duydum. Ve onun dersine çok daha fazla çalıştım.
Sevgili dostlar ol hikayemiz budur. Onun nezdinde bizi okutan ve emeği geçen tüm öğretmenlerimizin ellerinden öperim.
Dersler bitmiş öğleden sonra 20 Temmuz İlkokulundan eve doğru geliyorum. Önlüğümün ceplerinin dibinde kalmışsa birkaç kuru üzüm, şah leblebi onları ağzıma ata ata yürüyorum.
(Çoğu zaman öğle yemeğimiz olurdu)
Helikli Mahallesi Selam sokağa üst taraftan girdim. Merak içindeyim, kendi kendime soruyorum; eşek kapıda mı? Ahırda mı? Çıplak mı? Sırtında semeri var mı?
Komşumuz bitli dudunun Anşa’ların evinden köşeyi döndüğümde gördüm ki eşeğimiz kapıda ve sırtında palanı (semeri) yok. İçimden yaşasın diyorum; çünkü bağlara ahır gübresi gitmeyecek.
Peki, nereye gidilecek?
Sedat bugün değirmene buğdayı götürüp öğütüp getirecek.
Bu arada açıklamam gereken bir iki husus var.
• O yıllarda herkes ekmeğine varıncaya kadar kendisi üretir kendisi yapardı. Yani yiyeceği ne varsa…
Ekmek yapmak için ya buğdayınızı kendi tarlanızda üretirdiniz ya da buğdayınızı zahire pazarından alırdınız.
• Ekmeği fırından alabilirsiniz; ama mahalle baskısını anında yersiniz. Mahalleli konuşmaya başlar: "Sedatlar fırından yiyorlarmış, zaten karısı bir türlü avrat olamamış.( becerikli değil anlamında)." Demem o ki gerçekten durum vahim; ha ekmeği fırından almışsınız, ha gayri ahlaki bir vukuatınız olmuş. Mahalle baskısı bu düzeyde!
• Nevşehirli olarak, çömlek peyniri yapmak için Urfa'dan gelen peyniri saymazsak yiyecek maddesi olarak sadece bakkaldan zeytinyağı aldığımızı hatırlıyorum.
• Salçadan turşuya, pekmezden sirkeye, tereyağından mantı makarnaya ne varsa hepsini anacığım yapardı. Yumurta kendi tavuğumuzdan olurdu. Et lazımsa, güz (sonbahar) ayında kesilen etlik hayvanından kıyması kavurması (sızgıt), sucuğu pastırması, küzürüğüne varana kadar ( kakırdak). Tarhana, çeteneli kavurga gibi ne varsa hepsi kendi imalatımız olurdu. Yani şimdiki tabirle bütün tüketim maddeleri hem yerli hem milli idi.
• Gıda kodeksine uygun Madein Babam üzümcü Karamehmet ve annem Hediye hanım mamulleri". Hayvanlarımızın yemini bile kendimiz yetiştirirdik. Yonca, fii, arpa hayvanlar için ekilirdi. Hayvan yemine verecek para mı vardı. Yasemin TUTUŞ Kardeşim keşikle ekmek yapmayı mayalamasına kadar anlatmıştı sağ olsun. Belki tandırda iyi pişiremediği için annesi sırtında bişirgeç bile kırılmıştır.
Bu arada eşeği kapıda unuttuk...
Yine üstü başı çıkarana, önlüğü çantayı sedire yıllalayana kadar annemler bir komşunun yardımıyla en az 80 Kg gelecek büyüklükteki çuvalı çıplak eşeğin üstüne atarlar. Hadi Sedat top sende derler. En son harekete geçmeden önce çuvalın içindeki buğdayı eşeğin iki tarafına yaydırarak dengelenirdi.
Artık yük hazır.
Eşek devrilip düşmezse yükün düşmesi mümkün değildi.
Rotamız belli; Selam sokaktaki evden 50 Metre sonra Meterise varıyor sonra Nar yoluna dönerek yola revan oluyoruz.
Alefendi mevkiindeki bağımız 7 Km idi, Bu sefer gideceğimiz mesafe bağa gitmekten daha kısa. Nar yolundaki değirmen en çok 2 Km lik yol.
Ayağımda naylon ayakkabı ile takılırdım eşeğin peşine,
Yoldaki küçük taşlara topa vurur gibi tekme atarak giderdim.
Şaraphanenin kapısının önüne geldiğimizde tam karşısında dar bir yol vardı. Zor fark edeceğimiz bir patika yol; ama yolculuğun bu noktadan sonrası adeta adrenalin fırtınası şeklinde geçerdi. İnanılmaz derecede tehlikeliydi.
Girdiğimiz yere yol bile denilmezdi. Hem dardı, hem yar dan aşağı düşülebilirdi.
Ne var ki eşeğimiz işi bilirdi. Çok dikkatli olarak yol bile denmeyecek, zemin yapısı Kapadokya vadisindeki toprak zeminin aynısı olan sert ve kavisli bir zeminde ağır ağır yürümesini becerirdi. Tıpkı bir sirk cambazı gibi.
Vallahi ayağı bir kaysa düştüğü yerde eşeği kazımamız gerekirdi.
Bu yolda ayağımdaki naylon ayakkabıyla kaymamak için çok dikkatle yere basarken, eşeğin arkasında yürürdüm ve bildiğim bütün duaları okurdum.
Kaç gece uykularımda uçurumdan aşağı düştüm biliyor musunuz?
Şimdi bile o yol aklıma geldikçe tüylerim diken diken oluyor.
Neyse ki çok şükür sağ salim değirmene vardık.
Hemen sıradaki amcalar çocuğun yüküne el atalım derler, yükümüzü eşeğin sırtından indirirler.
Sular o kadar çok akardı ki, bana çağlayan gibi gelirdi.
Değirmen gürültüyle çalışırken, çok sayıda çuvalla buğday öğütülmeyi bekliyordu.
Değirmenciye yalvarırcasına bakardım buğdayımı öğütsün diye. Adam hiç oralı olmazdı.
Bir süre sonraki ki en az iki saat zaman geçerdi ve ben adama yalvarırdım; amca derslerim var, geciktim, inanmazlar evden beni döverler filan derdim. Rahmet olsunlar amcalar devreye girip bizim çuvalı sıranın önüne alırlardı. Bir çuval buğdayın öğütülmesi on dakika kadar sürerdi.
Buğday öğütüldükten sonra amcalar yine dengeli olarak TEELİZ adındaki çuvalımı yüklerlerdi.
Dönüşümüz yine o tehlikeli yolu bu defa tersten yukarı doğru çıkarak olacaktı.
Hayvan o yolu o kadar temkinli, o kadar yavaş çıkardı ki; mübarek hayvanı öpmek gelirdi içimden. Tehlikeli yolun bitip yeniden şaraphane önüne geldiğimizde ben de, hayvanında terlemekten sırılsıklam olduğumuzu fark ederdim.
Korkudan, kendimi çok sıktığımı ertesi gün dişlerimin ağrısından anlardım.
Eve bu defa hava kararmadan gelmiş olurduk.
Vay aslan oğlum, nasılda becerikli. Unumuzu öğütmeye gidermiş. Kocaman erkek olmuş da unlarımızı öğütür olmuş.
Aferin sana derler beni kucaklayıp öperlerdi!!!
NEREDE!!!
Şımarır filan zannederlerdi belki; ama şımaracak kadar vakit yoktu ki.
Bu benim yaptığım evde her bireyin yaptığı gibi rutin bir görevdi. Onu sen yapacaksın ve karşılığında iltifat ve teşekkür beklemeyeceksin.
Zaten teşekkür beklemek aklımdan bile geçmezdi.
Ama evimizde unumuz oldu diye içten içe sevinirdik.
Un için ayrılan buğdayların öğütülmesi tamamlanınca, annem ekmek yapma hazırlıklarına geçerdi.
Hangi gün hamur yoğrulacak, beziler ne zaman alınacak, oklavalar hazır mı?
Pişirici (ekmeği pişiren) kadın ıfakat gelecek mi? Ya gelmezse!!!..
Bütün bunları anneler organize ederler ve bir disiplin içinde olurdu.
Herkes birbirine el birliğiyle yardım ederek yufka ekmeğini yapabilirdi.
Senede iki kez yaz ekmeği ve kış ekmeği adında ekmek yapılırdı.
Yasemin kardeşim detayını anlatmıştı zaten.
Bende değirmende un kısmını anlatmaya çalıştım.
Asıl tarlada buğday ekimi ve hasat harman kısmı çok daha meşakkatlidir.
Bizlerin anne babaları gün görmedi, çileli bir hayat çektiler. Dünyayı hep öyle bilip bu dünyadan öylece de göçüp gittiler. Allah rahmet edip nurlar içinde yatırsın onları. Allah mekânlarını en güzel cennetlerinden eylesin. Bizleri el emeğiyle, göz nuruyla fedakârlıklarla büyüttükleri için Allah onlardan razı olsun.
Bu arada Şehrin her türlü sosyal gelişimini engelleyenleri Allah'a havale ediyorum. Çok zeki ve pratik zekâsı gelmiş bu yöre insanını iyi organize edemediler. İnsana hizmet üretme yerine onun bunun tayinini yapmak, güçlerini göstermek için sevmediklerini sürdürmeyi siyaset zannedenleri de Allah’a havale ediyorum.
Çok değerli dostlar,
Sürçü lisan ettimse af ola. Herkese en kalbi selam ve saygılar.
“Heriiiif “ dedi “Ayağımdaki lapcınım pek eskidi bazardan yenisini alsan”
Babam annemin ayağındaki lapçına şöyle bir baktı; ökçe kısımları açılmış belli ki artık dikiş tutmuyordu.
“İki sandık elma var” dedi “Haftaya götüreyimde dönüşte bir çift alırım” deyip bana ters ters baktıktan sonra devam etti;
“Bu oğlan lafdan annamıyor artık. Sandıkları bazara bırahsın ben satarım”
On beş tatildi. Dışarıda yoğun kar olmasına rağmen sadece Pazar için taşımacılık yapan birkaç araç vardı. Onların birine yüklerim diye düşündüm.
“Tamam” dedim “Ben pazara kadar götürürüm. Ondan ötesine garışmam”
Liseye gidiyordum. İskarpin ayakkabımın altı delinmiş su alıyordu. Bunu önlemek için içine naylon seriyor öyle giyiyordum. Babama bana da bi ayakkabı alalım desem ııh der oralı olmazdı..Yaza kadar böyle idare edeceğiz yazın çalıştığım parayla bir ayakkabı alacaktım..
Anadolu insanı kışın lapcınsız duramaz. Üstünden abdest kabul olduğu için işinede geliyordu.. Zemherinin o dondurucu soğuğunda abdest almak bayağı zordu..Bilhassa sabah namazı saati ibrikteki sular bile donuyordu. Ben kış aylarında çoğu zaman bir kazan suyla kocaman bir leğen içinde bir çocuk gibi ahırda yıkanıyordum. Hayvan dışkıları kayadan oyma ahırımızı doğal gaz gibi ısıtıyordu
Ahırdaki at, eşek , inek ve tavuklar bu çocukta ne yapıyor dercesine bana anlamsızca bakıyorlardı..Bense türkü çağıra çağıra yıkanıyordum.. Neyse..
Babam ertesi hafta yeni bir lapçın alıp gelmişti..
Annem lapçını inceliyor ve hoşuna gitmiş olacak ki yüzeyini nazik bir şekilde okşuyordu..
“Amaaan herif” dedi “Öteki eskimişti bah bu pek de sıcah dutuyor. Valla eyi ki aldın” dedi.
Annemin gözleri ışıl ışıl yanıyordu. Anadolu kadını hak ettiği bir şeyi hediye olarak kabul etmesi bile ona büyük mutluluk veriyordu. Halbu ki bir çift lapçın pahalı bişey değildi.
Şimdi bizim oralarda lapçın giyen varmı bilmiyorum.. Ya da şöyle diyebilirmiyiz; Lapcın satan var mı ?
Zaman öyle hızlı değişiyorki bırakın insanı ayakkabılar bile şaşırır oldu..
Eskilere şöyle bir dokunalım dedik.
O güzel insanların hiç biri kalmadı..Hepside gitti
Kalanlar ise lapcin nedir bilmiyor...
LAPCIN
...
Annem;
“Heriiiif “ dedi “Ayağımdaki lapcınım pek eskidi bazardan yenisini alsan”
Babam annemin ayağındaki lapçına şöyle bir baktı; ökçe kısımları açılmış belli ki artık dikiş tutmuyordu.
“İki sandık elma var” dedi “Haftaya götüreyimde dönüşte bir çift alırım” deyip bana ters ters baktıktan sonra devam etti;
“Bu oğlan lafdan annamıyor artık. Sandıkları bazara bırahsın ben satarım”
On beş tatildi. Dışarıda yoğun kar olmasına rağmen sadece Pazar için taşımacılık yapan birkaç araç vardı. Onların birine yüklerim diye düşündüm.
“Tamam” dedim “Ben pazara kadar götürürüm. Ondan ötesine garışmam”
Liseye gidiyordum. İskarpin ayakkabımın altı delinmiş su alıyordu. Bunu önlemek için içine naylon seriyor öyle giyiyordum. Babama bana da bi ayakkabı alalım desem ııh der oralı olmazdı..Yaza kadar böyle idare edeceğiz yazın çalıştığım parayla bir ayakkabı alacaktım..
Anadolu insanı kışın lapcınsız duramaz. Üstünden abdest kabul olduğu için işinede geliyordu.. Zemherinin o dondurucu soğuğunda abdest almak bayağı zordu..Bilhassa sabah namazı saati ibrikteki sular bile donuyordu. Ben kış aylarında çoğu zaman bir kazan suyla kocaman bir leğen içinde bir çocuk gibi ahırda yıkanıyordum. Hayvan dışkıları kayadan oyma ahırımızı doğal gaz gibi ısıtıyordu
Ahırdaki at, eşek , inek ve tavuklar bu çocukta ne yapıyor dercesine bana anlamsızca bakıyorlardı..Bense türkü çağıra çağıra yıkanıyordum.. Neyse..
Babam ertesi hafta yeni bir lapçın alıp gelmişti..
Annem lapçını inceliyor ve hoşuna gitmiş olacak ki yüzeyini nazik bir şekilde okşuyordu..
“Amaaan herif” dedi “Öteki eskimişti bah bu pek de sıcah dutuyor. Valla eyi ki aldın” dedi.
Annemin gözleri ışıl ışıl yanıyordu. Anadolu kadını hak ettiği bir şeyi hediye olarak kabul etmesi bile ona büyük mutluluk veriyordu. Halbu ki bir çift lapçın pahalı bişey değildi.
Şimdi bizim oralarda lapçın giyen varmı bilmiyorum.. Ya da şöyle diyebilirmiyiz; Lapcın satan var mı ?
Zaman öyle hızlı değişiyorki bırakın insanı ayakkabılar bile şaşırır oldu..
Eskilere şöyle bir dokunalım dedik.
O güzel insanların hiç biri kalmadı..Hepside gitti
Kalanlar ise lapcin nedir bilmiyor...
LAPCIN
...
Annem;
“Heriiiif “ dedi “Ayağımdaki lapcınım pek eskidi bazardan yenisini alsan”
Babam annemin ayağındaki lapçına şöyle bir baktı; ökçe kısımları açılmış belli ki artık dikiş tutmuyordu.
“İki sandık elma var” dedi “Haftaya götüreyimde dönüşte bir çift alırım” deyip bana ters ters baktıktan sonra devam etti;
“Bu oğlan lafdan annamıyor artık. Sandıkları bazara bırahsın ben satarım”
On beş tatildi. Dışarıda yoğun kar olmasına rağmen sadece Pazar için taşımacılık yapan birkaç araç vardı. Onların birine yüklerim diye düşündüm.
“Tamam” dedim “Ben pazara kadar götürürüm. Ondan ötesine garışmam”
Liseye gidiyordum. İskarpin ayakkabımın altı delinmiş su alıyordu. Bunu önlemek için içine naylon seriyor öyle giyiyordum. Babama bana da bi ayakkabı alalım desem ııh der oralı olmazdı..Yaza kadar böyle idare edeceğiz yazın çalıştığım parayla bir ayakkabı alacaktım..
Anadolu insanı kışın lapcınsız duramaz. Üstünden abdest kabul olduğu için işinede geliyordu.. Zemherinin o dondurucu soğuğunda abdest almak bayağı zordu..Bilhassa sabah namazı saati ibrikteki sular bile donuyordu. Ben kış aylarında çoğu zaman bir kazan suyla kocaman bir leğen içinde bir çocuk gibi ahırda yıkanıyordum. Hayvan dışkıları kayadan oyma ahırımızı doğal gaz gibi ısıtıyordu
Ahırdaki at, eşek , inek ve tavuklar bu çocukta ne yapıyor dercesine bana anlamsızca bakıyorlardı..Bense türkü çağıra çağıra yıkanıyordum.. Neyse..
Babam ertesi hafta yeni bir lapçın alıp gelmişti..
Annem lapçını inceliyor ve hoşuna gitmiş olacak ki yüzeyini nazik bir şekilde okşuyordu..
“Amaaan herif” dedi “Öteki eskimişti bah bu pek de sıcah dutuyor. Valla eyi ki aldın” dedi.
Annemin gözleri ışıl ışıl yanıyordu. Anadolu kadını hak ettiği bir şeyi hediye olarak kabul etmesi bile ona büyük mutluluk veriyordu. Halbu ki bir çift lapçın pahalı bişey değildi.
Şimdi bizim oralarda lapçın giyen varmı bilmiyorum.. Ya da şöyle diyebilirmiyiz; Lapcın satan var mı ?
Zaman öyle hızlı değişiyorki bırakın insanı ayakkabılar bile şaşırır oldu..
Eskilere şöyle bir dokunalım dedik.
O güzel insanların hiç biri kalmadı..Hepside gitti
Hafta sonları uykunun ve dinlenmenin günleri olsa da bu sabah ezanından sonra beni uyku tutmadı. Günün planlamasını kafamdan yaparken birden ruhumu içimden hiç de eksik olmayan memleket hasreti sardı. Kulağıma sabah namazını kılmış, sobanın kovasını değiştiren anneannemin elinden gelen hassasiyetle, biz uyanmayalım diye takırtı yapmadan değiştirdiği soba kovasının sesi geldi. Ardından havalandırılmış odada soğuğu hissederek yorganın içine kaçtığım o keyifli titremem geldi. Ardından huzur veren bir gümbürtüyle sobadan dil çıkaran yalazın, alacakaranlıkta tavana vuruşunun verdiği ve içimde mutluluk uyandıran huzurla yeniden uykuya dalışım..
Uyanırken anne ve babamın sessizce başımızda bizim uyanmamızı bekledikleri cümle odasında onları, dedemi görünce hafiften şımarık bir mutluluğun tüm benliğimi sardığı an.
Annemle anneannemin hazırladıkları koca koca kesilmiş ve üzerine tuzu sonradan atılmış patatesi de içeren o caaanım kahvaltı.
Kahvaltıdan sonra adeta onların da torunları olduğum gibi bir duyguyla karşı komşumuz Bıyıkoğullarına günlük rutin olarak yaptığım nezaket ziyareti. Bu ziyaretten en çok aklımda kalan ve hiç unutamadığım Besime Nene’min ( Nur içinde yatsın—Adını andıklarımın hepsi nur içinde yatsınlar.) Sabah erkenden sobanın üzerine koyduğu içinde kurutulmuş kaburgayla pişen ve tüm odayı kokusunun sardığı yemek. Büyük bir görüş açısı olan pencerelerinden damlardan ve çatılardan sarkan buzları, dizboyu olan karı, şimdilerde çok da hasret kaldığımız manzaraları izleyip, Besime Nene’min elinde patik örerken torunu Mehmet’e söylediği maniler..
“Işıl ışılım, alım yeşilim, dalga dağıtanım, ciğer soğutanım, malım mülküm, samur kürküm, altınım burmam , anam babam, bi dene Memmed’im.”
Eve döndüğümde, evin yumuş uşağı olarak her gün orta mahalleye gitmek zorunda olduğum giderken de ayaklarımın kara her basmasıyla duyduğum gıcırtıdan ve varsa gördüğüm her buzu kırdığımda işittiğim çatırtıdan aldığım zevkle geçen kısa yolculuğum. Şimdilerde pek de kolay yapamadığımız en güzel kış sporu işte. Her gün orta mahalleye git gel..
Derken eve döndüğümde kış kuruları ile yapılmış anneannemin muhteşem yemeklerine ve güzel turşularına hiçbir hastalık ve kilo alma endişesi olmadan ailece yumuluşumuz.
Çocuğum işte.. Sadece yiyip içip geziyorum. Yemekten sonra bulaşık yıkama derdim yok temizlik derdim yok. Yemekten sonraki keyfim, dedemin dizine yatıp onun saçlarımı okşaması ve beni sevmesi.
Sobalı bir evde kış günü odadan dışarı çıkıp,soğuktan titremenin zevki ne büyükmüş de bilememişim.
Hafta sonuna temizlenmiş ve sıcacık, kaloriferli bir evde girsem de mazideki doğal yaşamımın keyfine ermek ne mümkün.
İçimden özlemini bir türlü atamadığım Çocukluğumdaki hayatım mıydı yoksa çocukluk hayatımı dolduran büyüklerim miydi? Bence önce büyüklerimiz sonra da kaybettiğimiz değerlerimiz.. Ama hep söyledigim bir şey var:
Selâm; çocukluğum şimdi yıkılıp tarih olan resimdeki gibi bir evde geçti..Tahmini 1900'lerde yapılmış toprak damlı, "Taşevdi."
Kocaman tahta bir kapıdan içeri HAYAT'a girilirdi. Şimdi avlu diyorlar ya biz "HAYAT" dirdik. Cümle gapısından hayad'a girişle birlikte evdede hayat başlardı...
Nevşehir evleri genelde iki katlı olurdu. Bizim evin ilk girişinde solda Ahır, yanında merdiven altı, soldan yukarı dar bir merdiven çıkardı, İç balkon kısmından odaların önünden geçilir, sağdan ikinci merdivenle inilirdi. Orda yer altında bir keler (kiler) vardı. Birinci ahırın üstünde "Ahırsekisi" derdik, ıscacık küçük bir oda, merdivenin yanında birde "Tandırevi" vardı...
Tandırevinin,1 büyük, 1 orta boy, 1'de küçük tandırı vardı. Biz ona "OCAK" dirdik. İçinde "Sacayağı" vardı, demirbaş eşya gibin ocağımızda dururdu. Firdevs babanne Aside, Dolaz yapacağı zaman himen tavayı sacayağına oturtur; ununu, yağını kavururdu. Tandırevimizin duvarında L şeklinde "Terek" vardı. İsli tencere ve tavalar "Sebilhane Bardağı" gibin tereğimizde dizili dururdu.
Tandırevimizin tam karşısında 2.ahır vardı. Dedemden yadigar devasa Kıbrıs eşeğimiz vardı, oraya bağlanırdı. Bu ahır içerden çekme katlıydı, tahta merdivenle çıkılır, orda saman balyaları sıralı, istifli, kitap gibi dururdu...
Yanında içinde havuz bulunan şirahne derdik, "Şırahane" vardı. Güz gelip, bağlar bozulunca, küfe küfe üzümler gelir, burda sarı çizme giymiş halam tarafından çiğnenirdi. Ezilen üzüm suyu dışarı çötlen borusuyla akar, boğlumdaki kovada birikir, tülbentten süzülür, Pekmez ilaanine toplanır, bekmez gaynatılırdı.
Üst kata merdivenden çıkılınca, iç balkondan "ARALIK" dediğimiz orta salona girilirdi; sağda ve soldaki iki kapı, biri bizim odamıza, diğeri baannenin odasına açılırdı.
Taşevimizin salonunun bu şekli; ermeni ustaların karnıyarık ev stili dediği; tek kapıdan aralık dediğimiz salona girilince sağlı, sollu iki veya dört kapıdan oluşan o kapilardan da odalara geçiş yapılan kullanışlı iç mekana sahip salon şekliydi.
Odaların kapı arkasında kapaklı gizli hamamlık olurdu. (Şimdinin Maaile Banyosu)...
Onun yanında "Yüklük" vardı. Yüklüğümüz; yatak, yorgan, halı, kilim evin bütün yükünü içine alırdı...
Baş taraftada altlı, üstlü bir dolabımız vardi.
Üst kısımda çamaşır, üst, baş bohçalarımız dururdu, alt kısımda ise günlük kullanımlık eşyalarımız olurdu.
Dışarıda merdivenden çıkılınca iç balkonun solunda ise;
"Odadan bozma bir Mutfak,
"Köşede bir likitgaz 3'lü Ocak,
"Yanında tabaklar dizili bir Terek,
"Ters köşede ise tekli bir rafta kap-gacak dururdu.
Ayrıca Erişte, kesme makarna, gırcı makarna ve kuru bakliyat, turşu, pekmez gibi gışlıkların konduğu "KAYIDODASI" vardı...
Bu evde, Huzur vardı, Bereket vardı, Muhabbet vardı.
Akşam olunca ilkönce perdeler çekilirdi, "PERDE" evin "EDEB"iydi, gizlerdi, herşeyi..
Eskiler;
Evceğizim, evceğizim,
Sen bilirsin, halceğizim derlerdi.
Akşam; çat kapı 3..5 komşu gelirdi, her komşunun en az 2 çocuğu olurdu. Her kapıdan girene ayağa kalkılır, hoşlukla karşılanırdı. Dinilirdiki; gelen baştır, ayağa kalkan mıçtır..
Nohut oda, bakla sofa evimizde, iki somyamız vardı. Büyükler orda otururdu, bizler yerde halının üstüne dizilirdik. Kestaneler çizılir, sobanın üstüne dizilir, pişmesi beklenir, afiyetle yenirdi. Ardından elma, kış armudu gibi meyveler soyulur, kuru üzüm, fıstık, leblebi, çeteneli kavurga yerken ...
Annelerimiz bir varmış, bir yokmuş diye bi masal anlatmaya başlarlar, laf lafı açar misali, masal masala bağlanır, saatler su gibi akar, geçerdi..
"Eskiden; Evlerimiz "DAR"
"Gönüllerimiz "GENİŞ"ti.
"Şimdi ise evlerimiz genişledi,
"Gönüllerimiz darlaştı..
Randevusuz kimseye gidemez olduk, iki lafın belini kıramaz olduk.
Misafir gelecek diye 3 gün önceden evler temizlenir, paklanır oldu.
Kek, pasta, börek 5 çeşit yapılır oldu. Çayın yanında petibör bisküvi, lokum unutulur oldu. Sohbet, muhabbet nerde herkesin elinde bir telefon fırsat buldukça online oldu.
"Göz olur, nazar olur" denmedi; yediği, içtiği "SELFİ" çekilip, cümle, aleme gösteriş oldu.
Nereden nereye geldik, eski komşuluklar, Dostluklar hayal oldu.
Yakan top oyununun ülkemizde oynanan birçok türü vardır. En çok oynanan yakan top oyunu:
Oyuncular iki gruba bölünürler. Bir grup atıcı olur; diğer grup ise ortada bekler. Atıcı grup oyuncuları ikiye bölünerek belirli bir mesafede beklerler. Diğer oyuncular ise bu grubun arasında pozisyon alır. Atıcı grup ortadaki bekleyen oyuncuları top ile vurmaya çalışır. Vurulan oyuncu oyundan çıkar. Eğer atıcının attığı top havada yakalanırsa bir “can” kazanılır.
Ay Gördüm oyunu genellikle akşam vaktinde iki gruba ayrılarak oynanır. Oyun alanı tüm mahalledir.
Gruplardan birisi ebe grubu olur. Ebe grubu çizilen bir daire (Mele) içerisinde belirli bir sayıya kadar sayarak diğer grubun saklanmasını bekler. Diğer grup ise tek tek yada birlikte saklanır.
Ebe gurubu dağılarak aramaya başlar süre mefhumu yoktur.
Ebe grubu üyelerinden birisi saklananlardan birisini gördüğü anda “Ay gördüm” diye bağırır.
Bu bağırma ile birlikte gruplar Mele’ ye doğru koşmaya başlar.
Ebe grubu Mele başını tutup gelen saklanan grubu üyelerini Mele’ ye kadar kovalayarak sırtına vurmaya çalışır. Mele’ ye ulaşan saklanan gurubu üyesi kurtulur.
Tüm saklanan grubu üyelerinin Mele’ ye ulaşması halinde bu kez onlar ebe grubu olur.
Yedi, sekiz, dokuz yaşlarındayız. Kız ve erkek arkadaşlarımızla birlikte , içimizden bir kişi ebe seçilir. Mehmet Ali Gençsoy Hocamızın camisi'nin karşısındaki evimizin duvarında ebe, 30'a kadar sayar ve bizler hızla saklanmaya başlarız...
Ebe arkadaşımız gözünü açtığında gördüğünü sobeler ve "ayyy gördümmmm" diye bağırır. O çocuk oyundan çıkmış olur... Tabii oyundan çıkan çocuk arkadaşlarına kopya vermekten geri durmaz.
SÖĞÜT DALINDAN DÜDÜK
BİR SÜMÜKLÜBÖCEK HİKAYESİ
…
“Oğlum uyan !”
Anası sabahın bu alaca karanlığında ona sesleniyordu. Çocuk, gözlerini zorla da olsa açtı. Uyku sersemiyle yan taraftaki pencereden dışarıya baktı; etraf henüz karanlıktı.Öyle çok uykusu vardı ki gözlerini oğuşturur iken;
“Anaa !” dedi “Biraz daha uyusam !”
“Olmaz oğlum, yohsa okuluna geç kalın” dedi kadın.
“Ezan okundu mu ki ?”
“Okundu okunacah !”
Uyku çocuğun gözlerinden akıyordu fakat aklına bişey gelmiş gibi bir anda uykusundan yırtınıp çıktı. Harçlığa ihtiyacı vardı. Onun için bir an önce bulabildiği kadar sümüklüböcek toplamalıydı. Lavaboda elini yüzünü yıkayıp soğukkuyu ayakkabısını aceleyle giydi. Kayadan oyma dama girip bir çuval ile bir adet naylon poşet alıp dışarı çıkıyordu ki arkasından anasının sesini duydu;
“ Geç kalma emi yavrııım ! Sen dönünceye kadar ben patatesli çörekleri sobanın fırınında yapar hazırlarım “
“Tamam ana ! Geç kalmam” dedi çocuk burnunu çekerken.
Dışarı soğuktu. Aylardan mayıs olmasına rağmen sabah soğuğu kan toplamış yanaklarına vuruyordu.
Çocuk aldırmadı; evin dış kapısını açar açmaz yokuş aşağı koşmaya başladı. Böcek toplamaya çoğu zaman birkaç arkadaşı ile birlikte giderdi fakat dün akşam hiç biriyle sözleşmemişti. Arkadaşı Ertaş’ın evlerinin önüne geldiğinde pencerelerine baktı; ışık görünmüyordu.
“Erdaş daha yatıyor” diye söylendi. Evin önünde beklemedi ve hızlı adımlarla bahçeler tarafına yürüdü. Bu sabah sümüklüleri yalnız toplayacaktı. Kaya Değirmen’den geçip Telopi’nin bahçelerinde buldu kendini.
Çocuk, sümüklü böceğin nerelerde olduğunu öğrenmiş ve belli bir tecrübeye erişmişti. Su argı kenarlarındaki otları elindeki kısa değnekle karıştırıyordu. Değneğin amacı ısırgan otunun elini dağlamasını önlemekti fakat yine de ısırgan otu parmaklarının üstünü kabartıyor, ellerinin üstü benek benek kızarıyordu. Alaca karanlık sıyrılıp gün ağarmıştı ki ; çocuk ;
“Oh be !” dedi. “Hava aydınlandı. “ ,
Torbasına baktı; iki, üç kilo ancak toplamıştı.
“Bugün yine hiç şansım yok !” diye söylendi. Sümüklüböcek biraz da şans işiydi. Amet her gün birkaç çuval sümüklü ile dönüyordu. Sümüklüler sanki Alı ye ses eder gibi;
“Ali, biz buradayız “ diyorlardı.
Ali tomar tomar para kazanıyor, keyfini sürüyordu. Ya kendisi ?
“Kahretsin ! Şansım yok !” deyip önüne çıkan ısırgan otlarını ayakkabısının ucuyla toprağa yatırdı. O da ne ? Sanki sümüklüböcekler buraya yuva yapmıştı. Hevesle toplayıp onları torbaya doldurdu. Çombuz’a doğru uzanan su argının kenarları sümüklü yuvası gibiydi. Isırganların elini dağlamasına aldırmadan heyecanla topluyordu. Nasıl heyecanlanmasın; her böcek onun için şıkır şıkır para demekti. Daha da ötesi her hafta iki sefer gittiği sinema bileti demekti. Ve de en önemlisi yeni çıkan ve kütüphanede olmayan roman kitapları demekti..
“Kendime bir de şöyle gıcır gıcır bir iskarpin ayakkabı alırsam değme keyfime !” diye söylendi.
Kendi sözüne kendisi güldü.
Elindeki böcek çuvalını havaya kaldırdı; on kilo kadar olmuştu fakat çiğ düşmüş otlar arasından habire sümüklü çıkıyordu. Okula geç kalacağım diye düşündü. Ya hoca kızarsa ? Cevabını kendi verdi;
“Amaaan sen de, bi sefer geç kalayım nolur ki ? “ diye söylendi.
Çombuz’a yaklaşmıştı. Mağaranın hemen altına kadar gelmişti. Çocuk korktu; babasının anlattığı hikayeleri düşündü; ya orada cinler, periler varsa ?
Güneş çıkmıştı.
“Canım, bu saatte cin mi olur “ dedi. Gözlerini mağaranın bulunduğu yerden kaçırdı. Kaçırdı amma yine de korkuyordu. Cin masalı ya gerçekse ?”
Elinde ağırlaşmış sümüklüböcek çuvalını tutan eline baktı; bilek pazuları şişmiş bir halde damarlarını zorluyordu. Güçlüyüm diye düşündü. Bu duygu onu rahatlattı. Kendine güveni artmıştı. Cin değil feriştahı gelsin onu devirebilirdi. Ya birkaç kişi gelirse ?
“Yok canım ! “ diye söylendi. “Cinler tek başına gezerlermiş “
O sıra çocuğun gözüne bir şey ilişti; kaya argın kenarındaki otlar arasında bir şey yatıyordu. Çocuk dikkatlice ve biraz da çekinerek o tarafa baktı; köpek yavrusuna benzeyen bir hayvancık inler gibi sesler çıkartıyordu. Çocuk;
“Allah Allah !” diye söylendi “Bu da neyin nesi ?”
Sümüklüböcek çuvalını elinden yere usulca bırakıp birkaç adım attı. Hayvan yaralı gibiydi fakat bu bir köpek yavrusundan ziyade tilkiye benziyordu. Çocuk ayakta bir an düşündü; acaba yanına varsa mıydı ? Ya ısırırsa ?
“Bu daha yavru sayılır, ısıramaz” diye söylendi.
Hayvancık onu görünce korkmuş olmalı ki sivri küçük dişlerini gösterip ayağa kalkar gibi yaptı fakat yere tekrar düştü.
“Ayağı kırılmış; bu bir tilki yavrusu. Fakat Karayazı’dan aşağı tilki pek inmezdi, bu yolunu şaşırmış olmalı” dedi.
Birkaç dakika tilkinin yanında bekledi. Hayvan ondan zarar gelmeyeceğini anlamış olmalı ki uysallaştı. Çocuk, tilki yavrusunun sırtını eliyle okşar gibi yaptı. Tilki yavrusuna güven gelmiş hareketsiz yatıyordu. Çocuk etrafına bakıp ip aradı fakat bir şey bulamadı. Aklına çuvalın içindeki böcek topladığı naylon poşet geldi. İçindeki böcekleri çuvala boşaltıp tekrar tilki yavrusunun yanına geldi. Acı içindeki tilki yavrusunun ayağını sarmalıydı fakat tepki vereceği kesindi. Yerden biraz kuru ot topladı ve sol ayağını tilki yavrusunun başına bastırdı. Tilki bunu ondan hiç beklemiyor olmalı ki boğuk sesler çıkarıyordu. Çocuk elleri ile tilkinin ayağını yokladı;
“Hayır, kırık yok, sadece çıkmış” diye söylendi. Tilkinin ayağını zorlayıp kemiği yerine oturttu. Tilkinin ayağına kuru otları örtüp naylon poşetle sıkıca sardı. İşi bittiğinde ayağını tilkinin başından çekti. Tilki yavrusu önce ne olduğunu anlayamadı. Yerde sessizce öylece yatıyordu. Sonra ayak ağrısının hafiflediğini hissetmiş olmalı ki ayağını oynatır gibi yaptı. Tilki yavrusu başında bekleyen çocuğu
henüz görmüş gibi şaşkınlıkla baktı. Sonra da ayağa kalkıp topallayarak kaçtı. Tilki yavrusu tepelere doğru hem kaçıyor hem de dönüp çocuğa bakıyordu.
Çocuk giden tilki yavrusunun arkasından gülümsedi ve ;
“Hayat ne garip şey “ dedi “Sen sümüklüböcek toplamak için Çombuz’a kadar gel ve karşına çıkan bir tilkiye yardım et”
Çocuk başını sağa sola sallayarak bir daha güldü. Sonra da içinden gelen bir sese uyup sabahın bu erken saatinde keyfe gelip en sevdiği ve ilk öğrendiği türküyü söylemeye başladı;
“Kızılcıklar oldu mu….senelere doldu mu…yolladığım çoraplar ayağına oldu mu mendili eline…mendili verdim geline…gara gına yollamış yar benim ellerime….”
Çocuk, türküyü söyledikten sonra çuvalı sırtladı ve geldiği yöne yani Nar tarafına doğru yürümeye başladı. Fakat birkaç dakika yürüdükten sonra hemen sol yamaçlarda bir gölgenin kendisini takip ettiğini fark etti. Çocuk durdu ve kendisini takip eden gölgeye dikkatlice baktı; o bir ana tilkiydi. Çocuk bir daha gülümsedi; sırtında ki yük sanki hafiflemişti.
…
Çocuk sümüklü böcekleri Muhtar Hacı Ahmet ağa'nın dükkanında tarttırıp parasını peşin olarak almıştı. Sümüklü böcekler tam on sekiz kilo gelmişti. Bu onun için bir rekor sayılırdı. Paraları cebine koyup koşarak eve geldi. Anası;
“Oğlum okula geç kalacan” dedi telaşla. Çocuk anasına ses etmedi; odaya girip duvarda ki saate baktı; evet geç kalmıştı.
“Ana, ikinci derse yetişirim” dedi.
“Hocaların bişey demez mi ?” dedi anası.
“Bilmem, fark etmez. Çünkü artık yetişemem.”
Çocuk sofraya oturup anasının soba fırınında pişirdiği patatesli börekleri iştahla yedi ve
“Ana, eline sağlık ! İçli çörek çok güzel olmuş “
“Afiyet olsun yavrım ! Yarasında güçlenesin” dedi anası da.
Çocuk, ortaokul ikinci sınıftaydı. O gün ki kitaplarını eline alıp evden fırladı. Çocuk; en azından ikinci derse yetişmeliyim..diye düşünüyordu..
…
Okula vardığında ikinci ders başlamıştı. Sınıf kapısına tedirgin bir halde vurdu. İçeriden;
“Geeel !” sesi duydu.
Çocuk kapıyı usulca açıp içeri girdi. Ders öğretmeni meşhur çamur Şevket idi. Hoca, derse geciken çocuğu yukarıdan aşağı iyice bir süzdükten sonra;
“Sana ceza vermeyeceğim” dedi. Sonra devam etti;
“Ama tek bir şatla; neden geç kaldığını doğru söyleyeceksin”
Çocuğun yanakları kızardı. Ürkek gözleri sınıfta kendisine hınzırca gülümseyen arkadaşları üzerinde gezindi..O an yüreği biraz ezilse de doğruyu söylemesi gerektiğini anladı;
“Hocam” dedi “ Erken kalkıp, sümüklüböcek topladım”
Sınıfta bir an sessizlik oldu.
Çamur Şevket'in gözleri sınıf penceresinden dışarıya daldı gitti. Sonra da masasından bir silgi alıp çocuğun gelmediği ilk dersteki işareti sildi ve ona dönüp;
“ Çocuğum yerine oturabilirsin” dedi. Başka hiçbir şey söylemedi.
Çocuk ? Yani ben mi ?
O günden sonra o hocama müthiş bir saygı duydum. Ve onun dersine çok daha fazla çalıştım.
Sevgili dostlar ol hikayemiz budur. Onun nezdinde bizi okutan ve emeği geçen tüm öğretmenlerimizin ellerinden öperim.
Selam ve saygılarımla…
Muharrem NALÇACI - NEV-NAR
Tarla, Bahçe vs Çalışma
Ev Yaşantısı
Okul
Sokak oyunları